Abaküs Yazılım

Esas No: 1967/10
Karar No: 1967/49
Karar Tarihi: 28/12/1967

AYM 1967/10 Esas 1967/49 Karar Sayılı Norm Denetimi İlamı

 

Esas No:1967/10

Karar No:1967/49

Karar tarihi:28.12.1967

Resmi Gazete tarih/sayı:30.1.1969/13114

 

İtirazda bulunan mahkeme: Danıştay 12. Dairesi Konu :

10 Mart 1296 tarihli ihtara Beratı Kanununun 3. maddesinin "terkibatı saydelâniyeye ve her nev"i edviye ve mualecâta" berat verilmesini önliyen hükmünün, bu hükmün yorumlanmasına yer olmadığını açıklıyan Kurucu Meclisin 8.5.1961 günlü ve 51 sayılı kararının verdiği anlam içersinde, Anayasa"nın 36., 11/2. ve 132/1-2. maddelerinin hükümlerine aykırılığından ötürü iptali istenmiştir.

Olay:

İsviçre"de Basel Land Kantonunda Birafelden Şehrinde, Baumgertenweg. 8 No. da İsviçre Konfederasyonu tabiliyetinde Dr. A. TH Hohl vekilleri tarafından; Sanayi Bakanlığı aleyhine, İhtara Beratı isteğinin, Kurucu Meclisin 51 sayılı kararına dayanılarak reddi yolunda tesis edilmiş olan işlemin iptali istemiyle, Danıştay 12. Dairesinde açılan dâvaya ilişkin olarak davacı vekillerinin verdikleri cevap lâyihasında: Benzodiyazepine müstakatının imali hakkındaki usul için talep edilen ihtira beratının. Kurucu Meclisin 51 sayılı karariyle sözü geçen kanunun 3. maddesinin (ihtira Beratı Kanununun 3. maddesi mucibince, mualecât tabirinde, madde ile birlikte usul de mündemiç bulunduğu) yolundaki manalandırılmasına dayanılarak verilmemiş olduğundan ve bu tasarrufun Anayasa"nın 36. maddesindeki mülkiyet hakkının iptali niteliğinde bulunduğundan bahsile İhtira Beratı Kanununun 3. maddesinin, 51 sayılı kararının vergi anlam içerisinde, Anayasa"nın 36. ve 11/2. maddelerine aykırı olduğu ileri sürülerek dosyanın Anayasa Mahkemesine gönderilmesi istenilmiş ve iddianın ciddî oluğu kanısına varan Danıştay 12. Dairesinin 28.9.1966 günlü ve 966/748 sayılı karariyle dosya Mahkememize gönderilmiştir.

İlk inceleme:

Anayasa Mahkemesi İçtüzüğünün 15. maddesi gereğince 28.11.1966 gününde yapılan ilk inceleme sonunda verilen 1966/28-1966/42 sayılı kararla, eksiğinin tamamlanması için Danıştay 12. Dairesine gönderilen dosya, aynı Dairenin yeni açıklamayı kapsayan karariyle tekrar Mahkememize gelmiş ve bu kez düzenlenen dosyada tamamlattırılması gerekli bir eksiklik bulunmadığı anlaşılmış olduğundan esasın incelenmesine 2.3.1967 gününde oybirliğiyle karar verilmiştir.

Esasın incelenmesi:

İtirazın esasına ilişkin rapor, Danıştay 12. Dairesinin gönderme kararı ve eki dosya, Anayasa"ya aykırılığı ileri sürülen hükümler, dayanılan Anayasa hükümleri, bunlarla ilgili gerekçe ve meclis görüşme tutanakları okunduktan sonra gereği görüşülüp düşünüldü :

Davacının Anayasa"ya aykırılık konusundaki gerekeçleri Danıştay 12. Dairesine verdiği dilekçeden alınan şu cümlelerde toplanmaktadır:

(1- Anayasa"nın 36. maddesinin ilk fıkrasında "herkes mülkiyet ve miras haklarına sahiptir." denilmek suretiyle diğer temel hak ve hürriyetler gibi Anayasa himayesi altına vazedilen mülkiyet hakkının kapsamının ne olduğu, diğer bir tabirle, bu maddedeki mülkiyet garantisinin hangi haklara sari ve şamil bulunduğu hususunda ne bu maddenin esbabı-mucibesinde ve ne de Kurucu Meclis müzakerelerinde açıklayıcı bir beyana rastlamak mümkün olmamıştır. Anayasa tatbikatımızın henüz pek yeni olması dolayısiyle bu hususta herhangi bir kazaî içtihada da rastlanmamaktadır. Bundan dolayı 36. maddedeki mülkiyetin şümul ve muhtevasını tayin için yabancı ilmî ve kazaî içtihatlara müracaat zaruridir.

Malûm olduğu üzere yeni Anayasamız"ın tedvininde kendisine en fazla müracaat edilen Alman Bonn Anayasa"sı olmuştur. Anayasamız"ın 36. maddesinin İlk fıkrası, Alman Anayasası"nın 14. maddesinin ilk fıkrasının temamen ve lafzen aynıdır. Bu hal bizi araştırmalarımızda Alman kazaî ve ilmî içtihatlarını tetkike sevketmiştir.

Bonn Anayasasın"daki temel hakların incelenmesini yapan (Die grundrecht) Temel haklar) adlı eserin(Cilt: 2. Sahife 352) (Anayasa"nın mülkiyet garantisi) başlıklı II. bölümünde 14. maddedeki mülkiyet garantisinin hangi haklara sarî ve şâmil olduğu incelenirken.

"Anayasa"nın mülkiyet garantisi evvel emirde ve şüphesiz medenî hukuk anlamındaki eşya hukukuna yani menkul ve gayrimenkul mülkiyeti ile diğer haklara taallûk eder. Bununla beraber Alman temyiz mahkemesi içtihadı weimer Anayasa"sı tatbikatında Anayasa"nın mülkiyet mefhumunun alacak hakları da dahil olmak üzere, sübjektif mahiyetteki bütün mamelek haklarına sarî ve şâmil olduğunu kabul etmiştir. Yeni içtihat ve hasseten Federal Mahkeme Hukuk Genel Kurulunun 10.6.1952 tarihli ve kararlar mecmuasının 6. cildinin 270 sayfasında münderiç kararı, bu görüşe sadık kalmıştır. Federal Mahkemenin gerekçesi şöyledir. "Mademki çağdaş idare devletinin hususiyeti icabı vatandaşın bütün mameleki kabili istimlâktir, o halde mamelekin tamamı Anayasa himayesine mazhar olmak lâzımdır" mülkiyet garantisi, hürriyet garantisinin tamamlayıcısı ve karşılığıdır. Bu garantinin manası, her devirde mülkiyette asgarî bir istiklâl ile yaşamayı ve şahsi mesuliyete dayanan bir hayat şeklini sağlıyacak katî bir temel ve nâzım bir unsur görülmesidir. İş bölümüne dayanan bugünkü sınaî cemiyette eşya mülkiyeti, bu fonksiyonu ancak kısmen ifa edebilir. Bir çok kimselerin iktisadî varlıklarının temeli ve iktisadî vetire, Borçlar Hukukuna, Aynî Haklara İş Hukukuna ve idare Hukukuna giren ve eşya mülkiyeti ile ilgisi pek gevşek olan münasebetlere ve hukukî vaziyetlere dayanmaktadır. Ancak bütün bu insanların iktisadî varlıklarının dayandığı temel, sanayileşmeden önceki cemiyette köylünün, toprak sahibinin, zanaatkarın ve tüccarın eşya üzerindeki mülkiyetinin himaye edildiği nisbette korunması takdirindedirki asgarî bir hürriyet için lüzumlu şartlar bunlar için de mevcut olur. O halde mülkiyet garantisi bugünkü durumda da bütün vatandaşlar için asgarî hürriyet içinde bir hayat tarzı sağlayacak ise, eşya mülkiyetinin yanında, ferdin iktisadî varlığını kendi güç ve vasıtalariyle idame ettirebilmesine elverişli değer mamelek hak ve münasebetlerini de kavramalıdır. Her halükârda bu mefhuma patrimuvana dahil haklar girer (Temyiz Mahkemesi Hukuk Dairesi 199/121). Fakat aile, hayat, şahsî masuniyet, çalışma gücü, şeref ve haysiyet üzerindeki haklar giremez. Çünkü bunların himayesi başka hükümlere dayanmaktadır. Eşya üzerindeki mülkiyet, diğer aynî hakları, zilyetliği, fikri hakları, alacakları, iratarlı, aksiyonları, diğer şerikleri haklarını, kurulmuş ve İşletilen işletmeyi (Federal Mahkeme Hukuk Kısmı 148/129/186/138/) meslekî durumu ve her halde serbest meslekleri, Anayasa"nın mülkiyet mefhumuna dahil saymak lâzımdır." denilmektedir.

Medenî Kanunu iktibas ettiğimiz İsviçre"de dahi Anayasa"nın mülkiyet mefhumunu aynı şekilde anlaşılmaktadır. Zürih Üniversitesi Hukuk Fakültesi Profesörlerinden Dr. Giacemetti (Allgemeine Lehren deş Rechsstaatlichen Verwaltungsrechts) adındaki Zürihte 1960 yılında basılmış eserinin 509 sahifesinde Anayasa"daki mülkiyet mefhumunun medenî hukukunkinden daha geniş olduğunu ve bu mefhuma mamelek bakımından bir kıymet ifade eden sübjektif hakların dahil bulunduğunu anlattıktan sonra İsviçre Federal Mahkemesinin bu görüşü teyit eden bir kararını (15) No. lu dip notta bu babdaki kazaî içtihada bir misal olarak zikretmektedir.

Görülüyorki kanunlarını İktibas veya numune ittihaz ettiğimiz yabancı memleketlerin ilmî ve kazaî içtihatları, Anayasa"nın mülkiyet mefhumunun, medenî kanunun mülkiyet mefhumu gibi ayni bir karakter ve mahiyet taşımayıp, şümul ve muhteva bakımından ondan geniş olduğu ve bugünkü iş bölümüne müstenit ve sanayileşmiş cemiyette ferdin iktisadî varlığının dayanağını teşkil ve mamelek bakımından kıymet ifade eden bilcümle sübjektif haklara da sarı olması lâzım geldiği ve aksi takdirde ferde tanınan hürriyetlerin lafzı murat ve garantisiz kalacağı noktasında birleşmektedirler.

İkinci Dünya Savaşından sonra İnsan hak ve hürriyetlerini teminat altına almak gayesiyle bir takım vesaik tanzim edilmiştir. Bunların en mühimleri Roma"da akdedilen 4.11.1950 tarihli (insan hak ve hürriyetlerini koruma sözleşmesi) ile Hükümetimizce 20.3.1952 günü Paris"te imzalanan (İnsan hak ve hürriyetlerini koruma sözleşmesine ek Protokol) dur. Anayasamızı tefsir ve tatbik ederken bu sözleşmeler ahkâmını da daima gözönünde bulundurmak mecburiyetindeyiz.

Ek Protokolün 1. maddesinde : (Her hakikî veya hükmî şahıs mallarının masuniyetine riayet edilmesi hakkına sahiptir...) denilmektedir. Bu madde İle ferde bahşedilen hak, Anayasamız"ın 36. maddesindeki hakkın aynıdır. Fakat burada (mülkiyet) yerine (mal) tabirinin kullanılmasına dikkat edilmektedir. Bunu kabul eden âkit devletlerin ve sözleşmeyi bir kanunla tasdik eden bizim kanun vazıının maksadı nedir"

Türk Hukuk Lügatinin (mal) maddesinde, (Keşif ve ihtira beratı üzerindeki haklarla telif ve tercüme hakları) da "mal" teriminin kapsamında gösterilmekte ve "mal" ın, "maddî mal" ve "gayri maddî mal" grubu olarak yapılan tasnifte de bu gibi hakların "gayri maddi mallar" içerisinde bulunduğu açıklanmaktadır.

Bu izahattan açıkça anlaşılıyor ki, çağdaş hukuk dünyasında (mal), medenî Kanun anlamıyla eşya üzerindeki ve diğer ayni haklarla beraber zihnî faaliyet ve yaratıcılığın mahsulü olan eser ve bulgular üzerindeki inhisarın ifadesi olan haklan, yani fikrî hakları da kapsayan bir mefhumdur.

