1. Hukuk Dairesi 2019/3493 E. , 2019/4771 K.
"İçtihat Metni"MAHKEMESİ :ASLİYE HUKUK MAHKEMESİ
DAVA TÜRÜ : TAPU İPTALİ VE TESCİL-ALACAK
Taraflar arasında görülen tapu iptali ve tescil, alacak davası sonunda yerel mahkemece davanın kısmen kabulüne ilişkin olarak verilen karar davacı mirasçıları vekilince yasal süre içerisinde temyiz edilmiş olmakla dosya incelendi, Tetkik Hakimi ..."un raporu okundu, açıklamaları dinlendi, gereği görüşülüp düşünüldü.
-KARAR-
Dava, inançlı işlem hukuksal nedenine dayalı tapu iptali ve tescil, olmazsa taşınmaz bedelinin tahsili (alacak) isteğine ilişkindir.
Davacı, 1 parsel sayılı taşınmazdaki 25 no"lu bağımsız bölümününün satışı konusunda damadı olan davalı ...’i vekil tayin ettiğini, ancak bilgisi dışında vekilin dava konusu bağımsız bölümü 02.05.2008 tarihinde davalı ...’a, ...’ın da 22.07.2008 tarihinde diğer davalı ...’e temlik ettiğini, kendisine satış bedeli ödenmediğini, davalı ... ve diğer davalı ... arasında borç ilişkisi bulunduğunu ve davalı ...’nın baskısı ile vekilinin taşınmazı devretmek zorunda kaldığını ileri sürerek, tapunun iptali ile adına tesciline karar verilmesini istemiş, aşamada davasını ıslah ederek taşınmazın kredi temini için davalı ...’a, ona da kredi çıkmayınca davalı ...’e devredildiğini, bankadan alınan kredinin damadı ...’ın borçlarına karşılık davalılar ... ve ...’ya verildiğini, kredi ödemeleri bittiğinde taşınmazın iade edileceği konusunda tüm tarafların anlaştığını, bu sebeple teminat senedi alındığını, ancak davalılar ... ve ...’in taşınmazı iade etmediklerini belirtip, inançlı işlem, hile ve gabin hukuksal nedenlerine dayalı olarak tapunun iptali ile adına tescilini, olmadığı takdirde taşınmaz bedelinin tahsilini talep etmiş; ikinci kez ıslah dilekçesi ile önceki ıslah talebindeki nedenlerle tapu iptali ve tescil, olmadığı takdirde teminat amaçlı verilen senet meblağı olan 70.000,00 TL"nin davalılardan müteselsilen tahsilini istemiştir.
Davalı ..., satış işlemi ile hiçbir ilgisi bulunmadığını, davanın husumet yönünden reddi gerektiğini savunmuş, diğer davalı ... taşınmazı bedeli karşılığında satın alan iyiniyetli üçüncü kişi olduğunu, taşınmazı satın alabilmek için çekilen krediyi davalı ...’a verdiğini ve kredi taksitlerini de kendisinin ödediğini belirterek davanın reddini savunmuş, diğer davalılar savunma getirmemişlerdir.
Mahkemece, vekalet görevinin kötüye kullanıldığı gerekçesiyle davalı ... yönünden taşınmaz bedelinin tahsili isteminin kabulüne, diğer davalılar yönünden davanın reddine karar verilmiştir.
Dosya içeriği ve toplanan delillerden; Davacı ..."un ... 3. Noterliği"nin 17.03.2008 tarih ve 6663 yevmiye nolu vekaletnamesi ile damadı olan davalı ..."i taşınmaz satışı yetkilerini de içerir şekilde vekil tayin ettiği, vekil ..."ın çekişme konusu 25 numaralı bağımsız bölümü davacıya vekaleten 02.05.2008 tarihinde davalı ..."a, ..."ın da 22.07.2008 tarihinde diğer davalı ..."e satış suretiyle temlik ettiği, davalılardan ..."in ..."in eşi olduğu anlaşılmaktadır.
Bilindiği üzere; inanç sözleşmesi, inananla inanılan arasında yapılan, onların hak ve borçlarını belirleyen, inançlı muamelenin sona erme sebeplerini ve devredilen hakkın, inanılan tarafından inanana geri verme (iade) şartlarını içeren borçlandırıcı bir muameledir. Bu sözleşme, taraflarının hak ve borçlarını kapsayan bağımsız bir akit olup, alacak ve mülkiyetin naklinin hukuki sebebini teşkil eder.
Taraflar böyle bir sözleşme ve buna bağlı işlemle genellikle, teminat teşkil etmek ve iade edilmek üzere, mal varlığına dahil bir şey veya hakkı, aynı amacı güden olağan hukuki muamelelerden daha güçlü bir hukuki durum yaratarak, inanılana inançlı olarak kazandırmak için başvururlar.
Diğer bir anlatımla, bu işlemle borçlu, alacaklısına malını rehin edecek, yani yalnızca sınırlı ayni bir hak tanıyacak yerde, malının mülkiyetini geçirerek rehin hakkından daha güçlü, daha ileri giden bir hak tanır.
