
Esas No: 2017/2569
Karar No: 2018/41
Karar Tarihi: 17.01.2018
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu 2017/2569 Esas 2018/41 Karar Sayılı İlamı
"İçtihat Metni"
MAHKEMESİ :Asliye Hukuk Mahkemesi
Taraflar arasındaki “kamulaştırma bedelinin tespiti ve tescil” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda Siirt 1. Asliye Hukuk Mahkemesince davanın kabulüne dair verilen 04.03.2014 gün ve 2013/560 E., 2014/168 K. sayılı kararın temyizen incelenmesinin davacı Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü vekili ile davalı ... ve arkadaşları vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 5. Hukuk Dairesinin 24.02.2015 gün ve 2014/23585 E., 2015/3352 K. sayılı kararı ile;
(…Dava, 4650 sayılı Kanunla değişik 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 10. maddesine dayanan kamulaştırma bedelinin tespiti ve kamulaştırılan taşınmazın davacı idare adına tescili istemine ilişkindir.
Mahkemece, davanın kabulüne karar verilmiş; hüküm, taraf vekillerince temyiz edilmiştir.
Taşınmazın tarım arazisi niteliğinde kabulü ile olduğu gibi kullanılması halinde getireceği net geliri üzerinden bilimsel yolla değer biçilmesi ve tespit edilen bedelin bloke ettirilerek hükmün kesinleşmesi beklenmeden davalı tarafa ödenmesi doğru olduğu gibi, kamulaştırılan taşınmaz, baraj gölü içinde kaldığından, 3402 sayılı Kadastro Kanununun 16/C maddesi uyarınca tapudan terkinine karar verilmesinde bir isabetsizlik görülmemiştir. Ancak;
1)Dava konusu taşınmaz üzerinde bulunan nar ağaçları dava tarihi itibari ile 3-5 yaşında olduğundan, bu yaştaki ağaçların dava tarihi itibari ile ve adet olarak maktu bedelleri İl Tarım Müdürlüğü"nden getirtilip, bilirkişi raporu denetlenmeden, eksik inceleme ile yazılı şekilde hüküm kurulması,
2)Dava konusu taşınmaz üzerindeki fidanlara maktuen değer biçilerek bedelin tespiti yeterli iken, ayrıca objektif değer arttırıcı unsur ilavesi ile fazla bedel tespiti,
3)Dava konusu taşınmaz üzerindeki yapıların 6495 sayılı Yasa uyarınca, ilanın askıdan indiği tarihten önce veya sonra yapılıp yapılmadıklarının tespit edilebilmesi için dava konusu taşınmazın bulunduğu yerin uydu görüntülerinin ilgili kamu kuruluşlarından getirtilmesi, temin edilememesi halinde yapıların teknik analizleri yapılıp, gerektiğinde tanık anlatımları ile gün, ay ve yıl olarak hangi tarihte yapıldıklarının belirlenerek, ilan tarihinden önce yapıldıklarının belirlenmesi halinde yapı bedellerinin verilmesi, ilan tarihinden sonra yapıldıkları takdirde yapı bedellerinin verilmemesi gerektiğinin düşünülmemesi,
Doğru görülmemiştir...)
gerekçesiyle karar bozularak dosya yerine geri çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
arkadaşları vekili
HUKUK GENEL KURULU KARARI
Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki bilgi ve belgeler okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Dava, kamulaştırma bedelinin tespiti ve tescil istemine ilişkindir.
Davacı idare vekili davalıya ait taşımazın Ilısu Barajı ve HES Baraj Gölü alanında kalması nedeniyle kamulaştırmasına karar verildiğini, kamulaştırılacak taşınmazın değerinin belirlenmesi amacıyla uzlaşma komisyonu kurulduğunu ve mülk sahibinin kamulaştırmaya konu taşınmazı pazarlıkla satmak hususunda iradesini bildirmek ve uzlaşma komisyonu ile pazarlık görüşmeleri yapmak üzere davet edildiğini, ancak mülk sahibinin pazarlık görüşmesine katılmadığını, bu nedenle de kamulaştırma işleminin satın alma usulü ile gerçekleşmediğini ileri sürerek dava konusu taşınmazın kamulaştırma bedelinin tespiti ile ... adına tesciline karar verilmesini talep etmiştir.
Davalı ... ve arkadaşları vekili raporları incelemek amacıyla süre talep etmiş, esas hakkında bir savunmada bulunmamıştır.
Diğer davalılara ayrı ayrı duruşma gününü bildirir tebligat çıkartılmış olup, davalılar duruşmaya gelmemişler, esas hakkında bir beyanda da bulunmamışlardır.