Demek oluyorki sözleşme (mülkiyet) yerine (mal tabirinin kullanılması, bu madde ile bahşedilen garantinin eşya üzerindeki mülkiyet ile beraber mamelek haklarına da sarî olduğunu ve fikrî hakların da himaye edildiğini açıkça ve hiç bir şüpheye mahal kalmaksızın göstermek ve ifade etmek içindir.

O halde Anayasa"nın 36. maddesinde istimal olunan (Mülkiyet hakkı) tabirine, eşya üzerindeki mülkiyet hakkı ile birlikte mameleke dahil diğer hakların da girdiği görüşü yalnız yabancı ilmî ve kazaî içtihatların değil, Türk Kanun koyucusunun tasdik ettiği Anayasa vesikası mahiyetindeki beynelmilel bir sözleşmede tezahür eden irade ve maksadın icabıdır.

II- 51 sayılı tesfir kararının izafe ettiği mana ile ihtira Beratı Kanununun 3. maddesi, usul ihtiramın muhterile bahşettiği inhisar hakkının, yani bir fikrî hakkın, Anayasa"nın 36. maddesindeki mülkiyet garantisinden müstefit olmasına rağmen bu hakkı ilâçta tanımamak gibi bir sonuç doğurduğundan Anayasaya aykırıdır.

Anayasa"nın 36. maddesinin ikinci fıkrası, mülkiyet hakkının, kamu yararı amacı ile sınırlanabileceğini kabul etmekle beraber, Anayasa"nın 11. maddesi de temel haklarda yapılacak sınırlamaların, hakkın özüne dokunamıyacağı ilkesini koymuş bulunmaktadır. Acaba, Anayasa"nın 36. maddesinin tanıdığı mülkiyet hakkının özü nerede başlamaktadır"

Mülkiyet hakları mülkiyetleri icabı olarak eşya ile kişiler arasındaki münasebettir; maddî değeri haiz muayyen objelere sahip olabilmedir. Bir şeyin muayyen bir şahsa tabiiyet ve ihtisası, hukukî manasını bu sahip olabilmede bulur. Gene bu sahip olabilme yetkisindendir ki şey üzerinde hakimiyet ve onun istimali hakları doğar.

Bu sahip olabilme, hukukî münasebet olarak, mülkiyetin özünü teşkil eder. Bundan dolayıdır ki mülkiyetin müessese olarak bertaraf edilip, onun yerine bir malsızlık rejiminin yahut Devlet Mülkiyetinin veyahut kollektif mülkiyetin ikamesi, mülkiyetin özüne dokunmak olduğu kadar, muayyen şeylerde mülkiyetin tazminatsız ref"i ve nez"i özüne dokunmak olur ve 36. maddeye aykırı ve münafidir.

Anayasa Mahkemesi"nin 6570 sayılı Kanunun 2. ve 3. maddelerinin iptaline dair 26 Mart 1963 tarihli ve 3/67 sayılı kararı da mülkiyet hakkının özünden ne anlaşılmak lâzım geleceğini ve herhangi bir sınırlamanın ne zaman bu hakkın özüne bir tecavüz teşkil edeceğini kâfi bir açıklıkla meydana koymaktadır. Kararın mucip sebebinden anlaşılacağı veçhile değil bizim hadisemizde olduğu gibi şey ile sahip arasındaki ihtisası büsbütün ortadan kaldırmak, sahibinin şeyden Adalet ölçülerinde istifadesini engellemek dahi Anayasa Mahkememizce hakkın özünü zedeliyen bir tutum olarak kabul ve ilân edilmiştir.

Müvekkilimiz yıllarca emek ve sermaye sarfı ile yaptığı araştırmalar sonunda Benzodiyazepine müştekkatının imali için bir usul bulmuştur. Bu usul bir fikrî mahsulüdür ve müvekkilimin bu mahsul üzerindeki ihtisas ve inhisarı yukarıda arzedildiği veçhile hem Anayasamız"ın 36. ve hem de bir Anayasa vesikası olan 20.3.1952 günü Paris"te İmzalanmış ve 6366 sayılı Kanunla da tasdik edilerek yürürlüğe konulmuş (İnsan hak ve hürriyetlerini koruma sözleşmesine ek protokolün) birinci maddesi ile garanti altına alınmıştır. Hal böyleyken 51 sayılı tefsir kararının verdiği mana ile İhtira Beratı Kanununun 3. maddesi bu ihtisası kat ve fikrî mahsulümüz olan usul üzerindeki inhisarımızı ret ederek bundan başkalarının da istifadesine yol açmıştır. Bu mana ve tatbik içinde adı geçen maddenin Anayasa"nın 36. maddesiyle zatı ve 11. maddesinin 2. fıkrasiyle özü himaye edilen hakkı ortadan kaldırdığı ve özü zedelediği her türlü izahtan müstağnidir. Bir temel hakkın her ne mucip sebep olursa olsun özüne dokunan bir kanun hükmünün Anayasa"ya aykırılığı ise aşikârdır.)

İptali istenen hüküm ilgili Anayasa hükümleri ve konuya ilişkin öteki hükümler:

İptali istenilen hüküm :

İhtira Beratı Kanununun 3. maddesi:

Madde 3- Evvelâ terkibatı saydelâniyeye ve her nevi edviye ve mualecâta ve saniyen umuru mâliyeye ve muamelâtı sarrafiyeye dâir lâyihalar için berat itası caiz olmaz.

İptal isteminde dayanılan Anayasa hükümleri:

Madde 11- Temel hak ve hürriyetler, Anayasa"nın sözüne ve ruhuna uygun olarak ancak kanunla sınırlanabilir.

Kanun, kamu yararı, genel ahlâk, kamu düzeni, sosyal adalet ve milli güvenlik gibi sebeplerle de olsa bir hakkın ve hürriyetin özüne dokunamaz.

Madde 36- Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir. Bu haklar, ancak kamu yararı amaciyle kanunla sınırlanabilir. Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz.

Madde 132- Birinci ve ikinci fıkralar:

(Hâkimler, görevlerinde bağımsızdırlar; Anayasa"ya kanuna, hukuka ve vicdanî kanaatlarına göre hüküm verirler.

Hiçbir organ, makam, merci veya kişi, yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere ve hâkimlere emir ve talimat veremez; genelge gönderemez; tavsiye ve telkinde bulunamaz.)

İhtira Beratı Kanununun konuya ilişkin öteki hükümleri:

Madde 1 - Hiref ve sanayie dair her nevi ihtiraat ve keşfiyat ve Islâhattan istifade hakkı mucit ve kâşif ve muslinlere aittir ve bu hakkı istifade mevadd, âtıyede tayın olunan müddetler ile meşrut olmak üzere taraf, devletten berat itasiyle tasdik olunur.

Madde 2 - Sanayice yeniden bir netice ve eser vücuda getirmek ve bunların husulü için vesâiti cedide ihdas veyahut malûm olan vesaiti bir sureti cedidede istismal eylenmek muhteriattan addolunur.

3- Evvelâ keşif ve ihtira olunan şey nevîcat olmadığı, saniyen 3. madde hükmünce berat itasına salih bulunmadığı, sâlisen sırf nazariyat ve ameliyattan ibaret olup sanayie sureti sarfı gösterilmiyen usul ve kavaid ve keşfiyat ve tashihatı mücerrede üzerine berat verilmiş olduğu, rabian emniyeti umumiyeyi ve nizamı memleketi muhil ve adap ve ahlâka ve kavanini mevzuaya muhalif bulunduğu, hamisen asıl ihtira olunduğu beyan olunan şeyin gayri hakkında sahte bir nam ile hilekârâne berat istihsal kılındığı, sadisen berata merbut tarif name ihtiraın icrası için kâfi olmadığı veyahut sureti istimalini mükemmelen ve hakikaten mutazammın bulunmadığı, sabian 23. madde ahkâmına muhalif berat istihsal edildiği halde bu misillû beratlar münfesih ve keenlemyekün addolunur ve işbu 36. maddenin dördüncü fıkrasiyle üçüncü fıkrasında beyan olunan şeylerin imal veya füruhtundan terettüp edecek mücâzat başkaca icra kılınır ve re"sen karar verilmiş olan berata ait olmıyan tadilat ve ıslâhat ve ilâvat tastiknameleri dahi hükümsüz kalır.

Madde 37- Berat istidanamesinin itası tarihinden evvel Türkiye"de ve diyarı ecnebiyede fiile getirilebilecek surette mevkii intişara konulmuş şeyler ihtiratı cedîdeden addolunmaz.

Madde 43- Her kim aharın ihtiraı olan beratlı bir şeyi imal veya beratın mebnei aleyhi olan vesaiti istimal ile berat sahibinin hukukunun ihlâl eyler İse taklit cünhasile müttehem olur ve bu cunha ile mahkûm olanlardan beş liradan yüz liraya kadar cezaî nakdî alınır.

İhtira Beratı Kanununun 2. ve 3 üncü maddelerinin tefsirine mahal olmadığına dair Kurucu Meclis Kararı :

Karar No : 51

23 Mart 1879 tarihli İhtira Beratı Kanununun 2. ve 3. maddelerinin tefsirine mahal olmadığına dair geçici komisyonca hazırlanan aşağıdaki rapor Kurucu Meclis Birleşik Toplantısının 8.5.1961 tarihli 12. birleşiminde kabul edilmiştir.

YÜKSEK BAŞKANLIĞA

(Komisyonumuza havale buyurulan İhtira Beratı Kanununun 2. ve 3. maddelerinin tefsiri hakkında Milli Birlik Komitesi Üyesi Sami Küçük ve arkadaşları tarafından verilen önerge ve ekleri Komisyonumuzca tetkik ve müzakere olundu:

23 Mart 1879 tarihli İhtira Beratı Kanununun 2 nci maddesinde "Sanayice yeniden bir netice ve eser vücuda getirmek ve bunların husulü için vesaiti cedide ihdas veyahut malûm olan vesaiti bir sureti cedidede istimal eylemek muhteriattan addolunur." denilerek ihtiranın tarifi yapılmış bulunmaktadır.

Bu kanuna göre;

a) Sanayice yeniden bir netice ve eser vücuda getirmek;

b) Bunların elde edilebilmesi için yeni vasıtalar bulmak veyahut bilinen vasıtaları yeni bir şekilde kullanmak;

üzere îki nevi ihtira beratı ortaya çıkmakta olup (a) fıkrasında madde, (b) fıkrasında ise usul ihtiraları kabul edilmekte ve usul bakımından verilen berat dolayısiyle o usulle elde edilen madde de himaye görmektedir,

Kanunun 3 üncü maddesinde ise, evvelâ terkibatı seydelâniyeye ve her nevi edviye ve mualecata ve saniyen umuru maliyeye ve muamelâtı sarrafiyeye dair lâyihalar için berat itası caiz olmadığı hükmü mevcuttur. Binaenaleyh 2. maddede belirtilen madde ve usul ihtiralarının müstahzarlara ve 767 sayılı Türk Kodeksi hakkındaki Kanunun 4 üncü maddesinde zikir ve tarif edilen ilâçlara taalûku halinde berat verilmesinin caiz olmıyacağı ve berat verilmiş olsa dahi İhtira Beratı Kanunun 36 ncı maddesi mucibince bu beratın hükümsüz sayılması gerekmektedir.

Tatbikatta ihtiraın tescili için Sanayi Bakanlığına yapılan müracaatta, bu Bakanlık talebin mevzuat hükümleri dairesinde yapılıp yapılmadığını; mevzuun, kanunun 3 üncü maddesi şümulüne girip girmediğini tetkik ederek müracaatın mevzuat hükümlerine göre yapıldığını ve 2 nci madde hükmüne girdiğini tesbit ettiği taktirde müracaat sahibine berat vermektedir. 3 üncü madde muvacehesinde terkibatı seydalâniyeye berat verilmemekle beraber bir ilâcın kimyevî madde ismi ihtiraa mücmel unvan verilmek suretiyle, ilâçlar için berat istenildiği ve verildiği görülmektedir.

Bu hal, yukarıda işaret edilen hükümlere aykırı olarak memlekette bir ilâç inhisarı yaratmaktadır.

Yukarıda belirtilen müstahzar ve ilâçlara kanunun 3. maddesi mucibince, mualecât tâbirinde madde ile birlikte usul de mündemiç bulunduğundan, berat verilmesi caiz değilken, berat verilmiş olursa, bu hale ıttıla kesbeden tescil makamı, kanunun 36. maddesine dayanarak, bu gibi beratları re"sen iptal etmeye yetkili bulunduğu halde bugüne kadar ilâçlara verilen beratların iptali cihetine gidilmiyerek tatbikatın bu yolda yürütüldüğü anlaşılmıştır.