Sözleşmenin ve buna bağlı temlikin, değinilen bu özellikleri nedeniyle, taşınmazı inanç sözleşmesi ile satan kimsenin artık sadece, ödünç almış olduğu parayı geri vererek taşınmazını kendisine temlik edilmesini istemek yolunda bir alacak hakkı; taşınmazı, inanç sözleşmesi ile alan kimsenin de borcun ödenmesi gününe kadar taşınmazı başkasına satmamak ve borç ödenince de geri vermek yolunda yalnızca bir borcu kalmıştır.
Diğer bir bakış açısıyla taşınmazın mülkiyeti inanılana (alacaklıya) geçmiştir. Taşınmazda inanarak satanın (borçlu) mülkiyet hakkı kalmadığı gibi, alıcının bu mülkiyet hakkı üzerinde kurulmuş olan bir rehin hakkından da söz edilemez.
Bu durumda; gayrimenkul rehni bakımından geçerliliği olan 4721 s. Türk Medeni Kanununun (TMK) 873. maddesinin inanç sözleşmelerine dayalı temlike konu taşınmazlar bakımından uygulama yeri olmadığı da kuşkusuzdur. Nitekim bu düşünce Hukuk Genel kurulunun 23.05.1990 gün ve l990/1-202-315 sayılı kararında da aynen benimsenmiştir.
Bilindiği gibi, inanç sözleşmeleri, tarafların karşılıklı iradelerine uygun bulunduğu için, onlara karşılıklı borç yükleyen ve alacak hakkı veren geçerli sözleşmelerdir. (818 s. Borçlar Kanunu 818 s. Borçlar Kanununun (BK). m.; 6098 s. Türk Borçlar Kanununun (TBK) 97. m.) Anılan sözleşmelerde, taraflar, sözleşmenin kendilerine yüklediği hak ve borçları belirlerken, inançlı işlemin sona erme sebeplerini; devredilen hakkın inanılan tarafından inanana iade şartlarını, bu arada tabii ki süresini de belirleyebilirler. Bunun dışında, akde aykırı davranışın yaptırımına da sözleşmelerinde yer verebilirler. Buna dair akit hükümleri de TBK"nin 26 ve 27. maddelerine aykırılık teşkil etmediği sürece geçerli sayılır.
İnanç sözleşmesine ve buna bağlı işlemle alacaklı olan taraf, ödeme günü gelince alacağını elde etmek için dilerse; teminat için temlik edilen şeyi “ ifa uğruna edim “ olarak kendisinde alıkoyabileceği gibi; o şeyi, açık artırma yoluyla veya serbestçe satıp satış bedelinden alma yoluna da başvurabilir. Bu sonuçlar kendine özgü bu akdin tabiatında mevcuttur. Sözleşme ile öngörülen ifa süresi içerisinde, sırf sözleşmeyi imkansız kılmak amacıyla muvazaalı olarak yapılan temliklerin yasal koruma altında tutulamayacağı izahtan varestedir. Meri hukuk sistemimizde her hangi bir düzenleme olmamasına karşın, inanç sözleşmelerinin yukarıda değinilen ilkeler çerçevesinde uygulama yeri bulan kendine özgü bir müessese olduğu, öğreti ve uygulamada kabul edilegelen bir olgudur.
İnanç sözleşmelerinin tarafları arasında, onların gerçek iradelerini ve akitten amaçladıklarını yansıtması bakımından geçerli olduğu; taraflarına Borçlar Kanunu çerçevesinde nispi haklarını talep etme olanağını verdiği tartışmasızdır.
Burada üzerinde durulması gereken husus,taşınmaz mallar yada şekle bağlı akitlerde inanç sözleşmelerinin ne gibi hukuki sonuç doğuracağıdır. Diğer bir anlatımla,sözleşmede öngörülen koşulların gerçekleşmesi halinde, taşınmaz mülkiyetinin naklinin sebebini oluşturup oluşturmayacağıdır.
Bilindiği üzere; uygulamada mesele, 05.02.1947 tarih 20/6 sayılı İçtihadı Birleştirme kararı ile ilişkilendirilip, bu karar dayanak yapılmak suretiyle çözüme gidilmektedir.
Söz konusu kararda; eski hukuka göre mümkün ve geçerli olan muvazaa ve nam-ı müstear iddialarının, Medeni Kanunun yürürlüğünden sonra taşınmaz mallar hakkında dinlenip dinlenemeyeceği tartışılmıştır.
