Esas No: 2013/14-474
Karar No: 2013/1050
Karar Tarihi: 10.07.2013
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu 2013/14-474 Esas 2013/1050 Karar Sayılı İlamı
"İçtihat Metni"
MAHKEMESİ : Serik 1. Asliye Hukuk Mahkemesi
TARİHİ : 08/04/2011
NUMARASI : 2010/612-2011/133
Taraflar arasındaki "tapu iptali ve tescil" davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Serik 1. Asliye Hukuk Mahkemesi’nce davanın reddine dair verilen 15.07.2009 gün ve 2009/80 E., 2009/429 K. sayılı kararın incelenmesi davacılar vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 14.Hukuk Dairesi’nin 30.03.2010 gün ve 2010/1193 E. - 2010/3454 K. sayılı ilamı ile;
(…Davacılar, dava dışı kişilerle yaptıkları 05.08.1991 tarihli taşınmaz satış vaadi sözleşmesi ile 137 sayılı parselden ifrazen oluşan 449 sayılı parseldeki dava konusu payı satın aldıklarını, sözleşmenin tapuya şerh edildiğini, davalının kötüniyetli olarak taşınmazı satın aldığını belirterek tapu kaydının iptali ile mülkiyet ve intifa hakkının tapuya yazılması isteğinde bulunmuşlardır.
Davalı, şerhin hukuki değerini yitirdiği 09.02.2006 tarihinde satın aldığını belirterek davanın reddini savunmuştur.
Mahkemece, davanın reddine dair verilen karar davacıların temyizi üzerine Dairemizin 23.12.2008 tarih 2008/11266 - 15710 Esas ve Karar sayılı ilamı ile Türk Medeni Kanununun 1023 ve 1024 maddelerinin değerlendirilerek hüküm kurulması gerektiği belirtilerek bozulmuştur.
Mahkemece, taşınmazın davalı tarafından edinildiği tarih itibariyle şerhin hukuki değerini yitirmiş olduğu gerekçesi ile davanın reddine karar verilmiştir.
Hükmü, davacılar temyiz etmiştir.
Dava, taşınmaz satış vaadi sözleşmesinden kaynaklanan tapu iptal tescil ve intifa hakkının tapuya yazılması isteğine ilişkindir.
Kaynağını Borçlar Kanununun 22. maddesinden alan taşınmaz satış vaadi sözleşmeleri Borçlar Kanununun 213. maddesi ile Türk Medeni Kanununun 706 ve Noterlik Kanununun 89. maddesi hükümleri uyarınca noter önünde re"sen düzenlenmesi gereken bir başka anlatımla geçerliliği resmi şekil şartına bağlı kılınan, tam iki tarafa borç yükleyen ve kişisel hak sağlayan sözleşme türüdür. Vaat alacaklısı, taşınmaz satış vaadi sözleşmesi ile mülkiyeti devir borcu yüklenen satıcıdan edim yerine getirilmediğinde Türk Medeni Kanununun 716. maddesi uyarınca açacağı tapu iptal ve tescil davasında borcun hükmen yerine getirilmesini isteyebilir.
Taşınmaz satış vaadi sözleşmelerinin, Türk Medeni Kanununun 1009. maddesi uyarınca tapunun beyanlar hanesine şerhi mümkündür. Böylece, sözleşme alacaklısı sözleşmeden kaynaklanan kişisel hakkını kuvvetlendirmiş olur ve üçüncü kişilere karşı ileri sürme olanağı kazanır. Tapu Kanununun 26/6 maddesi uyarınca bu şerh beş yıl için geçerli olup beş yılın dolmasıyla kayıttan silinir ve anılan gücünü yitirir. Satış vaadi sözleşmesinin tapuya şerhinden sonra beş yıl içinde kayda işlenen her türlü haciz, ipotek ve benzeri sözleşme alacaklısının haklarını kısıtlayacak nitelikteki şerhler de sözleşme alacaklısını bağlamaz.
Açıklananlar ışığında somut olaya gelince; davacıların dayandığı 05.08.1991 tarihinde düzenlenen taşınmaz satış vaadi sözleşmesi noterde usulüne uygun olarak düzenlenmiş olup geçerlidir. Anılan sözleşme 08.08.1991 tarihinde tapuya şerh edilmiş olup, davalının mülkiyeti edindiği tarih itibariyle tapuda kayıtlıdır. Mahkemece sözleşmenin tapuya şerh edildiği 08.08.1991 tarihi itibariyle 5 yıllık sürenin geçtiği, bu nedenle şerhin bağlayıcılığının bulunmadığı, dolayısıyla sözleşmeden doğan şahsi hakkın davalıya ileri sürülemeyeceği gerekçesi ile davanın reddine karar verilmiştir.
Ancak, Dairemizin bozma kararında da belirtildiği üzere burada incelenmesi gereken davalının iyiniyetli olup olmadığının saptanmasıdır. Tapu Kanununun 26/5. maddesinin son fıkrası gereğince, tapuya şerh edilen satış vaadi sözleşmesi uyarınca şerhten itibaren 5 yıl içinde satış yapılmaz ise şerh, tapu sicil müdürlüğü tarafından re"sen terkin edilir. Şerh, süresi dolduktan sonra terkin edilmez ise, şahsi hakkın bu şerh ile etkisi kuvvetlendirildiğinden üçüncü kişilere karşı ileri sürülebilir iken artık bundan sonra satış vaadi alacaklısına sadece kişisel hak sağlayabilir. Satış vaadi sözleşmesi bu nedenle davalıya karşı ileri sürülemez ise de Türk Medeni Kanununun 1023 ve 1024. maddeleri gereğince davalının halen mevcut olan şerh nedeniyle iyiniyetli olduğunun kabulüne olanak yoktur. Belirtilen nedenle mahkemece davalının iyiniyetli olmadığı kabul edilmeli, sözleşme gereğince tescil isteğinin kabulü için diğer şartların gerçekleşip gerçekleşmediği incelenerek sonucuna göre hüküm kurulması gerekirken yazılı gerekçe ile davanın reddine karar verilmiş olması doğru olmadığından karar bozmayı gerektirmiştir …)
gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
TEMYİZ EDEN : Davacı vekili
HUKUK GENEL KURULU KARARI
Hukuk Genel Kurulu’nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kâğıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Dava, gayrimenkul satış vaadi sözleşmesine dayalı, tapu iptali ve tescil istemine ilişkindir.