Mahkemece 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu"nun 25. maddesinde 02.08.2013 tarihinde yapılan değişiklik ile kamu yararı kararının ilanından sonra taşınmaz üzerinde yapılacak sabit tesisler ile dikilecek ağaç değerinin bedel tespiti davasında dikkate alınmayacağının Kanun hükmü haline geldiği, madde gerekçesine bakıldığında düzenlemenin amacının kamulaştırmanın öğrenilmesinden sonra kamulaştırılacak alanda kalan taşınmaz üzerinde yapı ve sabit tesis yapılmak suretiyle haksız kazanç elde edilmesinin önüne geçmek olduğu, dava tarihi itibariyle anılan düzenlemenin yapılmamış olduğu iddia edilse dahi haksız kazanımların koruma görmeyeceğinin hukukun bilinen ilkeleri arasında yer aldığının Türk Medeni Kanunu’nun (TMK) 2. maddesi ile BK"nın 77. ve devamı maddelerindeki düzenlemelerden anlaşılacağı, kamulaştırılacak taşınmazla ilgili davacı idare tarafından düzenlenen kıymet takdir raporundaki taşınmaz bilgileri ile yargılama sırasında aldırılan bilirkişi raporundaki taşınmaz bilgilerinin birbirini tutmadığı, keşif sırasında taşınmaz üzerinde kıymet takdir raporunda yer almayan yeni yapıların ve fidanların bulunduğunun gözlemlendiği, kamulaştırma kararı alınan ve kısa süre sonra terk edileceği bilinen bir alana yeni yapıların inşa edilmesinin ve fidan dikilmesinin olağan bir durum olmadığı ve söz konusu davranışın, taşınmazın kamulaştırma bedeline etkili olması amacıyla yapılan bir inşa faaliyeti olarak kabul edilmesinin gerektiği, yapıların ebadı, köydeki ve hanedeki nüfus sayısı ile yeni yapıların sayı ve alan bakımından uyumsuzluğu, adres kayıt bilgilerine göre taşınmaz maliklerinin büyük kısmının Siirt dışında yaşamaları nedeniyle konut ihtiyaçlarının bulunmaması ve yapıların kısa sürede yapımına başlanıp bitirilmiş olmasının da bu yargıyı desteklediği, bu yönüyle kıymet taktir raporundan sonra ve keşiften önceki bir zamanda yapıldığı anlaşılan yeni yapıların ve dikilen fidanların değerinin toplam bedele dahil edilmesinin dürüstlük kuralı ile bağdaşmayacağı ve taşınmaz malikleri lehine haksız bir kazanç oluşturacağı gerekçesiyle yapı ve fidan için belirlenen miktarlar çıkarıldıktan sonra belirlenen bedel üzerinden davanın kabulüne karar verilmiştir.
Davacı idare vekili ile davalı ... ve arkadaşları vekilinin temyizi üzerine hüküm Özel Dairece, yukarıda açıklanan gerekçelerle bozulmuştur.
Yerel mahkemece mülkiyet hakkının Anayasa"nın 35., İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi"nin 1 nolu protokolünün 1. ve TMK"nın 683. maddesinde düzenlendiğini ve sahibine mülkiyet konusunu kullanma, ondan yararlanma ve üzerinde tasarruf etme gibi en geniş hakları tanıdığını, kamulaştırmanın ise belirli şartlar altında idareye özel mülkiyet konusu taşınmaza bedeli karşılığında el atma imkanı veren idari bir yetki olduğu, yine kamulaştırma işleminin Kanuna aykırı olması durumunda kamulaştırmadan etkilenecek kişilerin işlemin iptalini isteme hakkının bulunduğu, TMK"nın 2. maddesinde hakkın dürüstlükle kullanılması gerektiği ve hakkın açıkça kötüye kullanılmasının hukuk düzeni tarafından korunamayacağına dair düzenlemeye yer verildiği, davalıların, hakkında kamulaştırma kararı alınan ve kamulaştırma işleminin iptali yönünde herhangi bir dava da açılmadığı için kısa süre sonra el atılacağı kesin olan taşınmaza, idari tespit sırasında bulunmayan ancak dava açılmasından kısa süre önce yapıldığı belli olan bir yapı eklenmesinin olağan bir inşaat faaliyeti olmadığı, değerinin yüksek olması da dikkate alındığında bu eylemin taşınmazın kamulaştırma bedelini arttırma amaçlı bir tasarruf niteliğinde bulunduğu, mahkemenin ilk kararında davalıların dürüstlük kuralına aykırı davranarak haksız kazanç elde etme amacıyla taşınmaz üzerine yeni yapı inşa ettikleri, bu eylemin ise TMK’nın 2. maddesi uyarınca Kanun tarafından korunamayacağı ilkesi gereğince yeni yapı ve fidan bedellerinin kamulaştırma bedeline dahil edilmeden taşınmaz bedelinin tespit edildiği belirtildiği halde, Özel Dairece bozma kararında bu gerekçesiyle ilgili bir değerlendirme yapılmadığı, oysa her hak gibi mülkiyet hakkının da dürüstlükle kullanılması gerektiğine ve hakkın açıkça kötüye kullanılmasının korunmayacağına ilişkin yasal düzenleme uyarınca mahkeme tarafından verilen kararın yerinde olduğu belirtilerek direnme kararı verilmiştir.