Anılan kararda; çeşitli sebep ve amaçlarla bir taşınmaz kaydına gerçek malik yerine başka bir nam ve bir sözleşmede akitlerden biri yerine üçüncü bir şahsın gösterilmesinin mümkün olduğu, bu gibi hallerde vekilin kendi namına ve müvekkili hesabına yaptığı tasarruflarda olduğu gibi hukuki bir durum veya herhangi bir maksatla üçüncü şahıslardan gerçeği gizleme gayesi güdülebileceği, “kötüniyetli ve haksız gizlemeler” dışında,belirtilen olasılıklara göre açılacak bir davanın, gerçekten, ya mevcut bir hakka dayanarak bir el değiştirme veya bir hakkın korunması niteliğini taşıyacağı; bu durumun da, temsil ve vekalet ilişkisinde, mülkiyette halefiyet esası olarak kabul edilmiş bir husus olup, halefiyeti düzeltme amacıyla öncelikle mülkiyetin vekile aidiyeti düşünülse bile, temsil hükümlerine aykırı olduğundan bunun korunması ve devamına hükmolunamayacağı, zira TBK"nin 509. maddesindeki “Vekilin, kendi adına ve vekâlet veren hesabına gördüğü işlerden doğan üçüncü kişilerdeki alacağı, vekâlet verenin vekile karşı bütün borçlarını ifa ettiği anda, kendiliğinden vekâlet verene geçer.” hükmünün bu düşünceyi doğruladığı, öte yandan gerek taşınır, gerek taşınmaz mallara ilişkin olsun nam-ı müstear hadiselerinde, meselenin bir istihkak ve mülkiyet davası niteliğini geçemeyeceğinden, ne resmi senet, ne de şekil meselesinin bahse konu olamayacağı, meselenin akitte ve isimde muvazaayı kapsamına alan TBK"nin 19.maddesi kapsamında düşünülmesinin kanunun amacına uygun düşeceğine, değinildikten sonra sonuçta, nam-ı müstear davalarının dinlenebilir ve yazılı delil ile ispatının mümkün olduğuna, hükmolunmuştur.
İçtihadı Bileştirme kararlarının konularıyla sınırlı, sonuçlarıyla bağlayıcı bulunduğu tartışmasızdır. Nam-ı müstear için düzenleme getiren 1947 tarihli kararın, teminat amacıyla temlike dair inanç sözleşmelerini kapsadığı da kuşkusuzdur. Uygulamada anılan sözleşmeler gerek özü, gerek işleyişi açısından ,genelde muvazaa, özelde ise nam-ı müstear başlıkları altında nitelendirilegelmektedir.
Belirtilen İçtihadı Birleştirme Kararında da değinildiği üzere;inanç sözleşmeleri bir yandan mülkiyeti nakil borcu doğurması bakımından tarafları bağlayıcı, diğer yandan, mülkiyetin naklinin sebebini teşkil etmesi açısından tasarruf işlemlerini bünyesinde barındıran sözleşmelerdir. Bu durumda koşulların oluşması halinde taşınmaz mülkiyetini nakil özelliğini taşıdığı kabul edilmelidir.
İçtihadı Birleştirme kararının sonuç bölümünde ifade olunduğu üzere, inançlı işleme dayalı olup dinlenilirliği kabul edilen iddiaların ispatı, şekle bağlı olmayan yazılı delildir. İnanç sözleşmesi olarak adlandırılan bu belgenin sözleşmeye taraf olanların imzasını içermesi gereklidir. Bunun dışındaki bir kabul, hem İçtihadı Birleştirme kararının kapsamının genişletilmesi, hemde taşınmazların tapu dışı satışlarına olanak sağlamak anlamını taşıyacağından kendine özgü bu sözleşmelerle bağdaştırılamaz.
Somut olaya gelince; davacı önce vekalet görevinin kötüye kullanılması hukuksal nedenine dayanmış ise de aşamada davasını HMK"nın 180. maddesine göre tamamen ıslah ederek dava sebebini inançlı işlem hukuksal nedenine dayandırmıştır. Her ne kadar ikinci kez ıslah dilekçesi verilmiş ise de, yine HMK"nın 176/2. maddesi gereğince aynı davada taraflar ancak bir kez ıslah yoluna başvurabileceklerinden, ikinci ıslah dilekçesinin kabulü mümkün değildir. Davanın hukuki sebebine gelince, HMK"nın 119/1-g maddesi gereğince, açılan davada dayanılan hukuki sebepleri göstermek davacıya ait bulunmaktadır. HMK"nın 33. maddesinde ifadesini bulan "" Hâkim, Türk hukukunu resen uygular."" hükmü söz konusu 119/1-g maddesini ortadan kaldırıcı nitelikte değildir.
Hal böyle olunca; davacı inançlı işlem hukuksal nedenine dayandığına göre, yukarıdaki ilkeler nazara alınarak, taraflar arasında düzenlenen protokol de değerlendirilmek suretiyle araştırma ve inceleme yapılması ve sonucuna göre bir karar verilmesi gerekirken eksik inceleme ve yanılgılı değerlendirme sonucu yazılı şekilde karar verilmesi doğru değildir.
Davacı mirasçılarının yerinde bulunan temyiz itirazlarının kabulü ile, hükmün (6100 sayılı Yasanın geçici 3.maddesi yollaması ile) 1086 sayılı HUMK"un 428.maddesi gereğince BOZULMASINA, alınan peşin harcın temyiz edene geri verilmesine, 23.09.2019 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.