İlâçlara, kimyevî adlarının gösterilmesi suretiyle usul beratı alınması neticesi olarak ihtira beratı sahiplerinin elde ettikleri inhisar yüzünden memleketin büyük döviz kayıpları olmakta; halk da bazı hayatî ehemmiyeti haiz ilâçları bir kaç misli yüksek fiyatla almak durumunda bırakılmaktadır.

Bir misalle bu ciheti belirtmek, hadisenin aydınlanması bakımından faydalı mülâhaza edilmektedir.

Chloramphenicol kimyevî maddesi, Milletlerarası Kodekste bir ilâç olarak bu isimle kayıtlı bulunduğu halde, memleketimizde "Terapötik olarak kıymetli esterler ve bunları elde etmeye mahsus usul." unvanı ile beratı alınmış bulunmaktadır. Burada kıymetli esterler diye ilâcın kimyevî ismi zikredilerek esas ilâç ismi saklanmıştır. Bu suretle elde edilen fiilî inhisar hakkının kullanılmasından fiyat tekeli yaratılmış ve dünya piyasalarında bir kilosunun 50-55 dolar civarında iken mezkûr beratı almış bulunan firma ve lisansiyeleri tarafından 110-150 dolar üzerinden memleketimize ithali suretiyle yılda 800.000 dolar yani 7.200.000 Türk lirası döviz ziyanına sebebiyet verildiği gibi, müstehlik de bu ilâca 6-7 lira yerine 14-15 lira ödemek zorunda bırakılmaktadır.

Buna ilâve edilecek bir çok misaller daha vermek mümkündür. Bu meyanda Oxytetracycline ve buna benzer antibiotiklerden uğranılan döviz ziyamın yekûnu yılda 38.200.000 Türk lirasıdır. Bunun halka inikası ise, 15 liralık ilâca 50-55 lira ödemek suretiyle tecelli etmektedir.

İhtira Beratı Kanunu Muvakati, bu gibi suistimalleri önlemek için, ilâçlara ihtira beratı verilmesini önleyici mahiyette olduğu gibi, Milletlerarası anlaşmalarda yer alan hükümler de, millî kanunumuzun bu suretle tatbikine mâni teşkil etmemektedir. Çünkü iltihak eylediğimiz sınaî mülkiyetle ilgili Milletlerarası anlaşmalarda, bilhassa 6894 sayılı Kanunla tasdik ettiğimiz sınaî mülkiyetin himayesine mahsus 20 Mart 1883 tarihli muaddel Paris ittihadı Mukavelenamesinin 2 nci maddesi, bu anlaşmaları imza eden Devletlerin vatandaşlarına, kendi vatandaşlarımıza tatbik edilen hususlardan gayrı bir hususun tatbikini âmir değildir.

Yukarıda belirtilen sebeplerle, ihtira Beratı Kanununun 3. maddesine göre, 767 sayılı Türk Kodeksi Hakkındaki Kanunun 4 üncü maddesinde kayıtlı tababeti beşeriye ve hayvaniyede ilâç gibi müstamel bütün tıbbî nebatat ile basit veya mürekke puzvî ve gayriuzvî kimyevi maddeler yani ilâçlar için berat verilmemesi; her hangi bir kimyevî maddenin istihsal usulü için berat verilmiş olsa bile, bu kimyevî maddenin ilâç olduğu tespit edildiğinde İhtira Beratı Kanununun 36. maddesi mucibince beratı veren makam tarafından iptal edilmesi gerekir.

Hülâsa olarak:

İhtira Beratı Kanununun 3. maddesi hükmü, bahis mevzuu terkibatı saydelâniyeye, her nevi edviye ve mualecata her ne nam, sebep ve usulle olursa olsun berat verilmesine müsait değildir.

Bu itibarla talep edilen bu gibi ihtiralara, kanunun 2. maddesindeki "madde- ve "usul" beratı hükmüne uygun bulunsa bile 3. madde hükmü muvacehesinde berat verilmemesi ve verilmiş olan bu kabil beratların hükümsüz addedilmeleri gerektiğinden yanlış tatbik gören sözü edilen 3. maddenin, bu yanlış tatbikat sebebiyle, ayrıca tefsirine mahal bulunmadığına oybirliği ile karar verildi.)

GEREKÇE:

İtirazın konusu, 10 Mart 1296 tarihli İhtira Beratı Kanununun 3. maddesinde yer alan ve "terkibatı saydelâniyeye ve her nevi edviye ve mualecata" berat verilmesini yasaklayan hükmün, bu maddenin tefsirine mahal olmadığı yolundaki 8 Mayıs 1961 günlü ve 51 sayılı Kurucu Meclis kararında açıklanan anlam içinde, Anayasa"nın mülkiyet hakkına ilişkin 36., temel hakların korunmasına ilişkin 11/2. maddelerine ve 132. maddesinin birinci ve ikinci fıkralarındaki ilkelere aykırılığı nedeniyle iptali isteminden İbarettir.

1- Davacı ve Danıştay 12. Dairesi, berat verilmesini yasaklıyan söz konusu hükmün, Anayasa"ya aykırılığını ileri sürerlerken Anayasa"nın 36. maddesindeki mülkiyet hakkı kavramının, kişinin mamelekine giren sübjektif hakların hepsini kapsadığı, belli nitelikteki düşünce ürünleri üzerindeki hakların da bunlardan olduğu, iptali istenilen hükmün ise bir kısım ihtiralar için yaratıcısına berat verilmesini önlemekle ihtira ile doğan mülkiyet hakkının özüne dokunduğu gerekçesine dayanmaktadırlar.

Bu duruma göre, dâvanın çözümü için. ilk olarak, ihtira beratı verilmemesinde mülkiyet hakkına dokunan bir yönün var olup olmadığı incelenmelidir. Başka bir deyimle, önce ihtira beratının sağladığı hakkın, Anayasa"nın 36. maddesinde yer alan mülkiyet hakkı kavramına girip girmediği ortaya konulmalıdır. Çünkü dâva konusu hüküm muhterii ancak ihtira beratından mahrum ettiğine göre, ihtira beratının sahibine sağladığı hak, bir mülkiyet hakkı değilse, dâva konusu hükmün de mülkiyet hakkına dokunma yönünden Anayasa"ya aykırılığı söz konusu olamaz.

Bu yönün anlaşılması için, yapılacak incelemede, ihtira beratının, sahibine sağladığı hak ile Anayasa"daki mülkiyet hakkının konusu ve kapsamı üzerinde durulmalıdır.

Anayasa"da, mülkiyet hakkının, bir temel hak olduğu, kamu yararına aykırı olarak kullanılamıyacağı, ancak kamu yararı düşüncesiyle sınırlanabileceği belirtilmiş ise de, konusu ve kapsamı gösterilmemiş ve ihtira hakkından da söz edilmemiştir. O halde bu yönlerde ilgili kanunlara ve hukuk ilkelerine bakarak bir sonuç çıkarmak gerekir.

Davacı, dilekçesinde, Anayasa"daki (mülkiyet hakkı) teriminin, kişinin mamelekinin hepsini kapsadığı ve Anayasa"daki mülkiyet hakkı kavramının kapsamı ile Medenî Kanundaki mülkiyet hakkı kavramının kapsamının farklı olduğu görüşünü öne sürmekte, Danıştay 12. Dairesi de bu görüşü benimsemiş bulunmaktadır.

Oysa Anayasa"nın 36. maddesinin ilk fıkrasında (Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir) denilmekle yetinilmiş, hakkın niteliği ve kapsamı konusunda bir açıklama yapılmamıştır. Anayasa"nın 36. maddesinde mameleke giren hakların hepsinin mülkiyet hakkı kavramı içinde olduğunu gösteren bir hüküm veya bu derecede geniş yorumlamaya elverişli bir anlatım yoktur. Anayasa çalışmalarında ve maddelerinin tertiplenmesinde, yürürlükteki hukuk düzeninin gözönünde tutulmuş olması ise, tabiidir. Nitekim Anayasa, yürürlükteki hukuk düzeninde değişiklik yapmayı istediği hallerde, bu ereğini sağlayan veya belli eden açıklıkta, hükümler getirmiştir. Mülkiyet hakkı bakımından koyduğu ilkeler ise, bu hakkın ancak kamu yararı amacı ile ve kanunla sınırlanabileceğinden ve kullanılmasının toplum yararına aykırı olamayacağından ibarettir. Maddenin gerekçesinde ve Temsilciler Meclisindeki görüşmelerde de, davacı tarafından ileri sürülen görüşü destekler bir söz geçmemiş, tersine kimi üyelerin : "halbuki fikrî haklar gibi haklar vardır ki mülkiyet hakkı ile ilgili değildir.", "Komisyonun tadil teklifi Medenî Kanunumuzun getirdiği, bu gün Türk Milletinin alışık olduğu şekilde bir mülkiyet hakkı ve tasarruf imkânı getirmektedir ve gerçekten komisyonun getirdiği teklif, Medenî Kanunumuzun 618. maddesinde kabul ettiği mülkiyet hakkına tamamen uymaktadır" şeklindeki açıklanan görüşleri itiraza uğramamış ve madde hakkındaki bütün tartışmalar Medenî Kanunumuz çerçevesindeki bir mülkiyet hakkinin öngörüldüğünü benimseyen görüşler çerçevesinde yapılmıştır. (Temsilciler Meclisi Tutanak Dergisi Cilt: 3. Sahife : 252 - 254 ve devamı, Cilt: 4, Sahife: 493-495)

Bu sebeple Anayasa"nın metni ve bu metni kabul eden Meclisin açık olan ereği karşısında, Anayasa"daki mülkiyet hakkı teriminin, niteliği ve kapsamı bakımından, Medenî Kanunumuzdakinden daha geniş düşünüldüğü ve kişinin bütün malî haklarını içine aldığı sonucuna varılması mümkün değildir. Anayasa"daki (Mülkiyet hakkı) kavramının mamelek kavramı ile eşit anlamda olduğunu kabul etmek ve çeşitli hakları ihtiva eden bir kül olarak görmek müsbet hukuk kurallarımıza uygun bir görüş olmaz. Medenî Kanunumuza göre, mülkiyet hakkının konusunu maddî şeyler teşkil etmekte, mamelek içindeki diğer haklar mülkiyet hakkı sayılmamakta ve kanunlarda bunlardan, haklar ve alacaklar diye bahsedilmektedir. Hattâ maddî eşya üzerinde kurulan ve bu itibarla mülkiyet hakkını etkileyen ve böylece Anayasa"nın 36. maddesinin kapsamı içinde bulunan bir kısım haklar bile doğrudan doğruya "mülkiyet" hakkı sayılmayarak, "mülkiyetin gayri aynî haklar" adı ile nitelendirilmektedir.

Nazarî hukuk alanında da mülkiyet hakkı, konusu maddî şey ve mal olan bir eşya hakkı olup, medenî hakların ayırımında, mameleke giren aynî haklardan birisini teşkil etmekle, ihtira hakkı ise, mameleke girmekle birlikte aynî hakların ve böylece mülkiyet hakkının dışında kalmaktadır. Özet olarak, Anayasa"nın 36. maddesinin açık metni, maddede yer alan "mülkiyet hakkı" teriminin bütün mamelek haklarını kapsadığı yolunda yorumlanmasına ve ihtira hakkının da bir mülkiyet hakkı olduğunun kabulüne elverişli değildir.

Öte yandan Almanya"daki Anayasa hukuku nazariyatında ve mahkemelerin uygulamalarında, ileri sürüldüğü üzere, Bonn Anayasası"nın 14. maddesindeki "mülkiyet hakkı" kavramına fikrî hakların da dahi! sayılmakta olması, Anayasa"mızın 36. maddesi hükmünün de aynı doğrultuda yorumlanması için yeter bir neden değildir.

Zira bir kez Anayasa"mızın 36. maddesi hükmü ile Alman Anayasa"sının 14. maddesi hükümleri, ileri sürüldüğünün tersine, niteliği etkileyecek derecede, farklı olarak düzenlenmişlerdir.

Öte yandan yukarıda da değinildiği üzere; Anayasa koyucunun, 36. madde hükmünü ne erekle düzenlediği ortada iken, bir yabancı devlet anayasası üzerindeki tartışmalar ve o anayasanın uygulanış biçimi, bu ereğe aykırı bir yorumu haklı ve makbul kılamaz.

Davacı, (İnsan Haklarını ve Ana Hürriyetleri Korumaya Dair Sözleşmeye Ek Protokol) un 1. maddesinde (mal) teriminin kullanılmış olmasını da, iddiasının bir delili olarak öne sürmektedir.