Direnme kararı davacı Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü vekili ile davalı ... ve arkadaşları vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık:
-Kamulaştırma bedelinin tespiti ve tescili istemiyle açılan eldeki davada taşınmaz üzerinde bulunan nar fidanlarının dava tarihi itibari ile ve adet olarak maktu bedellerinin İl Tarım Müdürlüğünden getirtilerek bilirkişi raporunun denetlenmesinin gerekip gerekmediği,
-Taşınmaz üzerinde bulunan nar fidanları için belirlenen maktu değere ayrıca objektif değer artışı ilave edilmek suretiyle fazla bedel taktir edilmesinin yerinde olup olmadığı,
-Dava konusu taşınmaz üzerinde bulunan yapının inşa edildiği tarihin (ilanın askıdan indiği tarihten önce mi sonra mı yapıldığı) belirlenmesi amacıyla yapılan araştırmanın yeterli olup olmadığı, burada varılacak sonuca göre yapının değerinin kamulaştırma bedelinin tespitinde dikkate alınıp alınmayacağı noktalarında toplanmaktadır.
Konunun açıklığa kavuşturulması için öncelikle dürüstlük ve iyi niyete ilişkin hususların açıklığa kavuşturulması açısından bu konuda yer alan yasal düzenlemelerin incelenmesinde yarar bulunmaktadır.
4721 sayılı Türk Medeni Kanununun (TMK) “Dürüst davranma” başlıklı 2. maddesinde;
“Herkes, haklarını kullanırken ve borçlarını yerine getirirken dürüstlük kurallarına uymak zorundadır. Bir hakkın açıkça kötüye kullanılmasını hukuk düzeni korumaz.”
hükmüne yer verilmiştir.
Buna göre;
Dürüstlük kuralı, herkesin uyması gerekli olan genel ve objektif bir davranış kuralıdır. Genel olarak dürüstlük kuralı kişilerin tarafı oldukları hukuki ilişkilerde dürüst, namuslu, ahlaklı ve diğer kişilerde yaratılan güvenle tutarlı şekilde davranmalarını ifade eder. Buna göre belirli bir hukuki ilişkide dürüstlük kuralına uygun davranış; toplumdaki dürüst, namuslu ve orta zekalı bir kişinin, genel ahlâk, doğruluk ve karşılıklı güven esaslarına uygun davranış biçimidir. Dürüstlük kuralına uygun bu davranışın belirlenmesinde, toplumda geçerli olan genel ahlâk kuralları, günün adet ve uygulamaları, davranışın söz konusu olduğu hukuki ilişkilerin içerik ve amaçları da dikkate alınacaktır (DURAL, M. / SARI, S.: Türk Özel Hukuku 6. Baskı İstanbul 2011, s.226-227).
Diğer bir anlatımla dürüst davranma “bir hak sahibinin hakkını kullanırken veya bir borçlunun borcunu yerine getirirken iyi ve doğru hareket etmesi yani dürüst, namuslu, makul, fiilinin neticesini bilen, orta zekalı her insanın benzer hadiselerde takip edecek olduğu yolda hareket etmesi” anlamındadır.
TMK’nın 2. maddesinde, hukuk düzeninin kişilere tanıdığı bütün hakların kullanılmasında göz önünde tutulması ve uyulması gereken iki genel ilkeye yer verilmektedir: Dürüstlük kuralı ve hakkın kötüye kullanılması yasağı. Hukuk düzeni, kişilere tanıdığı her bir hakkın kapsamı ile bunların kullanılmasının şartlarını ve şeklini ilgili hak yönünden özel olarak düzenlemiştir. Ancak, hayatın sonsuz ihtimallerinin önceden öngörülmesinin ve bunların en küçük ayrıntılara kadar düzenlenmesinin imkânsızlığı karşısında, bütün hakların kullanılmasında dikkate alınacak genel bir sınırlama koyma ihtiyacı duyulmuştur. Dürüstlük kuralı ve hakkın kötüye kullanılması yasağı, bu açıdan uyulması gerekecek genel kurallar olarak karşımıza çıkmaktadır (DURAL / SARI, s. 225).
TMK’nın 2. maddesinde, hakların dürüstlük kuralına uygun kullanılması gerektiği ifade edilmiş, ardından hakların açıkça kötüye kullanılmasını hukuk düzeninin korumayacağı belirtilmiştir. Bu ifade şeklinden yola çıkarak; bir hakkın kullanılmasında dürüstlük kuralına uyulmamasının müeyyidesinin, bu hakkın açıkça kötüye kullanılmış sayılması ve hukuken korunmaması olduğu kabul edilebilir. (DURAL / SARI, s. 225).
Bir hakkın dürüstlük kuralına aykırı olarak kullanılması suretiyle başkasına bir zarar verilmesi hakkın kötüye kullanımını oluşturur. TMK’nın 2/I hükmü herkesin haklarını, toplumda geçerli doğruluk dürüstlük ve iş ilişkilerinin gerektirdiği karşılıklı güven anlayışına uygun olarak kullanmasını emreder. Hakkın kullanımı ölçütünü Türk Medeni Kanununa göre dürüstlük kuralları verir. Bunun yanında ayrıca hak sahibinin başkasını ızrar kastıyla hareket etmiş olup olmadığını araştırmaya gerek yoktur. Önemli olan başkasına zarar vermek kastı değil; hakkın dürüstlük kurallarına aykırı olarak kullanılması sonucunda başkasının zarar görmüş olmasıdır.