Oysa (mal) terimi ile (mülkiyet) teriminin ayrı hukukî kavramlar olduğunun bilindiğine ve Anayasa"nın 36. maddesinde (mülkiyet hakkı) nda söz edildiğine göre, bahse konu protokolün 1. maddesi ile Anayasa"nın 36. maddesi arasında, davacının dilekçesinde öne sürülen biçimde, bir bağlantı kurmak mümkün değildir. Kaldı ki Protokolün 1. maddesinde (her hangi bir kimse, âmme menfaati icabı olarak ve kanunun derpiş eylediği şartlar ve devletler hukukunun umumî prensipleri dahilinde mülkünden mahrum edilebilir) denilmek suretiyle, Anayasa"nın 36. maddesindeki ilkelerden çok değişik, ve kanun koyucunun nispî takdirine bağlanmış bir esasın kabul edildiği görülmektedir.

Buna karşı, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, mülkiyet hakkına 17. ve fikri haklara da 27. maddelerinde yer vermek suretiyle bu iki hakkın niteliklerindeki ayrılığa uygun bir düzenleme yapmış bulunmaktadır. Gerçekten söz konusu beyannamenin bu maddelerin de şu hükümlerin yer aldığı görülür:

"Madde 17: 1- Her şahıs tek başına veya başkalariyle birlikte mal ve mülk sahibi olmak hakkını haizdir.

2- Hiç kimse keyfî olarak mal ve mülkünden mahrum edilemez.

"Madde 27: 1- Herkes, topluluğun kültürel faaliyetine serbestçe katılmak, güzel sanatları tatmak İlim sahasındaki ilerleyişe iştirak etmek ve bundan faydalanmak hakkını haizdir.

2- Herkesin, sahibi bulunduğu her türlü ilim, edebiyat veya sanat eserlerinden mütevellit manevî ve maddî menfaatlerin korunmasına hakki vardır."

Görüldüğü gibi İnsan Haklan Evrensel Beyannamesi, mülkiyet hakkının, "mal ve mülk sahibi olma" deyimi ile, maddî şeylere özgü niteliğini belirtmiş, fikrî haklan ise, "türlü ilim, edebiyat veya sanat eserlerinden mütevellit manevî ve maddî menfaatlerin korunması hakkı" olarak ifade etmiştir.

Anayasamız da 36. ve 21. maddeleriyle söz konusu beyannameye muvazi bir düzenleme yapmış; 36. maddesiyle, Medenî Kanundaki esaslara uygun biçimde mülkiyet hakkı ilkesini koyarken, 21. maddesiyle de bilim ve sanat hürriyetini, bir temel hak olarak düzenlemiştir.

Buraya kadar yapılan açıklamalar, fikri hakların, Anayasa"nın 36. maddesinde yer alan "mülkiyet hakkı" teriminin kapsamı içerisinde olduğu ve bu bakımdan mülkiyet hakkına tanınmış bulunan Anayasa teminatından bu hakların da faydalandırılmaları gerektiği görüşüne katılmanın mümkün olmadığını göstermektedir.

Öte yandan Anayasa"nın 21. maddesinin ilk fıkrasından "Herkes, bilim ve sanatı serbestçe öğrenme ve öğretme, açıklama, yayma ve bu alanlarda her türlü araştırma hakkına sahiptir" denilmek suretiyle sadece (İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinin) 27. maddesinin 1 sayılı bendindeki ilkenin benzeri olan esasların alındığı, buna karşılık 2 sayılı bendinde yer alan ve bu faaliyetler sonucu elde edilecek fikir ürünleri üzerindeki haktan söz edilmediği ve böylece söz konusu hakların kişinin temel hakları arasında sayılmadığı görülmektedir. Ancak bu durum, söz konusu fikrî hakların hiç bir ölçüde Anayasa teminatı altında bulunmadığı anlamına alınmamalıdır. Zira 21. maddesiyle, bilim ve sanat alanında serbestçe açıklama, yayma ve her türlü araştırmayı bir temel hak olarak belirten Anayasa"nın bu faaliyetler sonucu meydana gelen fikir ürünleri üzerinde hiç bir hak tanımamış olduğunu söylemek mümkün değildir. Aksine, söz konusu 21. madde hükmünün bu maddede belirtilen hakların kullanılması sonucunda meydana gelen fikir ürünleri üzerinde, sahiplerinin ilişkilerini ve haklarını, bir "temel hak" niteliğinde olmamakla birlikte, dolaylı olarak teminat altında bulundurduğundan kabul olunması, madde hükmünün tabiî bir sonucudur. Zira bu madde ile, "Temel hak" olarak kişiye tanınmış olan hürriyetler düzeninin gereği gibi işliyebilmesinin, bu hakların kullanılması sonucunda elde edilen fikir ürünlerinden, sahiplerinin, yararlanmalarının sağlanmasına bağlı olduğu şüphesizdir bu bakımdan Anayasa"nın, "temel hak" olarak tanıdığı bir faaliyet sonucu meydana gelen fikir ürünleri üzerinde sahiplerine hiç bir hak tanımamış olduğu düşüncesi, tutarlı bîr görüş sayılamaz.

Öte yandan, fikir ürünleri üzerinde Anayasa"nın hiç bir korumasının bulunmadığı düşüncesiyle bunların tanınıp tanınmamasının kanun koyucunun mutlak takdirine bağlı sayılmasının da, bilim ve sanat araştırmaları sonucunda meydana gelen fikir ürünleri üzerine, çeşitli görüş ve maksatlarla ölçüsüz sınırlamalar konulabilmesi suretiyle bu gibi çalışmaların muhtaç olduğu özgürlük ortamının gereği gibi sağlanamamasına ve bu yüzden de araştırma alanına yönelecek çabaların engellenmesine ve yurdun bilim ve sanat alanındaki ileri hamlelerinin yavaşlamasına, dolay isiyle de kamunun zarara uğramasına yol açacağı ortadadır.

Görülüyor ki böyle bir tutum, 21. maddedeki "temel hak" ları etkileyecek ve onları dolaylı bir baskı altına alarak sahip bulundukları Anayasa teminatını işleyemez duruma girmesi yollarını açabilecek bir sonucun önceden kabul edilmesi demek olur ki bunun da Anayasa"nın ruh ve maksadiyle bağdaştırılması mümkün değildir.

Esasen, Türkiye Cumhuriyetinin, insan haklarına dayanan demokratik bir hukuk devleti olduğunu belirten Anayasa"nın 2. maddesi, başka türlü bir anlayışa yer vermeyecek derecede açıktır.

Şu duruma göre, herkesin, Anayasa"da sayılan temel haklardan ayrı olarak Anayasa"nın 21. maddesinin koruduğu bilim ve sanat çalışmalarından doğma maddî ve manevî menfaatlarının korunmasını isteme hakkına da sahip bulunduğu ve kanun koyucunun bu ilkelerin ışığı altında böyle bir hakkı düzenleme yetkisini haiz olduğu sonucu kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Bir başka deyimle kanun koyucunun, bilim ve sanat özgürlüğü, kamu yararı, insan hakları ve demokratik hukuk devleti ilkelerinin sınırları içerisinde kalmak şartiyle bu hakkın niteliğini, doğuş koşullarını, sahibine sağladığı yetkileri düzenlemesi gereklidir ve bu konudaki düzenlemelerin, Anayasa ilkelerine aykırı bir yönü bulunup bulunmadığının, denetlenmesi de Anayasa Mahkemesinin görevleri arasındadır.

İhtira Beratı Kanununun 3. maddesinin iptali istenen hükmünün, Kurucu Meclisin 51 sayılı kararı ile beliren anlamı içinde ve yukarıdaki açıklamaların ışığı altında incelenmesi halinde aşağıdaki sonuçlara varılır:

Sözü edilen ihtira Beratı Kanunu, 1. maddesi ile hirfet ve sanayie dair olan her nevi ihtiraat ve keşfiyat ve ıslahattan faydalanma hakkının mucit, kâşif ve muslihlerine ait olduğunu tespit etmiş ve faydalanma hakkının Devlet tarafından verilecek "berat" ile tasdik edileceği esasını koymuştur.

Kanunun öteki maddelerinde, faydalanma hakkının süresi, beratın ne suretle isteneceği, nasıl verileceği, ferağ ve intikal şekilleri, iptal ve iskat şartları... gibi hükümler bulunmakta iptali istenilen 3. maddesinde ise "terkibatı saydelâniye" ile ilâçlara ihtira beratı verilemiyeceği esası yer almaktadır. Söz konusu 3. maddenin iptali istenilen hükmünün, kanunun tümü içindeki yeri ve niteliği gözönüne alınarak incelenmesi halinde, sanayi ve hirfet alanına giren fikir ürünlerinden sadece "terkibatı saydelâniye" ve "ilâç" konularındaki buluş sahiplerine ihtira hakkı tanımamak suretiyle bunlardan faydalanma hakkının bir tek kişinin mutlak tekeli altına germesinin önlendiği görülür.

51 sayılı Kurucu Meclis kararı ise, bu konulardaki usul buluşlarının da himaye edilemiyeceğinin, yani bunlar için de ihtira beratı verilemiyeceğinin, madde hükmünün tabiî bir gereği olduğunu belirtmektedir. Terkibinde birden çok madde bulunan her ilâç bir usul uygulaması sonucunda meydana getirilebileceğine göre, ilâç için ihtira beratı verilmeyeceği esasını kabul eden kanun koyucunun, madde hükmünden, usulü hariç tuttuğu düşünülemiyeceği cihetle maddenin 51 sayılı karar doğrultusunda uygulanması da yerinde ve zorunludur.

İlâç konusunun insan sağlığı ile olan yakın ilişkisi gözönüne getirilse kanun koyucunun tutumuna hak vermemek mümkün değildir. Kamu yararının açık bir gereği olan ve "Fikir ürünlerinden sahiplerinin faydalanmalarının korunmasını isteme hakkı, üzerine konular bu kayıtlamanın, fikir ve bilim özgürlüğünün özünü zedeler bir önem ve kapsamda olduğu ileri sürülemez. Bu konuda sözü edilen kamu yararının önemi de böyle bir kayıtlamayı haklı kılar.

Toplum sağlığının korunmasının gereği olan niteliği yukarıda belirtilen kayıtlamanın, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinin 25., 29. ve 30. maddeleri karşısında, insan haklarına ve demokratik bir toplum olma ilkelerine aykırılığı da ileri sürülemez. Siyasî rejimleri, insan haklarına ve demokratik hukuk devleti esaslarına dayanan bir kısım batı ülkelerinde de söz konusu hakkın bu yolda düzenlendiği görülmektedir.

Özetlemek gerekirse, iptali istenen hükmün, mülkiyet hakkı ile ve bu sebeple de Anayasa"nın 36. maddesiyle bir ilişkisi olmadığı gibi Anayasa"nın 21. ve 2. maddelerindeki ilkelere aykırılığından da söz edilemez.

Üyelerden İhsan Keçecioğlu, Feyzullah Uslu, Fazlı Öztan, İ. Hakkı Ketenoğlu, İhsan Ecemiş, Recai Seçkin; iptali istenen hükmün Anayasa"ya aykırı olmadığı oyunda bulunmuşlarsa da yukarıdaki gerekçeye katılmamışlardır.

2- Danıştay 12. Dairesinin, 1961 Anayasasının yasama organına kanun hükümlerini yorumlama yetkisini tanımadığı halde, 51 sayılı kararın, Anayasa"nın 132. maddesinin birinci ve ikinci fıkralarında yer alan ilkelere aykırı olarak, yargı organlarına kanunu kendi anlayışlarına göre yorumlayıp uygulamak imkânını vermediği, bu organları, yasama organının etkisi altında karar verme zorunda bıraktığı yolundaki gerekçesine gelince :

Söz konusu 51 sayılı kararın, Kurucu Meclis tarafından kabul edildiği 8/5/1961 gününde, 1924 Anayasasının yasama organına kanunları yorumlama yetkisi tanıyan 26. maddesi yürürlükte idi.

Şu duruma göre 51 sayılı Kurucu Meclis kararı; kabul edildiği tarihte yürürlükte bulunan Anayasa hükmüne uygun olarak yapılmış, halâ hukukî değeri olan ve uygulanması zorunlu bulunan bir yasama tasarrufudur.

Aksi düşünce, 1924 Anayasasının yürürlükte bulunduğu devrede, sözü geçen Anayasa hükmüne dayanılarak çıkartılmış bulunan yorum kararlarının, 1961 Anayasasının yürürlüğe girmesiyle hukukî değerlerini yitirmiş bulunmaları sonucuna yol açar ki böyle bir görüşün savunulması ve kabulü mümkün değildir.

Anayasa"nın 132. maddesi ise, hâkimlerin Anayasa"ya, kanuna, hukuka ve vicdanî kanaatlerine göre hüküm verecekleri ilkesini koyduğuna ve 51 sayılı karar da ilişkin olduğu kanuna bağlı ve onunla birlikte uygulanması zorunlu bir müsbet hukuk metni bulunduğuna göre, mahkemelerce İhtıra Beratı Kanunun 3. maddesinin iptali istenen hükmünün, 51 sayılı karar ile beliren anlamı içinde uygulanmasının, Anayasa"nın 132. maddesinin birinci ve ikinci fıkralarına aykırı nitelikte olmadığı, aksine olarak bu fıkraların hükümlerinin bir gereği bulunduğu ortadadır.

Bu nedenlerle itiraz, tartışılan ikinci gerekçe yönünden de yerinde değildir.

SONUÇ:

İhtira Beratı Kanununun 3. maddesinde yer alan ve Kurucu Meclisçe yorumlanmasına yer olmadığına 8 Mayıs 1961 gününde 51 sayı ile karar verilen "... terkibâtı saydelânîyeye ve her nevi edviye ve muâlecâta..." ihtira beratı verilmesinin caiz olmadığı" yolundaki hükmün Anayasa"ya aykırı bulunmadığına ve itirazın reddine 26/12/1967 gününde oybirliği ile karar verildi.

 

 

 

 

 

Başkan

İbrahim Senil

Başkanvekili

Lütfi Ömerbaş

Üye

İhsan Keçecioğlu

Üye

Salim Başol

 

 

 

 

Üye

Feyzullah Uslu

Üye

A. Şeref Hocaoğlu

Üye

Fazlı Öztan

Üye

Celâlettin Kuralmen

 

 

 

 

Üye

Hakkı Ketenoğlu

Üye

Fazıl Uluocak

Üye

Avni Givda

Üye

İhsan Ecemiş

 

 

 

 

Üye

Recai seçkin

Üye

Ahmet Akar

Üye

Muhittin Gürün

 

 

İTİRAZ KONUSU HÜKMÜN ANAYASA"YA UYGUNLUĞU GEREKÇESİNE İLİŞKİN KARŞİ OY YAZISI

Çoğunluk gerekçesinde, Alman Anayasa"sının mülkiyete ilişkin hükmü ile Türk Anayasa"sının hükmü arasında başkalık bulunduğundan, dolayı Alman mahkemelerinin ve bilim adamlarının yorumundan bizim yararlanamayacağımız, bizim Anayasa"mızın 36. maddesine ilişkin raporda ve Meclis görüşmelerinde söylenilenlerden Anayasa koyucusunun ancak Medenî Yasa"nın düzenlediği anlamda maddî mallar üzerindeki mülkiyet hakkını korumayı düşündüğünün anlaşılması karşısında 36. madde hükmünün mülkiyet hakkından daha başka hakları kapsamına almadığı İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinin ise 17. maddesinde mülkiyet hakkına ve 27. maddesinde fikrî haklara yer vererek fikri hakların mülkiyet teminatının kapsamı dışında kaldığını belirttiği ve fikrî hakları 27. maddesindeki hükümde "manevî ve maddî menfaatleri koruma hakkı" olarak anlattığı, Anayasa"mızın 21. maddesindeki "Herkes, bilim ve sanatı serbestçe öğrenme ve öğretme, açıklama yayma ve bu alanlarda her türlü araştırma hakkına sahiptir" hükmü ile, bu maddede anılan çalışmalar sonucunda ortaya çıkan düşünce ürünleri üzerinde de sahiplerine temel hak niteliğinde olmasa bile bir takım haklar tanımış bulunduğu, Türkiye Cumhuriyetinin insan haklarına dayanan demokratik bir hukuk devleti olduğunu bildiren ikinci madde hükmü ile az önce anılan 21. madde hükmüne göre Anayasa"da sayılan temel haklardan ayrı olarak kişinin düşünce ürünlerinden doğan maddî ve manevî yararlarının korunmasını isteme hakkına sahip bulunduğu ve yasa koyucunun bilim ve sanat hürriyeti insan hakları ve demokratik hukuk devleti ilkeleri içerisinde kalarak bu hakkın niteliğini, doğumu koşullarını ve sahibine sağlıyacağı yetkileri düzenleyebileceği görüşleri benimsenmiştir.

1- Anayasa"mızın 2 nci maddesinde Devletin belli alanlarda bir takım yararları korumakla ödevli bulunduğu ve bu ödevi yerine getirmek üzere bir takım yasa hükümleri koymak yükümü altında olduğu anlatılmak İstenmiş değildir. Belki Devletin yasalarla veya başka biçimde koyacağı hukuk kurallarında gözeteceği sınırlar, gözönünde tutacağı yönler ve amaçlar belirtilmiştir. Anayasa"nın "Genel esaslar, başlıklı birinci kısmında yer alan bu 2. madde, "Devletin nitelikleri" başlığını taşımakta ve yazılışı bakımından da bu nitelikleri göstermektedir. Buna karşılık, "Temel haklar ve ödevler" başlıklı 2. kısımın özellikle 3. bölümünde yer alan hükümler ile devlete belli alanlarda yasalar koymak ödevi açıkça yüklenmiştir; demek ki devletin belli alanlarda hukuk kuralları koyarak kişilerin yararlarını korumak ödevine ilişkin hükümlerin yeri Anayasa"nın 2. maddesi değildir.

Buna göre demokratik hukuk devleti ilkesinin, devlete, yeni buluş sahiplerinin haklarını korumak ödevini yükleyen bir dayanak olarak gösterilmesi; ilk önce Anayasa hükümlerinin yazılışına dayanarak çıkarılan anlama uygun olamaz. Bu 2. maddenin Kurucu Meclisteki hazırlık çalışmalarının incelenmesi dahi bu görüşü doğrulamaktadır. Gerçekten Temsilciler Meclisi Anayasa Komisyonu raporunda bu madde ile "Devletin vasıfları" nın gösterildiği yazılıdır ve bu niteliklerin anlamlan özetlenmiştir (Avukat Kâzım Öztürk - İzahlı, Gerekçeli, Anabelgeli ve Maddelere Göre Tasnifli Bütün Tutanakları ile Türkiye Cumhuriyeti Anayasa"sı - Ajans Türk Matbaası. Ankara - 1966. Sayfa 953-954). Maddenin Temsilciler Meclisi ve Millî Birlik Komitesinde görüşülmesi sırasında "Hukuk devleti" sözünün ve "Millî Devlet" veya "Milliyetçi Devlet" sözlerinin maddeye konulması özerinde tartışmalar olmuştur. Temsilciler Meclisi üyelerinden Esat Çağa; maddenin bir mihenk taşı olduğunu, yapılacak yasaların, idarenin işlemlerinin buna aykırı olamayacağını, yargı organlarının bunun ışığı altında yorum yapacaklarını, hukuk devletinin, devleti amacı bakımından tanımlayan bir deyim olduğunu ve kapsamı bakımından adalete uygun bir hukuk düzenini kurma ve sürme amacını güttüğünü, bu ikinci maddenin Devletin işleyişi bakımından niteliklerini belli ederek yasa koyucuya, idareciye ve hâkimlere bir davranış yönü gösterdiğini daha önce belirttiğini (Anılan kitap S: 956-957 ve 1112), Temsilciler Meclisi Üyelerinden Coşkun Kırca bu ikinci maddede ne belli bir hak, ne bir hürriyet, ne de belli bir ödev anılmış olduğunu burada yanlızca Devlete bütün çalışma ve İş alanlarında esin verecek olan bir zihniyetin, bir felsefenin bildirilmiş bulunduğunu ve Devletin bütün çalışma ve iş alanlarında bu ilkelerin tespit ettiği zihniyete sahip olmasının istendiğini ve Anayasa Mahkemesi ile başka mahkemelere "Yasaları bu yolda yorumla" diye bir yönerge bir talimat verilmek amacı güdüldüğünü (Anılan kitap S; 954-955). Temsilciler Meclisi üyelerinden Hamza Eroğlu; ikinci maddenin Devletin niteliklerini bîr Anayasa konusu olarak öngördüğünü (Anılan kitap S : 1027), Temsilciler Meclisi üyelerinden Ferit Melen ise; bu ikinci maddenin Devletin yanlızca niteliklerini belirtmekle kalmayıp ayrıca onun ereğini, izleyeceği doğrultuyu dahi gösterdiğini, örneğin sosyal devlet derken nitelik i!e birlikte doğrultuyu dahi bildirdiğini (Anılan kitap S : 1056), söylemişlerdir. Bütün bu açıklamalardan çıkan sonuç, yalnızca Anayasa"nın ikinci maddesine dayanılarak Devletin şu veya bu alanda kişinin çıkarını korumak üzere yasalar koymak ödevinin bulunduğu yolunda bir görüşün savunulamayacağıdır.

2- Çoğunluk gerekçesinde dayanılan Anayasa"nın 20. maddesinde dahi, bulucunun sanayi alanında uygulanması olan yeni buluşunu korumaya elverişli bir hüküm yoktur; çünkü, bu maddede anılan sanat, kuşkusuz edebiyat ve güzel sanatlardır; zira Temsilciler Meclisi Anayasa Komisyonu raporunda da belirtildiği gibi, bilim ve sanat hürriyetine bir çok yabancı ülkelerde bu hürriyetlere karşı yapılan baskılardan ders alınarak o ülkelerin anayasalarında yer verilmiş ve bundan dolayı da bizim Anayasamıza geçmiştir. Bir gerçektir ki uygulamada yapılan baskı edebiyatı ve güzel sanatlara yönelmiştir yoksa hiç bir devlette yalnızca sanayi alanında değerlendirilerek devletin iktisadî gücünü artıracak sonuçlar doğurabilecek olan sanat çalışmalarını engellemek, kimsenin aklına gelmiş değildir. Güzel san"atler ve edebiyat alanında yapılan birçok çalışmalar ile baskıya karşı tepki göstermek yolu hemen her yerde tutulmuş ve bundan ötürü de baskıya dayanan yönetimlerce edebiyat ve güzel san"at alanında çalışanlara göz açtırmamak ilkesi benimsenmiştir. Bundan başka, Anayasa"nın 20. maddesindeki bilim ve sanat özgürlüğüne ilişkin hükmün yazılışından anlaşıldığı gibi, bu hüküm, yalnız, san"at alanında kişilerin çalışmalarını engellememek yolunda olumsuz biçimde bir ödevi Devlete yüklemektedir. Nitekim bu maddeler öğretim hürriyetine İlişkin hüküm ile 50. madde hükmünün birleştirmek için Temsilciler Meclisinde ileri sürülen bir önergeye karşı komisyon sözcüsü Muammr Aksoy, bu maddedeki; hükümlerle özgürlüklerin Devlet bakımından olumsuz yönden düzenlendiğini ve bu madde hükmü ile Devlete herhangi bir şey yapmak ödevinin yükletilmediğini, Devlete yükletilen yapma ödevlerinin ancak 49. maddenin (ki Anayasa metninde 50. madde olmuştur) içinde bulunduğu 3 bölümde yer aldığını, bundan Ötürü önergenin kabulünün Anayasa yapısına aykırı olacağını ileri sürerek (Anılan kitap s : 1484 ve 2090), maddelerden anlaşılan bu yönü ayrıca belirtmiştir. İmdi sanat özgürlüğü için konulan hükme dayanarak Devletin endüstri alanındaki yeniliklerin bulucularını korumak ödevi olduğu kabul edilemez.

3- Yukarıdaki birinci ve ikinci bentlerdeki açıklamalarda anlaşıldığı üzere, Anayasanın bu iki hükmünden hiç birisi, yasa koyucuya bir şey yapma ödevini yüklemekte değildir. İmdî bunların ikisine birden dayanılarak dahi böyle bir ödevin bulunduğu ileri sürülemez.