Mülkiyet kişilere eşya üzerinde en geniş yetkiler sağlamakla birlikte ödevler de yükleyen bir hak olarak kabul edilmektedir. Mülkiyet hakkının olumlu içeriğine göre malik, eşyayı eylemli olarak dilediğince kullanma, ondan ve semerelerinden yararlanma, eşyayı zilyedinde bulundurma, satış, bağışlama, nesnel haklar kurma, kişisel haklarla sınırlama gibi, eşya üzerinde dilediğince tasarrufta bulunma yetkileri ile donatılmış olsa da mülkiyet hakkının kullanılmasının sınırını kamu yararının yanı sıra hakkın kötüye kullanılması yasağı oluşturmaktadır.
Bunun yanında aynı Kanun’un “İyiniyet” başlıklı 3. maddesinde de:
“Kanunun iyi niyete hukukî bir sonuç bağladığı durumlarda, asıl olan iyiniyetin varlığıdır.
Ancak, durumun gereklerine göre kendisinden beklenen özeni göstermeyen kimse iyi niyet iddiasında bulunamaz.”
düzenlemesi yer almaktadır.
İyi niyet kavramına, Medeni Kanunun ve Borçlar Kanununun değişik maddelerinde yer verilmiş olmakla beraber, bu hükümlerin hiçbirinde iyiniyetin tam bir tanımı yapılmış değildir. Ancak TMK’nın 3 ve 1024 başta olmak üzere, yasal hükümlerin içeriğinden hareketle, iyi niyetin genel bir tanımının yapılması mümkündür. Buna göre iyi niyet, bir hakkın kazanılması veya bir hukuki sonucun doğması yönünden mevcut bir engeli, bir eksikliği veya benzeri bir olguyu bilmemek ve hâlin gerektirdiği özen gösterilse dahi bilecek durumda olmamaktır. İyi niyetin tersi olan kavramı kötü niyet oluşturur. Kötü niyet de, bir hakkın kazanılması veya bir hukuki sonucun doğması yönünden mevcut bir engeli, bir eksikliği veya benzeri bir olguyu bilmek veya hâlin gerektirdiği özen gösterildiğinde bilebilecek durumda olmak şeklinde tanımlanabilir.
Bu tanımlar ve tanımların dayandığı kanun hükümleri dikkate alındığında, iyi niyet ve kötü niyet; belirli bir olay veya olguya ilişkin olarak, bir kişinin bilgisine ve inancına yönelik yapılan bir değerlendirmeyi ifade etmektedir. Bu değerlendirme sonucuna göre bir kişinin belirli bir durum karşısında iyi niyetli veya kötüniyetli olduğundan söz edilmektedir. Bu açıdan, iyi niyet kişiye özel olup, subjektif bir nitelik taşır. Bununla beraber, günlük hayatta ve bazı kararlarda iyi niyetli olma, kötü niyetli olma bir davranış şekli olarak ele alınmakta; kişilerin iyi niyetli veya kötü niyetli hareket ettiğinden bahsedilmektedir. Bu şekilde kullanımın, Medeni Kanunda iyi niyet ve kötü niyet kavramlarına verilen anlama uygun olduğunu kabul etmek mümkün değildir. Bununla beraber bu tarz bir kullanımda, yürürlükten kalkan 743 sayılı Medeni Kanunun “herkes haklarını kullanmakta ve borçlarını ifada hüsniniyet kaidelerine riayetle mükelleftir” şeklindeki 2. maddesinin de etkisi vardır. Halbuki hakların kullanılması ve borçların ifasında geçerli davranış kuralları, herkes yönünden uygulanacağından, objektif bir nitelik taşımaktadır. Bu gerçeği göz önünde bulunduran 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu (TMK), 2. maddede herkesin “haklarını kullanırken ve borçlarını yerine getirirken dürüstlük kurallarına uymak zorunda” olduğu belirtilmiş, söz konusu davranış kurallarını, dürüstlük kuralı kavramı ile ifade etmiştir. Her ne kadar farklı kavramlar olsalar da, dürüstlük kuralı ve iyi niyetin temelinde namuslu, doğru ve dürüst davranma kuralı yer alır (DURAL / SARI, s. 218-219).
Ancak TMK’nın 2. maddesinde yer alan dürüstlük kuralı, aynı Kanunun 3. maddesinde düzenlenen iyiniyet ile birebir aynı niteliği de taşımamaktadır.
Medeni Kanunun 3. maddesinde düzenlenen iyiniyet “hakların kazanılması” ile ilgili olduğu hâlde, Medeni Kanunun 2. maddesinde yer alan dürüst davranma “hakların kullanılması” ve “borçların yerine getirilmesinde” söz konusu olur.