4- Çoğunluk gerekçesinde dayanılan İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinin 27. maddesinin ikinci fıkrası dahî, ancak güzel sanatlar alanındaki ürünlere ilişkin bir hükümdür. Beyanname metninin Türkçe resmî çevirisinde birinci fıkrada "güzel sanatları tatmak" sözü kullanılmış iken İkinci fıkrada yalnızca "sanat eserleri" denmiştir. Türkçe"de dahi (sanat eserleri) deyimi, hiç bir zaman sanayide kullanılacak eserleri anlatmak üzere kullanılan bir söz değildir. Belki edebiyat ve güzel sanatlar alanındaki yapıtları gösteren bir sözdür. Evrensel Beyannamenin Fransızca metninde ikinci fıkrasında "Production scientifique, litteraire ou artistique" sözleri kullanılmıştır ki "bilim, edebiyat ve güzel sanat ürünleri" demektir. Nitekim Fransızca"da bugün "production artistique" sözü ancak güzel sanat alanındaki ürünleri anlatır, yoksa endüstri yani sanayi alanını ilgilendiren ürünleri değil. Bu yön "artistique" sözüne ilişkin olarak "Grand Larousse Encyclopedique", in birinci cildinin 618. sahifesinde ve bu sözün kökü olan "art" sözüne ilişkin olarak aynı yapıtın aynı cildinin 604-606 sahifelerindeki açıklamalardan ve özellikle bu söze bugün verilen anlamın yani güzel sanatlar anlamının 19. Yüzyılda yerleşmiş olduğuna ilişkin açıklamalarda anlaşıldığı gibi, Fransa"da 11 Mart 1957 günü Edebiyat ve Güzel Sanatlar Mülkiyeti Yasasına "La loi sur la propri ete litteraire et artistique" denilmesinden dahi anlaşılmaktadır. Ayrıca şunu da belirtelim ki Anayasa"nın Prof. E. Hirsch"e Millî Birlik İdaresince yaptırılan Almanca çevirisinde de, 20. maddedeki (sanat) sözü, "kunst" sözü ile Almanca"ya çevrilmiştir. Bu söz ise bugünkü Almanca"da (güzel sanatlar) anlamına gelmektedir. Bundan başka Bön Anayasa"sının bilim ve sanat özgürlüğünden söz etmesi bakımından bizim 21. maddenin karşılığı değerinde olan 5. maddesinin 3. fıkrasında yine "kunst" sözü kullanılmıştır. (Mangoldt Klein) ın (Das Bonner Grundgesetz) adlı Bön Anayasa"sı şehrinde (Band 1, 1957-Franz wahlen G.M.B.H. - Berlin und Frankfurt A.M.) 257. sahifesindeki açıklamalarda buradaki "kunst" sözünün hukukî anlamda edebiyat ve güze! sanatlar anlattığı, her sanatın bir biçimde "sanat yapıtında" gerçekleştiği, bu biçimin ise betli bir maddeye (Örneğin; taşa, oduna, toprak çanağa, söze, şarkıcının sesine veya dans edenin vücuduna) bağlı olduğu, burada maddenin hiçbir önemi bulunmayıp sanat yapıtının tümünün temel alınması gerektiği, maddenin kendi başına bir değeri olmayıp ancak gördüğü iş açısından değer kazandığı yazılıdır. Almanca"da (kunst) sözünün güzel sanatları anlattığı, fotoraflarla, biçim sanatları eserlerinin sahiplerine telif hakkı tanıyan 9.1.1907 günlü Alman Yasa"sına (Kunstchutz-gesetz) (Sanatı Koruma Yasası) denilmesinden de anlaşılmaktadır (Der Grosse Brock-haus 1955 Band, 6, S: 7/7).

Bu açıklamalara göre İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinin 27. maddesinin ikinci fıkrasına dayanılarak bu beyannamede sınaî hakların mülkiyet hakkından ayrı olarak hükme bağlanmış olduğunun öne sürülmesi dahi, doğru değildir. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinde, endüstri alanında yeni buluş sahibine hak tanınması için mülkiyet hakkına ilişkin maddedekinden ayrı bir hüküm konulmuş bulunduğu, bir an için, var sayılsa bile, bu durum bizim Anayasa"mızın 36. maddesinin yorumu bakımından bir dayanak olamaz; zira bizim Anayasa"mızda ve İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinde hükümler konulurken tutulan yollar ve özellikle mülkiyet güvencesine ilişkin hükümlerin her iki belgedeki yazılışları başka başkadır.

5- Anayasa"mızın 36. maddesinin kabulüne ilişkin hazırlık çalışmalarında, mülkiyet kavramının hemen hemen hiç tartışılmadığı ve böylece Anayasa"yı yapanların yalnızca Medenî Yasa"daki taşınmaz mallar ve taşınabilir mallar üzerindeki mülkiyet hakkını gözönünde tutarak hükümler koyduğu görüşü benimsenebilir; ancak bu durum, hiçbir zaman buradaki mülkiyet hakkına ilişkin güvencenin kapsamına bu haklar Anayasa"da başkaca bir hükme bağlanmış değilse, mamelekteki öbür hakların dahi girmesi gerektiği yollu bir yoruma gitmekten bizi alıkoyamaz. Gerçekten, Anayasa koyucu veya yasa koyucu, yalnızca belli bir durumu gözönünde tutarak bir hüküm koymuş ve bu hükmün konulusu ile güdülen sosyal amaç bakımından daha başka durumların dahi bu hükmün kapsamına girmesinde hukukî ve sosyal bir zorunluk ortaya çıkmış ise, bu hükmün genişletici bir yoruma bağlanması dahi hukukça bir zorunluk olur; çünkü, hukuk ve özellikle Anayasa hukuku, esnek bir anlayışla hukukî ve sosyal gerekleri ve isterleri karşılamak ereğini güder. Bunun tersinin düşünülmesi toplumun ihtiyaçları karşılamak üzere kurulmuş bulunan hukuk düzeninin bu ihtiyaçlara elvermemesi ve belli bir alanda toplumu ya baskı altında tutması veya başıboş bırakması gibi ağır ve hukuk düzeninin konuluş amacıyla çelişen bozukluklara yol açar; böyle bir sonuç ise hiçbir nedenle benimsenemez.

a) İlk önce şunu belirtelim ki mülkiyet güvencesi, tarihî bir gelişme sonunda bugünkü duruma gelmiştir. Nitekim, mülkiyet dahi, tarih boyunca uzun bir gelişme geçirmiş ve uzun gelişme sonunda bugünkü hukukî biçime girmiştir. Mülkiyet teminatı, ilk kabul edildiğinde, taşınmaz mallarla taşınabilir mallar üzerindeki mülkiyet hakkını, Devletin, Malikten almasını önlemeyi erek edinmiştir.

b) Mülkiyet güvencesinin ilk tanındığı çağlarda mülkiyet hakkı, bir kişinin toplum içinde olabildiğince bağımsız bir varlık sürdürmesini ve kendi sorumu altında kendi yaşayışına biçim vermesini sağlayan ve insan yaşayışını düzenleyici bir etken niteliğinde idi. Demek ki yabancı anayasalardan eski Anayasamıza ve oradan da bugünkü Anayasamıza geçen mülkiyet güvencesi ile Anayasalarımız, kişinin toplum içinde olabildiğince bağımsız bir varlık sürdürmesini ve kendi sorumu altında kendi yaşayışına biçim vermesini sağlayan ve onun yaşayışının düzenlenmesinde temel bir etken, temel bir neden niteliğinde bulunan bir durumu korumayı istemiş ve bunun için bu türlü bir hüküm öngörülmüş bulunmaktadır. Demek ki Anayasa"ya bu hükmün konulmasiyle güdülen erek, kişi varlığı için bu ölçüde önemli ve bu denli vazgeçilmez durumları Anayasa korumasından yararlandırmaktır. Anayasa koyucunun böyle bir ereğe verilmesini istediği ve mülkiyet hakkını Anayasa metninde tanımlamak yolunda giderek mülkiyet güvencesini taşınmaz mallarla taşınabilir mallar üzerindeki mülkiyet hakkı ile açıkça sınırlandırma ilkesini benimsememiş bulunduğu gözönünde tutulunca, Anayasa"nın 36. maddesi hükmü ile, kişinin mamelekine giren öbür hakları dahi, özelliklerine göre tanımayı yasa koyucuya buyurduğu kabul edilmek gerekir. Gerçekten, iş bölümü ilkesine dayanan bugünkü sanayi toplumlarında mal üzerindeki mülkiyet, kişinin bağımsız bir varlığı sürdürmesi ve kendi sorumu altında kendi yaşantısını düzenlemesi konularında artık tek bir temel etken olmaktan çıkmıştır. Bugünkü iktisadî yürüyüş ve insanların çoğunun bugünkü iktisadî varlığı, borçlar hukukuna, mülkiyet dışında aynî haklara, iş hukukuna ve idare hukukuna giren ilişkiler ve hukukî durumlar temeline dayanmaktadır ki bu hukukî ilişki ve durumların dahi mal üzerindeki mülkiyetle ilgileri hayli gevşemiştir, başka deyimle bu hukukî ilişki ve durumlar mal mülkiyetinden hayli uzaklaşmış bulunmaktadır. Anayasamızda mameleke ilişkin haklar, borçlar hukukunun iradeye dayanan borçlar alanı için akit özgürlüğü ilkesi, çalışma hukukuna ilişkin alan için de çalışma özgürlüğü ilkesi ile sendika kurmak ve grev yapmak ilkeleri gibi ilkeler benimsemişse de mameleke giren hakların bir takımı Anayasa"nın açık bir hükmü ile güvence altına alınmış değildir. Örneğin iradeye dayanan borçlar dışında kalan borçlar, fikir ve sanat eserleri üzerindeki haklar ve sanayi alanındaki yeni buluşların bulucularının haklan, Anayasa"nın açık bir hükmü ile korunmayan haklardandır. Bütün bu haklar, çağdaş toplumda, başka deyimle şimdiki sanayi toplumunda, önceki zamanlarda köylülerin, toprak sahiplerinin esnaf ve tacirlerin mal üzerindeki mülkiyet hakkının tanınıp korunduğu biçimde tanınıp korunmadıkça, bugünkü toplumda pek önemli sayıda bulunan birçok insanların özgürlüklerinden yararlanmaları sağlanamaz. Zira, unutulmamalıdır ki mülkiyet güvencesi, özünde, özgürlüklerden yararlanma güvencesinin bir tamamlayıcısı, .bir aracıdır. Nitekim, iktisat alanında belli ölçüde bağımsızlığı sağlanmış bulunmayan bir kimsenin kişisel özgürlüklerden yararlanması, ne dün için, ne de bugün için, olağan bir durum değildir. Eğer mülkiyet güvencesi, Anayasa ile ayrıca korunmuş bulunmayan mameleke ilişkin öbür haklan kapsamına almazsa bütün yurttaşlara yaşayışlarını özgürlük içinde düzenlemeye elverişli en az bir olanağı dahi Anayasa sağlamamış olur. İktisadî ve sosyal hayatın adalete, tam çalışma ilkesine ve herkes için insanlık haysiyetine yaraşır bir yaşayış düzeyinin sağlanması amacına göre düzenlenmesi, Anayasa koyucu tarafından Anayasa"nın 41. maddesi uyarınca, yasa koyucuya yüklenmiş bir ödev bulunması karşısında Anayasa"nın mameleke giren haklardan ayrıca hükme bağlamadığı, bir takımını güvence dışı bırakmak istediği ileri sürülemez. Bu güvencenin dayanağı ise, ancak ve ancak, mülkiyet hakkına ilişkin 36. madde hükmü olabilir; çünkü bu hüküm, mamelek haklarından en genişini, en sertini, en koyusunu ve belki en eskisini başka deyimle mülkiyeti güvence altına almıştır ve böylece az yukarıda belirtildiği üzere, kişinin hem iktisadî varlığını, hem de buna bağlı olan kişisel özgürlüklerinden gerçek anlamda yararlanması olanağını korumak istemiştir.

c) Mülkiyet, mameleke ilişkin hakların örneği ve sanki bir türlü özüdür. Medenî hukuk açısından mülkiyetin parçalanmasından ortaya çıkan irtifak hakları ve özellikle intifa hakkı, sükna hakkı ve hattâ rehin hakkı gibi hakların akde değil, yasaya dayanan biçimlerinin korunması, mülkiyet hakkının korunmasının bir sonucudur. Hele bir haksız eylem sonunda mülkiyet hakkının tazminata çevrilmesi durumunda, tazminat hakkının tanınması ve korunması, mülkiyetin korunmasının biçim değiştirmesinden başka birşey değildir. Bütün bunlar göstermektedir ki Anayasa"nın 36. maddesinin kapsamı, yalnızca, Medenî Yasa"nın düzenlediği mülkiyetle sınırlanamaz; aynî hakların öbür alanları ile Borçlar Yasa"sının haksız eylemden doğan tazminata ilişkin hükümlerinden bir bölüğü dahi, istesek de, istemesek de, buraya girmektedir; yoksa mal mülkiyeti güvencesi bile eksik kalır.

Bundan başka, mülkiyet gibi geniş bir mamelek hakkının bu hükümde korunmasını öngören Anayasa koyucu; kapsamca ondan daha dar plan ve Anayasa ile ayrıca hükme bağlanmış bulunmayan öbür mamelek haklarının dahi bu hükümle korunmasını, öncelikle, istemiş sayılmalıdır; zira hem genel mantık, hem hukukî mantık bakımından az, çoğun içindedir, imdi, çoğun korunmasını öngören bir hüküm azın korunmasını da öngörmekte demektir.

Medenî yasada düzenlenen mülkiyet bile, taşınmaz mallara veya taşınabilir mallara ilişkin olduğuna göre, hukukça tanınmada veya korunmada başkalıklar gösterir; örneğin bir taşınmaz malın mülkiyeti (Medeni Yasa"nın 638. ve 639. maddelerine göre) on veya yirmi yıllık mülk edinme zamanaşımı ile yitirilirken, bir taşınabilir malın mülkiyeti, (Medeni Yasanın 701. maddesi gereğince) beş yıllık kazandırıcı zaman aşımı ile yitirilebilir. Bunun gibi bir irtifak hakkının korunması ile bir mülkiyet hakkının korunmasında da başkalıklar vardır. Bu, Medenî Yasa alanında böyle olduğu gibi anayasal koruma atanında da böyle olacaktır. Bunun sonucu olarak, mameleke ilişkin bulunan ve Anayasa"nın özel bir hükmü ile korunmadıkları için 36. maddesindeki mülkiyet güvencesinin kapsamına giren hakların, örneğin sanayi alanında yenilik bulanların veya fikir ve sanat eserleri sahiplerinin haklarının anayasa! korunmasında dahi bunların özellikleri gözönünde tutulacaktır; yoksa mamelek haklarının hepsi, mal üzerindeki mülkiyet hakkının korunduğu veya tanındığı ölçüde korunacak veya tanınacak değillerdir. Sözün kısası mamelek haklarının, Anayasa"nın 36. maddesi uyarınca, tanınması veya korunmasında, bunların niteliklerinden doğan özellikleri, her zaman, gözönünde bulundurulacaktır.

Burada, mülkiyet sözünün belli bir hukuk anisini olması karşısında, sözü edilen 36. maddenin yorumunun, maddenin yazılışına aykırı bulunduğu dahi ileri sürülemez, zira, hukukun birçok alanlarında bir sözün veya bir deyimin, başka başka anlamlara geldiği vardır. Buradaki (mülkiyet hakkı) sözü için dahi durum budur; bu sözün burada anayasal anlamı tartışma konusu olmaktadır; örneğin (memur) deyimi, idare hukukunda ve ceza hukukunda başka başka anlamlarda kullanılmaktadır. Anayasa"da kullanılan hukuk terimlerinin Anayasa yapıldığı sırada yürürlükte bulunan yasalardaki anlamda kullanmış olmaları ilke sayılabilir; ancak bütün yasalardan üstün bir değeri olan Anayasa"da belli bir kavramın öbür yasalardakinden başka bir anlamda kullanılmasına ve (amaca uygun yorum kuralınca) öbür yasalardakinden başka bir anlamda kullanılmış sayılmasına hiçbir engel yoktur: yoksa yukarıda değinildiği gibi, söz uğruna öz ve erek feda edilmiş olur.

ç) Çoğunluk gerekçesinde, Alman Anayasa"nın metninin Türk Anayasa metninden başka olması dolayısiyle Almanya"daki bilim ve içtihat alanlarında benimsenen görüşten Türk Anayasa hukukunda yararlanamayacağı öne sürülmüştür.

aa) Almanya"daki bilim alanında ileri sürülen görüşün dayanağı, bugünkü Alman Anayasa"sının metni değil, orada konulmuş olan hükmün ereğidir. Bu yön, Neumann Nipperdey Scheurer"in (Temel Haklar adlı kitaplarının ikinci cildinde yazılanlardan anlaşılmaktadır. Nitekim yukarıki a, b, c bentlerindeki gerekçeler ana çizgileri bakımından bu kitapta ileri sürülen gerekçelerdir (Die Grundrechte-Handbuch der Theorie und Parscîs der G.-Band II, Duncker-Humbbot/Berlin 1954, S: 340-346 ve özellikle 352 ve 353) ve bunlarda metne dayanan bir yan yoktur.

bb) Bundan başka Avusturya"nın Anayasa"sı olan 21.12.1867 günlü (Devlet Temel Haklar ve Özgürlükler Yasası) nın mülkiyete ilişkin 5. maddesinde yalnızca (Mülkiyete dokunulamaz. Malikin rızasına aykırı olarak kamulaştırma, ancak yasanın belli ettiği durumlarda ve yolda olabilir.) hükmü bulunmaktadır. Werner-Klecatslky"nin (Avusturya Federal Anayasa Hukuku) adlı kitabındaki yazılara göre, Avusturya Anayasa Mahkemesi ise, bu 5. maddedeki korumanın konusunun yalnızca maddî mallar olmayıp özel hukuk alanındaki bütün haklar ve ayrıca konut üzerindeki hak olduğuna, anılan 5. maddedeki hukukî koruma yalnızca özel hukuk alanına giren haklar bakımından öngörülmüş bulunduğu için, memurların kamu hukukundan doğan emekli olma ve emekli aylığı alacakları yahut kamu hukukuna dayanan işsizlik parası alacaklarının bu maddeye göre korunamayacaklarına karar vermiştir [Werner - Klecatsky - Das Österreichische Bundesveriassung-recht-Wien 1961 - Manzsche Verlags-und Universitaetsbuchhand. S: 360 ve orada gösterilen Anayasa Mahkemesi kararları dergileri). Demek ki Avusturya hukukundaki metin, bizim 36. maddedekinden çok daha dar bir yazılışta olduğu halde, Avusturya Anayasa Mahkemesi, bunu Almanya"daki bilim ve yargı alanındaki görüşlere uygun olarak yorumlamaktan kaçınmış değildir.

cc) Erwin Ruck"un (İsviçre Kamu Hukuku) adlı kitabında da, İsviçre kamu hukukunda mülkiyet özgürlüğü konusunda aynı yoruma gidildiği şu sözlerden anlaşılmaktadır: (Özel mülkiyet ve onun Devletin güvencesi altında bulunması, eskidenberi, İsviçre"nin hukuk ve iktisat düzeninin temelidir. İsviçre"de gerek kamu yaşantısının, gerekse özel yaşantının gelişmesi ve bugünkü biçimi, bu temele dayanmaktadır. Kantonların Anayasalarında mülkiyete ilişkin hükümler bulunması bundandır. Bu hükümlerle mülkiyet açıkça korunmaktadır. Maddelerin yazılışları görünüşte başka başka ise de öz bakımından hepsinin anlamı birdir. Bu hükümlerde "mülkiyet", "her türlü mülkiyet", "bütün mülkiyet", "mülkiyet ve Özel haklar", özel haklar", "mülkiyet ve hak tohumları", "kazanılmış özel haklar", "kazanılmış haklar", söz konusu edilmekte ve bunların çiğnenemiyeceği bildirilmektedir.)

(Kanton Anayasalarındaki mülkiyet güvencesi, metinlerde yazılanı aşkın bir güvencedir. Gerek kanton mahkemelerinin, gerekse İsviçre Federal Mahkemesinin uygulamalarında buradaki mülkiyet sözü, yalnızca dar hukuk anlamındaki mülkiyeti, İsviçre Medenî Yasa"sının 641 ve sonraki maddelerinde düzenlenen mülkiyeti değil, daha geniş ve iktisadî açıdan belli olan bir kavramı anlatmaktadır; bu kavram, mamelek haklan kavramıdır ve kendiliğinden mameleke ilişkin değeri bulunan bütün haklar, mülkiyet güvencesinin kapsamına girmektedir.)

(Kantonların bu konuda görüş birliğine varmış bulunmaları dolayısiyle ve gerek gerçek durum, gerekse tarihî durum karşısında, Federal Anayasa"ya boşu boşuna bir mülkiyet maddesi konulması, yersiz görülmüştür. Bununla birlikte, Federal Anayasa"nın dahi aynı güvenceyi öngördüğünden söz edilmesi, mülkiyet güvencesinin bulunduğunu açıkça bildirmektedir.)

(Kamulaştırmadan anlaşıldığı üzere mülkiyet özgürlüğü dahi sınırsız değil ve ancak nispîdir. Medenî Yasa"da, hukuk düzeninin çizdiği sınırlar için de tasarruftan söz edilmesi dahi, bundan dolayıdır.)

(Malikin haklarını, borçlarını ve yükümlerini düzenleyen Federal ve kantonal hukuk düzeni, sürekli olarak gelişme göstermektedir. Bundan, mülkiyet kapsamının hukuk düzeni ile değiştiği ve mülkiyet güvencesinin ise hakkın doğumu zamanındaki belli durumu değil, ancak hukukî gelişmesinin sağladığı durumu konu edindiği sonucuna varılmaktadır. Yalnız mülkiyet hakkının güvencesinin söz konusu olduğu zamandaki hukuk düzenine göredir ki malikin tasarruf yetkisinin ne genişlikte olduğu, mülkiyetin kapsamına nelerin girdiği ve mülkiyet hakkını kullanma sınırlarının neler olduğu anlaşılabilir.

(Devletin ne ölçüde mülkiyete e! atabileceği, zamanın hukuk ve iktisat siyasasına ilişkili bir sorundur. Devletin bu yoldaki yetkisi belli bir zamanda bireylerle toplum, yurttaşla Devlet arasındaki dengeye göre, daha çok veya daha az olabilir. Hukuk gelişmesinin bireylere veya topluma daha çok önem vermesine göre, mülkiyet, daha çok bireysel veya daha çok toplumsal nitelik kazanır. Gerçekten, Alman ortak hukuku ile Roma hukukundaki bireysel mülkiyetle Cermen hukukundaki ve çağımızdaki sosyal mülkiyet arasındaki karşılığın, zıtlığın nedeni de budur. Bugünkü İsviçre hukukunda sağlam bir karışım ortaya çıkmıştır. Malikin güvenlik altına alınmış İş görme serbestliği ile beraber mülkiyet, 19. yüzyılın tutukluğundan sıyrılmış çağımızın sosyal kamu hukukuna dayanan temel çağın ile güzelce bağlantı kurarak bir yandan malikin yararı, öte yandan toplumun iyiliği arasında bir denge gerçekleştirilmiştir.) (Dr. Erwin Ruck-Schweizerisches Staats-recht-3. Auflage mit Nachtrag 1957-1964 Polygraphischer Verlag AG. Zürich, S: 115-118).

Görülüyor ki İsviçre hukukunda da Anayasa"nın güvence altına aldığı mülkiyet, Federal Anayasa"da mülkiyet güvencesine ilişkin bir metin bile yokken Medenî Yasa"nın öngördüğü mülkiyetin sınırlarını çok aşan ve mameleke giren bütün hakları kapsayan bir kavramdır ve bu kavram, siyasal ve iktisadî gelişmeye ayak uydurarak boyuna değişebilmektedir başka deyimle sert ve değişmez bir kavram değildir, sosyal ve iktisadî ihtiyaçları, her zaman karşılamağa elverişli ve esnek bir kavramdır. Yazılanlardan su da anlaşılmaktadır ki İsviçre hukukçuları, metinleri değil, hukukî ve iktisadî ihtiyaçları karşılamak amacını gözönünde tutmaktadırlar.

5- İhtira beratının sağladığı hak, Anayasa"nın 36. maddesinin güvenceye bağladığı mülkiyet kavramının kapsamına girdiğine göre, dâva konusu hükmün Anayasa açısından, mülkiyet hakkına değinen bir hüküm olduğu ve bu hükmün İhtira Beratı Yasa"sının 2. maddesinin yeni buluş saydığı şeylerden bir takımına İhtira beratı verilmesini yasaklamakla hakkın konusunda alan bakımından bir daraltma öngördüğü ortadadır. Ancak, bu sınırlamanın hakkın özüne dokunma sayılacak bir ölçüde olduğu kabul edilemez; çünkü, her şeyden önce, Anayasa"da İhtira hakkının konusunu kesinlikle belirten veya bu yönden yasa koyucuyu bağlayan bir hüküm yoktur. O halde hakkın konusunu belirtmek, bu alandaki düzenleme yetkisinin içindedir ve yasa koyucu, kamu yararı, kamu düzeni ve genel ahlâk düşünceleri bazı ihtiralar için berat verilmesini uygun görmiyebilir. Kaldi ki, mülkiyet hakkı, sosyal nitelikte bir haktır ve onun toplum yararına aykırı bir varlığı bugün için olamaz. Böyle sosyal nitelikte bir hak açısından, toplum yararının korunması amacını, bireye hak tanıma düşüncesine üstün tutulmak gerekir.