İyi niyet, MK 3’ün ifade ettiği üzere hakların kazanılmasında kazanmaya engel bir durumu bilmemek ve bilmesi gerekmemektir. İyi niyette objektif olarak haksız bir davranış vardır, fakat haksızlık yaptığı bilinci bulunmadığı için hukuk düzeni, bu iyi niyeti korumaktadır. Bu sebeple kanunda belirtilen hallerde hak kazanan şahsın olumsuz durumu, elverişsiz durumu kaldırılmakta, bertaraf edilmekte, onun hakkı kazanması sağlanmaktadır. Yanlış bir durum doğduğu halde, Medeni Kanunun 2. maddesinde ifadesini bulan güvenin korunması düşüncesi ile iyi niyetin korunması gerekmektedir. Başka bir değişle, iyi niyetin korunması, temelindeki dürüstlük kuralı gereği olan güvenin korunmasına dayalıdır. Mesela emin sıfatı ile zilyetten bir menkulün mülkiyetinin kazanılmasında, devredenin tasarruf yetkisine sahip olmadığını bilmeme (yani iyiniyetli olma) başka değişle tasarruf yetkisinin varlığına güvenme korunmaktadır. İşte bu güveni koruma, dürüstlük kuralı temeline dayanmaktadır. Ancak işaret etmek gerekir ki, bu yakınlık iki kurum arasında dürüstlük kuralı ile iyi niyet arasında mevcut farklılığı ortadan kaldırmaz. Dürüstlük kuralı ahlaki temele dayalı, orta vasıfta, makul ve dürüst bir insanın davranışını göstermektedir. İyi niyet ise sadece bir hakkın veya hukuki durumun kazanılmasına engel olabilecek bir durumu bilmemek ve bilmesi gerekmemektir (AKYOL, Ş.: Dürüstlük Kuralı ve Hakkın Kötüye Kullanılması Yasağı İstanbul 1995, s.10-11).
Objektif iyi niyet olarak da tanımlanan ve dürüstlük kuralını düzenleyen TMK’nın 2. maddesi, bütün hakların kullanılmasında dürüstlük kuralı çerçevesinde hareket edileceğini ve bir kimsenin başkasını zararlandırmak ya da güç duruma sokmak amacıyla haklarını kötüye kullanmasını Kanunun korumayacağını belirtmiştir. Aynı maddenin ikinci fıkrasında düzenlenen, hakkın kötüye kullanılması yasağı kuralının amacı, hâkime özel ve istisnai hallerde (adalete uygun düşecek şekilde) hüküm verme olanağını sağlamaktadır.
25.1.1984 gün ve 3/1 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulu Kararında da ifade edildiği üzere, bir hakkın kullanılmasının açıkça adaletsizlik oluşturduğu, gerçek hakkın tanınması ve bireyin korunması için tüm hukuki yolların kapalı bulunduğu zorunluluk hâllerinde, TMK’nın 2. maddesi uygulama alanı bulur ve olağanüstü bir imkân sağlar; haksızlığı düzeltici, yasadaki kuralları tamamlayıcı fonksiyonunu yerine getirir.
Bir başka anlatımla, Medeni Kanunun 2. maddesinin ikinci fıkrasında düzenlenen hakkın kötüye kullanılması yasağı kuralının amacı, hâkime özel ve istinaî hallerde (adalete uygun düşecek şekilde) hüküm verme imkânını sağlamaktır. Madde hükmünün bu özelliği, İsviçre Federal Kurulunun Medeni Kanun tasarısını Millet Meclisine sevkine ilişkin 1904 tarihli mesajında şöyle açıklanmaktadır: “Bir hakkın kullanılmasının açıkça adaletsizlik teşkil ettiği ve gerçek hakkın tanınması ve ferdin korunması için bütün hukuki yolların kapalı bulunduğu hallerde MK. m.2.f.2 hükmünün amacı, zaruretten doğan ve olağanüstü bir imkan sağlamaktır.” şeklinde açıklanmaktadır…Medeni Kanunun 2. maddesinin ikinci fıkrasındaki kuralla kanunun ve hakkın mutlaklığı ilkesine istisna getirilmiştir. Ancak, bu kuralın taliliği (ikincilliği) de gözetilerek, öncelikle her meseleye ona ilişkin kanun hükümleri tatbik edilmeli; uygulanan kanun hükümlerinin adalete aykırı olabileceği bazı istisnai durumlarda da, 2. maddedeki kural, haksızlığı tashih edici bir şekilde uygulanabilmelidir.
Gerçekten de hukukun her alanında uygulanma niteliğine sahip olan hakkın kötüye kullanılması yasağı kuralının; şekle aykırılığı ileri sürme hakkı için de bir sınır teşkil ettiği, buyurucu niteliği itibariyle hakim tarafından re’sen gözetilmesi gerektiği bugün Türk-İsviçre öğretisi ve uygulamasında tartışmasız olarak kabul edilmektedir (Yargıtay ...nın 13.2.1974 gün ve 524/103 E.K sayılı; 2.10.1974 gün ve 2/810-1043 E.K sayılı; 7.12.1983 gün ve 4/224-1276 E.K sayılı…kararları).
Bununla birlikte, 30.09.1988 gün ve 1987/2 E., 1988/2 K. sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararında da “…Zira hukuk ancak, meşru menfaatlerin tatminine yarar, başka bir şeye yaradığı taktirde ise mevcudiyet sebebini kaybeder. Öte yandan Medeni Kanunun 4. maddesi hükmüyle de hâkim, adalete uygun karar vermeye çağrılmaktadır. O, menfaatlerin doğru ve adil bir muvazenesini yapmak ve gerçekleri gözetmek zorundadır.” şeklinde bir açıklamaya yer verilmiştir.