Öte yandan, yasada hakkın konusu geniş bir alanı içine alacak bir biçimde tanımlanmıştır. Bu geniş alan içinde dâva konusu hükümde yazılı sınırlı bir alana ilişkin yeni buluşlar için berat verilmesinin caiz görülmemesi ile, kişinin yeni buluşlarının korunması hakkından tüm olarak yoksun bırakıldığı veyahut hakkın konusunun, ondan yararlanma bakımından, artık bir anlam ve değeri kalmamış sayılacak ölçüde daraltılmış bulunduğu, başka bir deyimle, hakkın özüne dokunulmuş ve böylece Anayasa"nın 11. maddesinin ikinci fıkrasına aykırı davranılmış bulunduğu ileri sürülemez. Dâva konusu hükmün getirdiği sınırlama, bu haktan yararlanma olanağının ortadan kaldırılması anlamına gelmez ve böyle bir sonuç doğurmaz. Bundan başka Prof. Hirsch"in de haklı olarak belirttiği üzere (Ord. Prof. E. Hirsch - Fikrî ve Sınaî Haklar-Ankara Ar Basımevi 1948 S. 97.) İhtira beratının sağladığı hak yalnızca ihtira ile değil, ancak Yasa"nın birinci maddesi hükmünce ihtira beratı alınmakla kazanılan bir hak olduğu için, dahi, berat verilemiyeceği Yasa"da yazılı, başka deyimle Yasa"nın korumaya lâyık bulmadığı bir şeyden dolayı kazanılmış bir hak ve kazanılmış bir hakka dokunulması da söz konusu edilemez. Maddî mülkiyet hakkında bile, mülkiyete konu olabilen belli nesne üzerindeki kazanılmış mülkiyet hakkının kaldırılması ile belli bir nesnenin mülkiyete konu olmasının caiz görülmemesi başka bir deyimle aslî iktisap yolunun kapalı olması, başka başka durumlardır. Kamulaştırma ancak ve ancak birinci durumda söz konusu edilebilir.

İptali istenilen hükmün ihtira hakkı konusunda öngördüğü sınırlamanın kamu yararına dayandığı yönü ise açıktır; çünkü sözü geçen 3. maddenin itiraz konusu hükmünde gösterilen yeni buluşlar, halkın sağlığı ile doğrudan doğruya ilgilidir. Bir yeni buluş için berat verilmesi, onun uygulanacağı alanda belli bir süre İçin tek bir kişi yararına özel bîr ticarî tekel yaratılması demektir. Bu da o nesnenin tüketiciler tarafından uygun bir para karşılığında, kolayca ve yeterince elde edilmesi olanağını azaltır ve sonuç olarak halk sağlığı bakımından sakınca ve tehlike doğurur. O halde tartışma konusu sınırlama, kamu yararının gereğidir, Anayasa"nın 36. maddesinin ikinci fıkrasında ise (Bu haklar, ancak kamu yararı amacı ile, kanunla sınırlanabilir) denilmekle birlikte, 11. maddesine göre dahî kamu yararının gerektirdiği hallerde hakların sınırlandırılması yetkisi yasa koyucu İçin tanınmıştır. Bundan başka, Anayasa"nın 49. maddesinin [Devlet, herkesin beden ve ruh sağlığı içinde yaşayabilmesini ve tıbbî bakım görmesini sağlamakla ödevlidir) hükmü ile halk sağlığı konusunda Devlete yüklemiş olduğu ödevin yerine getirilmesi de, böyle bir sınırlandırma için haklı bir nedendir ve bundan ötürü bu sınırlandırmayı kapsayan hüküm, Anayasa"ya aykırı değildir.

Bilim alanındaki görüşler ve genellikle uygar ülkelerin yasalarında benimsenen ilkeler dahi, insanların sağlıklarına yarayan nesne ve terkipler için ihtira beratı verilmemesi doğrultusundadır.

Avrupa İnsan Haklarını ve Hürriyetlerini Koruma Sözleşmesine Ek Protokolün birinci maddesinde ise, her kişinin mallarının dokunulmazlığına saygı gösterilmesi hakkına sahip olduğu kabul edilmiş ve ancak kamu yararı gereği olarak Yasa"nın öngördüğü koşullar ve Devletler Hukukunun genel ilkeleri çevresinde kişilerin bu haktan yoksun bırakılabilecekleri belirtilmiştir. Demek ki buradaki sınırlandırma, sözü edilen uluslararası sözleşme hükmüne dahi uygun bulunmaktadır.

6- Anayasa"nın 36. maddesiyle 11. maddesindi hakkın sınırlandırılmasından söz edildiği, olayımızda ise ilâç konusunda berat verilmemekle, hakkın sınırlandırılmasının değil, ortadan kaldırılmasının söz konusu olduğu ileri sürülebilir.

Sınırlandırma, bir hakkın tanınması veya korunması için bir takım koşullar, kayıtlamalar koymak biçiminde olabileceği gibi belli durumlarda hakkın tanınmaması biçiminde de olabilir; yeter ki bu tanınmama biçimindeki sınırlandırma, hakkın özüne dokunmasın ve bu bakımdan Anayasa"nın 11. maddesi gereğince Anayasa"ya aykırılık ortaya çıkmasın. Nitekim Anayasa"mızın 18 maddesinde ulusal güvenliği sağlama veya salgın hastalıkları önleme amaçlarıyla seyahat ve yerleşme özgürlüklerinin sınırlandırılabileceği yazılıdır ki bu sınırlandırma, söz konusu hürriyetlerin belli koşutlar altında kaldırılması demektir. Yine Anayasa"nın 22. maddesinin ikinci fıkrası uyarınca basın ve yayın özgürlüğü, 29. maddesinin 2. cümlesi gereğince dernek kurma özgürlüğü, 40. maddesinin ikinci fıkrası uyarınca çalışma ve sözleşme özgürlüğü sınırlandırılabilir ve bu sınırlandırmalar, kimi kez, belli alanlarda bu özgürlüklerin kaldırılması, bu özgürlüklerin tanınmaması biçiminde olacaktır; örneğin yurdumuzda tek yapılı devlet yerine federal devlet kurulması düşüncesini yayarak Anayasa"nın devletin bütünlüğüne ilişkin hükmünün olağan yoldan değiştirilmesini sağlamak üzere propaganda yapmak için yahut kocakarı ilaçlarıyla tedaviyi ve halkın hastalandığına doktorlara gitmeyip kendi kendisini iyi etme çaresine başvurması gerektiği düşüncesini yaymak için dernek kurulamıyacağı yollu bir yasa hükmü Anayasa"ya uygun birer sınırlandırmadır. Ancak belli alanda demek kurma özgürlüğünü kaldıran birer sınırlandırmadır; yine millî güvenlik düşüncesiyle veya bir salgın hastalığın başlamasını önlemek için belli yerlere seyahatin yasak edilmesi veya iktisadî ve tarımsal zorunluklar dolayısiyle belli yerlerden çıkma yükümünün konulması, seyahat ve yerleşme özgürlüklerini belli alanlarda kaldıran birer sınırlamadır.

Anayasamız"da burada sayılan hükümler bulunmasa bile, sınırlandırma yetkisi, yine kimi alanlarda bir hakkın tanınmaması yetkisini kapsayacaktır; zira, sınırlandırma hakkın doğumu için bir takım koşullar, şartlar öngörme yetkisini de yasa koyucuya veriyor demektir. Bu koşullar içinde olumlu koşullar, (müsbet şartlar) olabileceği gibi olumsuz koşullar (menfî şartlar) dahi olabilir. Olumsuz koşullar, hakkın doğumu için gerçekleşmemesi gereken, başka deyimle gerçekleşmesi hakkın doğumuna engel olan olay veya durumlardır. Konumuzda ihtira beratı verilmesinin ortada yeni bir buluş olması, bu buluşun sanayi alanında uygulanma yerinin bulunması, yeni şey bulanın berat istemini Devlete karşı ileri sürmüş olması gibi olumlu koşulların yanında, yeni buluşun bir ilâca veya eczacılıkta kullanılan bir nesneye ilişkin olmaması yollu olumsuz koşul dahi vardır ve bu da bir sınırlandırmadan başka bir şey değildir. Demek ki inceleme konusu olayda hakkın sınırlandırılması değil, ortadan kaldırılması durumunun gerçekleşmiş olduğu yollu görüş doğru değildir.

7- Yukarıki bentlerde açıklanan nedenlerle, Anayasa"nın 36. maddesinde öngörülen mülkiyet güvencesi kapsamına sınaî haklar ve bu arada yenilik bulan bir kişinin ihtira beratı ile kendi buluşundan belli bir süre için yalnız kendisinin yararlanması hakkı dahi girmekte ve ancak ilâç ve eczacılıkta kullanılan nesnelere berat verilmemesi, mülkiyetin kamu yararına dayanan bir sınırlandırması niteliğinde bulunmaktadır ve bu yüzden Anayasa"ya aykırı değil ve çoğunluk kararı ancak bu nedenlerden ötürü ve sonuç olarak doğrudur,

SONUÇ : Çoğunluğun itiraz konusu hükmün Anayasa"ya aykırı olmadığı yollu görüşüne sonuç olarak ve ancak yukarıda açıklanan gerçeklere dayanarak katılmaktayız.

 

 

 

 

 

Üye

İhsan Keçecioğlu

Üye

Hakkı Ketenoğlu

Üye

İhsan Ecemiş

Üye

Recai Seçkin

 

 

Üye

Feyzullah Uslu

Üye

Fazlı Öztan

 

Sayın kullanıcılarımız, siteden kaldırılmasını istediğiniz karar için veya isim düzeltmeleri için bilgi@abakusyazilim.com.tr adresine mail göndererek bildirimde bulunabilirsiniz.

Son Eklenen İçtihatlar   AYM Kararları   Danıştay Kararları   Uyuşmazlık M. Kararları   Ceza Genel Kurulu Kararları   1. Ceza Dairesi Kararları   2. Ceza Dairesi Kararları   3. Ceza Dairesi Kararları   4. Ceza Dairesi Kararları   5. Ceza Dairesi Kararları   6. Ceza Dairesi Kararları   7. Ceza Dairesi Kararları   8. Ceza Dairesi Kararları   9. Ceza Dairesi Kararları   10. Ceza Dairesi Kararları   11. Ceza Dairesi Kararları   12. Ceza Dairesi Kararları   13. Ceza Dairesi Kararları   14. Ceza Dairesi Kararları   15. Ceza Dairesi Kararları   16. Ceza Dairesi Kararları   17. Ceza Dairesi Kararları   18. Ceza Dairesi Kararları   19. Ceza Dairesi Kararları   20. Ceza Dairesi Kararları   21. Ceza Dairesi Kararları   22. Ceza Dairesi Kararları   23. Ceza Dairesi Kararları   Hukuk Genel Kurulu Kararları   1. Hukuk Dairesi Kararları   2. Hukuk Dairesi Kararları   3. Hukuk Dairesi Kararları   4. Hukuk Dairesi Kararları   5. Hukuk Dairesi Kararları   6. Hukuk Dairesi Kararları   7. Hukuk Dairesi Kararları   8. Hukuk Dairesi Kararları   9. Hukuk Dairesi Kararları   10. Hukuk Dairesi Kararları   11. Hukuk Dairesi Kararları   12. Hukuk Dairesi Kararları   13. Hukuk Dairesi Kararları   14. Hukuk Dairesi Kararları   15. Hukuk Dairesi Kararları   16. Hukuk Dairesi Kararları   17. Hukuk Dairesi Kararları   18. Hukuk Dairesi Kararları   19. Hukuk Dairesi Kararları   20. Hukuk Dairesi Kararları   21. Hukuk Dairesi Kararları   22. Hukuk Dairesi Kararları   23. Hukuk Dairesi Kararları   BAM Hukuk M. Kararları   Yerel Mah. Kararları  


Avukat Web Sitesi