Dürüstlük kuralı, bir kimseden dürüst bir insan olarak beklenen davranışı ifade eder. Bir davranışın bu nitelikte olup olmadığı, toplumda geçerli ahlâk ölçülerine gelenek ve göreneklere, karşılıklı uygulanagelen teamüllere ve hakları sağlayan ilişkilerin amacına göre tayin edilir.
Diğer yandan, hakkın kötüye kullanılıp kullanılmadığı belirlenirken; o kişinin hakkın kullanılmasında geçerli ve haklı bir yararının varlığı, hakkın kullanılmasının sağlayacağı yarar ile başkalarına vereceği zarar arasında aşırı oransızlığın olmaması, bir kimsenin kendi ahlâka aykırı davranışına dayanmaması ve uyandırılan güvene aykırı davranışta bulunmaması gibi ölçütler hakkın kötüye kullanılıp kullanılmadığını belirler (OĞUZMAN, M.K.: Medeni Hukuk-Temel Kavramlar 5. B, İstanbul 1985, s. 154 vd).
Medeni Kanun, kötüye kullanılan hakkın hukuk düzeni tarafından korunmayacağını belirtmiş olmakla beraber, bir hakkın ne zaman kötüye kullanılmış sayılacağı konusunda bir açıklamaya yer vermemiştir. Esasen, önceden hangi durumlarda hakkın kötüye kullanılmış sayılacağını belirlemek ve belirtmek mümkün de değildir. Daha önce de ifade edildiği gibi, dürüstlük kuralı ve hakkın kötüye kullanılması yasağı, hayatın sonsuz ihtimallerinin önceden öngörülerek, düzenlenmesindeki imkânsızlık sonucu oluşturulmuş kurallardır. Düzenlemenin bu amacı karşısında, önceden hakkın kötüye kullanılmasının varlığını tespitte esas alınacak unsur ve ölçütleri belirlemek isabetli bir tutum da olmayacaktır. Bu nedenle, hakkın kötüye kullanılıp kullanılmadığının her somut olayda, olayın özellikleri dikkate alınarak hâkim tarafından belirlenmesi ihtiyacı ve gerekliliği vardır. Bununla beraber, belirli olguların varlığı bir hakkın kötüye kullanılmış olduğunun göstergesi olabilir. Nitekim, hakkın kötüye kullanıldığının kabul edildiği olaylar göz önünde tutularak, hakkın kötüye kullanılmış olduğunu gösteren bazı olgular ortaya konulmaktadır. Ancak, hakkın kötüye kullanılıp kullanılmadığının belirlenmesine yardım eden bu olguların, somut olayda bulunması kesin olarak bir hakkın kötüye kullanıldığını göstermeyeceği gibi, bulunmaması da hakkın kötüye kullanılmamış olduğu anlamını taşımaz (DURAL / SARI, s. 239).
Bir başka anlatımla, kullanılan hak soyut değil somut olaylara dayanmalıdır. Eğer bir olayda, objektif iyiniyet kurallarına aykırılık varsa, burada hakkın kötüye kullanımı söz konusudur. Objektif iyi niyet kurallarını, her olayda geçerli kabul edilebilecek bir ölçü bulmak mümkün değildir. Hak sahibinin hakkını kullanmada iyi ya da kötüniyetli olduğunu saptamak kullananın iç dünyası ile ilgili olduğundan bunu belirlemek oldukça güçtür. Dolayısıyla her somut olayda, iyi niyet kurallarına aykırılığın olup olmadığının kendi şartları içerisinde değerlendirilmesi gerekir.
Hakkın kötüye kullanılmış olduğunu kabul etmek için hakkın amacına aykırı olarak kullanılması ve hakkı kullananın bu kullanmada çıkarının olmaması gerekir. “Hak” tanımının “hukukun tanıdığı ve koruduğu menfaat” olduğunu hatırlayarak, bir hakkın kullanılması sırasında kullananın bu “hak”kı, amacına aykırı olarak ve korunacak bir “menfaat” olmaksızın kullanması durumunda biçimsel mantığa göre, bu durumda hukukun himayesini esirgemek gerektiği sonucuna varılır (AKYOL, s. 21).
Şu hâlde bir hak, o hakkın tanınmasındaki amaca aykırı olarak kullanılırsa ve bu kullanmada kullanan bakımından menfaat yoksa veya çok küçük bir menfaat varsa, bu takdirde o hakkın kullanılmasından değil, hakkın kötüye kullanılmasından bahsedilir. Bir malikin mülkiyet hakkından yararlanması öngörülmüştür, malik mülkiyet hakkını kendisine yararı olmadığı hâlde, mülkiyeti amacına aykırı olarak kullanırsa, mesela gerekmediği halde gerekmediği yükseklikte bir duvar yaptırırsa, hakkın kötüye kullanıldığı sonucuna varırız (AKYOL, s. 21).
Bu durumda bir hak sahibi hakkını kullanırken veya bir borçlu borcunu yerine getirirken belirtilen bu duruma uygun hareket etmek zorundadır; aksi hâlde, hakkını kötüye kullandığı sonucuna varılabilecektir.
Hakkın kötüye kullanılması yasağı görünüşte bir hakkın kullanılmasından rahatsız ve rencide olan kişileri ilgilendirir…Hukukun emirlerinden biri dürüstlük kuralına uymak ise, önemli yasaklarından biri de “hakkını kötüye kullanma”dır. Böylece hakkını kötüye kullanma hukuk tarafından konulmuş yasaklardan biridir. Niteliği itibariyle emredicidir (AKYOL, s. 23).
Hakkın kötüye kullanıldığı savunma olarak ileriye sürülmüş olmasa dahi bu husus def’i değil itiraz olarak kabul edildiğinden hâkim, dava dosyasından anlaşılan böyle bir durumu resen göz önüne almak zorundadır (Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 04.11.1964 gün 1964/2-953 E. ve 1964/640 K. sayılı ilamı ile 14.2.1951 tarih ve 1949/17 E, 1951/1 K. sayılı; 8.11.1991 tarih 1990/4 E., 1991/13 K. sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararları).
Nitekim aynı konuya Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 29. maddesinde de yer verilmiştir.
6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanununun (HMK) “Dürüst davranma ve doğruyu söyleme yükümlülüğü” başlıklı 29. maddesi;
“(1) Taraflar, dürüstlük kuralına uygun davranmak zorundadırlar.
(2)Taraflar, davanın dayanağı olan vakıalara ilişkin açıklamalarını gerçeğe uygun bir biçimde yapmakla yükümlüdürler.”
Düzenlemesini içermektedir.
Bu maddenin birinci fıkrasında dürüstlük kuralı, ikinci fıkrasında ise doğruyu söyleme yükümlülüğü getirilmiştir ki bunlar “taraf hakimiyeti”nin sınırları olarak görülmektedir.
Maddenin ilk fıkrası, Türk Medeni Kanunundaki “dürüstlük kuralı”nın medeni usul kanunundaki görünümüdür. Mukayeseli hukukta da dürüstlük kuralına, medeni usul kanunlarında yer verilmektedir. Bu kural, taraf usul işlemleri alanında etkisini gösterecektir. Söz konusu kurala aykırı olması hâlinde işlemin hukukî sonuç doğurması mahkemece önlenecektir.
Doğruyu söyleme ödevi tarafların yargılamadaki yükümlülüklerinden biridir. Hukukun temel ilkelerinden biri olan dürüstlük kuralına yargılama sırasında da riayet edilmelidir. Yükümlülüğün ana noktaları vakıalar ve delillerdir. Yargılamada taraflar bir mücadele içinde olsalar da bu mücadelede her şeyin geçerli sayılacağı kabul edilemez. Muhakeme sürecine ilişkin değişik maddelerde de dürüstlük kuralına aykırı kötü niyetli davranışların önüne geçmek için bazı yaptırımlar öngörülmüştür. Tüm bu hükümlerin temelinde dürüstlük kuralına uygun davranmayı sağlama amacı yatmaktadır.
Maddenin ikinci fıkrasında, dürüstlük kuralının özel ve önemli bir unsuru olan doğruyu söyleme ödevi açıkça düzenlenmiş bulunmaktadır. Taraflar yargılamada kendi menfaatlerine uygun olarak neleri ileri sürüp sürmeyecekleri konusunda serbesttir. Ancak ileri sürdükleri hususların doğru olması, beyan ve açıklamalarının gerçeğe aykırı olmaması gerekir. Taraflardan aleyhlerine olan hususları da beyan etmeleri beklenemez. Ancak gerek kendilerine, gerek karşı tarafa ilişkin hususlarda yaptıkları açıklamalarda mahkemeyi yanıltmamaları gerekir. Doğruyu söyleme ödevi, hem yazılı hem de sözlü beyan ve açıklamalar için geçerlidir. Bu ödeve aykırılık hâlinde beyanlar mahkemece dikkate alınmayacak ve değerlendirilmeyecektir. Ayrıca tarafın bilinçli olarak yalan söylemesi bir usul hilesi oluşturabilir.
Davada dürüst davranma ilkesinden amaç TMK’nın 2. maddesinde yer alan “Herkes, haklarını kullanırken ve borçlarını yerine getirirken dürüstlük kurallarına uymak zorundadır. Bir hakkın açıkça kötüye kullanılmasını hukuk düzeni korumaz.” İlkesinin eldeki davada da geçerli olduğunun vurgulanmasıdır.( YILMAZ, E.: Hukuk Muhakemeleri Kanunu Şerhi Yetkin Yayınları Ankara 2012, s.310).
Bütün hakların kullanılmasında ve borçların ifasında uyulması gereken dürüstlük kuralı ve hakların genel sınırlarını oluşturan hakkın kötüye kullanılması yasağı, kamu düzeni ihtiyaç ve gerekleri nedeniyle konulmuş kurallardır. Bu nedenle, Medeni Kanunun 2. maddesinin her iki fıkrası da emredici niteliktedir. Tarafların aralarındaki ilişkide dürüstlük kuralının ve hakkın kötüye kullanılması yasağının uygulanmayacağının kararlaştırmaları mümkün değildir. Dürüstlük kuralına veya hakkın kötüye kullanılması yasağına aykırı bir davranış, doğrudan hakkın mevcudiyetini ortadan kaldırdığından bir itiraz teşkil eder. Bu nedenle, dava dosyasındaki bilgi ve belgelerden hâkim, dürüstlük kuralına aykırı, hakkın kötüye kullanılması oluşturan davranışı tespit ediyorsa, ilgili tarafından ileri sürülmemiş olsa bile, kendiliğinden (re’sen) bunu dikkate almalıdır (DURAL / SARI, s. 243-244).
Yukarıda yapılan bu açıklamalar ışığında somut olay incelendiğinde; her ne kadar dava konusu taşınmaz üzerinde tek katlı betonarme çiftliğin bulunduğunun ve bu çiftliğin parselin büyük bir kısmına oturduğunun, kalan kısımda ise etrafı tel örgü ile çevrili 3x6 metre aralıklarla dikilmiş 4-5 yaşlarında nar fidanlarının olduğunun gözlemlendiği keşif zaptına yazılmış ise de kamulaştırma işlemlerinin başladığı sırada hazırlanan kıymet taktir komisyonu raporunda dava konusu taşınmaz üzerinde yapı ve fidan bulunduğuna dair bir bilgiye yer verilmediği anlaşılmakla birlikte, taşınmazın bulunduğu köyün nüfusu, yapıların niteliği ve köy yerleşim yerine uzaklığı, yapıların bulunduğu arazilerin tarla vasfında olduğu dikkate alındığında davalıların eylemlerinin taşınmazın kamulaştırma bedelini arttırma amaçlı bir tasarruf niteliğinde bulunduğu, kaldı ki yerel mahkemenin birçok kararında yapılan keşifler sırasında bazı yeni evlerde üst kata çıkmak için merdiven bulunmadığının, bazı evlerde musluklar olduğu halde su tesisatının olmadığının, evlerin iç cephe boyalarının yapılmadığının, tarlaların ortasına içi duvarsız ve sütunsuz çok geniş yapıların inşa edildiğinin, yine tarlalarda poşeti dahi çıkarılmadan dikilmiş fidanların bulunduğunun, bu fidanların poşeti çıkarılmış olsa dahi hiçbir sulama sisteminin bulunmadığının, bazı fidanların toprakla dahi bütünleşmediğinin açıkça ifade edildiği, bu itibarla ortada dürüstlük kuralına aykırı davranmak suretiyle haksız kazanç elde etme amacının var olduğu ve eylemin TMK’nın 2. maddesine aykırılık teşkil ettiği, bu yönü ile taşınmaz üzerine yapılan yapılara ve dikilen fidanlara bedel verilmesinin mümkün olmadığı, dolayısıyla taşınmaz üzerinde bulunan nar fidanlarının dava tarihi itibari ile adet olarak maktu bedellerinin İl Tarım Müdürlüğünden getirtilip bilirkişi raporunun denetlenmesi gerekmediği gibi, taşınmaz üzerindeki yapının 6495 sayılı Yasa uyarınca ilanın askıdan indiği tarihten önce veya sonra yapılıp yapılmadığının araştırılmasına da gerek bulunmadığı anlaşılmaktadır.
Hukuk Genel Kurulunda yapılan görüşmeler sırasında Kanunun sonradan çıkarıldığı ve geçmişe uygulanamayacağı, her hakkın bir sınırının bulunduğu ve herkesin dürüstlük kuralına uymasının gerektiği, yapı birim maliyet cetvelindeki resmî hesap yönteminin uygulanması yerine taşınmaz malikinin binanın yapılması sırasında yaptığı masraf bedelinin, yani malzeme değerinin verilmesinin yerinde olacağı, bu nedenle bozma kararı verilmesinin uygun olduğu; yine kaçak binalarda asgari levazım bedeli verildiği, taşınmaz üzerinde bulunan yapılar için de bu kuralın uygulanabileceği, bu yön dikkate alınarak yerel mahkeme kararının bozulmasının gerektiği görüşleri ileri sürülmüş ise de bu görüşler Kurul çoğunluğu tarafından kabul edilmemiştir.
Hâl böyle olunca, yerel mahkemenin TMK’nın 2. maddesi dikkate alındığında, taşınmaz üzerinde bulunan yapılar ve fidanlar için ayrıca bedel verilmesinin hukuka uygun olmayacağı gerekçesiyle verdiği direnme kararı yerindedir.
Bu nedenle direnme kararı onanmalıdır.
S O N U Ç: Yukarıda açıklanan nedenlerle davacı Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü vekili ile davalı ... ve arkadaşları vekilinin temyiz itirazlarının reddi ile direnme kararının yukarıda açıklanan gerekçelerle ONANMASINA 17.01.2018 gününde oy çokluğu ile karar verildi.
Bu alandan sadece bu kararla ilintili POST üretebilirsiniz. Bu karardan bağımsız tamamen kendinize özel POST üretmek için TIKLAYINIZ
Sayın kullanıcılarımız, siteden kaldırılmasını istediğiniz karar için veya isim düzeltmeleri için bilgi@abakusyazilim.com.tr adresine mail göndererek bildirimde bulunabilirsiniz.