Mahkemece, davanın reddine dair verilen karar, davacılar vekilinin temyizi üzerine Özel Daire’ce işin esasına yönelik olarak bozulmuş, yerel mahkemece önceki kararında direnmiştir.
Direnme hükmünü, davacı vekili temyize getirmiştir.
Hukuk Genel Kurulu’ndaki görüşme sırasında işin esasına geçilmeden önce; Harçlar Kanunu"nun 11., 30. ve 32. madde hükümleri karşısında, mahkemece taşınmazın belirlenen değeri üzerinden eksik karar ve ilam harcı tamamlatılmadan, eldeki davaya devam edilmesi olanağının bulunup bulunmadığı; dolayısıyla belirtilen harçlar tahsil edilmeden işin esasının çözümlenip çözümlenemeyeceği hususu, ön sorun olarak ele alınmıştır.
Öncelikle “harç” kavramı ile ilgili şu açıklama ve saptamaların yapılmasında yarar vardır:
Kamu hizmetlerinin kurulması ve yürütülmesi için gerekli olan mali kaynağın sağlanması amacıyla devletin egemenlik gücüne dayanarak koyduğu mali yükümlerden kaynaklanan alacakları genel olarak kamu alacakları olarak nitelendirilmektedir.
Devletin kamu alacağını oluşturan gelir kaynaklarından birini ise, kamu hizmetlerinden yararlananların ödedikleri harçlar oluşturmaktadır.
Harç, bazı kamu hizmetlerinden yararlanan ve hatta kanun hükmü ile yararlanmak zorunda bırakılan özel ve tüzel kişilerin, özel menfaatlerine ilişkin olarak, kamu kuruluşlarının hizmetlerinden yararlanmaları karşılığında, belli bir ölçüde bu hizmetlerin maliyetine katılmaları amacıyla konulan ve zor unsuruna dayanan mali yükümlülüklerdir (Pınar, Burak:Yargı ve İcra Harçları, Ankara 2009, s.1-3).
Diğer bir deyişle harç, adli ve idari hizmetlerde ve bu hizmetin gerektirdiği masrafları karşılamak mülahazasıyla gerçek ve tüzel kişilerden hazinece alınan bir paradır. Yapılan işler ve görülen hizmet amme hizmetinden ziyade, kişilerin şahsına ve menfaatine ilişkindir (YİBK"nun 23.12.1976 gün ve E:1976/11-7, K:6 sayılı ilamı).
Anayasa Mahkemesi de harcı, verginin özel ve ayrıksı bir türü olarak tanımlamıştır (17.12.1968 gün ve E:1968/12, K:65; 24.10.1974 gün ve E:1974/31, K:43;14.01.2010 gün ve E:2009/27, K:2010/9 sayılı kararları ve aynı mahiyette Yargıtay Hukuk Genel Kurulu"nun 12.05.1982 gün ve E:1982/5-341, K:493 sayılı ilamı).
Bir kamu hizmetinden dolayı harç alınabilmesi, bu hizmetin kanunla belirlenmesine ve bu hususla ilgili harç alınmasına ilişkin düzenlemelerin de kanunda yer almasına bağlıdır.
Nitekim 1982 Anayasası"nın 73/3.maddesi; “Vergi, resim, harç ve benzeri mali yükümlülükler kanunla konulur, değiştirilir veya kaldırılır.” hükmünü içermektedir.
Bu kanunilik ilkesine paralel olarak, 492 sayılı Harçlar Kanunu"nun 1.maddesinde, bu kanuna göre alınacak harçlar arasında, diğer harçlar yanında, yargı harçları da bulunmaktadır.
Aynı Kanunun 2.maddesinde ise, yargı işlemlerinden bu Kanuna bağlı (1) sayılı tarifede yazılı olanların, yargı harçlarına tabi olduğu vurgulanmıştır.
Yargı harcı, devletin mahkemeler aracılığıyla yaptığı hizmete, ondan yararlananların katkısıdır (YİBK"nun 16.12.1983 gün ve E:1983/5, K:6 sayılı ilamı).
Kanunla açıkça yargı harçlarından muaf olduğu ya da işleminin müstesna olduğuna ilişkin düzenleme yapılmamış olan herkes, bu harçları ödemekle yükümlüdür.
Yargı harçlarının konusunu oluşturan harçlardan ilki mahkemelerde ödenecek harçlar olup; bunlar başvurma harcı, celse harcı ile karar ve ilam harcıdır.
Harcın kimden alınacağı konusu, 492 sayılı Harçlar Kanunu"nun “Mükellef” başlığını taşıyan 11.maddesinde düzenlenmiş; bu madde ile, genel olarak yargı harçlarının, davayı açan veya harca konu olan işlemin yapılmasını isteyen kişilerce ödenmesi yükümlülüğü getirilmiştir.
Harç alma ölçülerini düzenleyen 492 sayılı Harçlar Kanunu"nun 15. maddesinde “Yargı harçları (1) sayılı tarifede yazılı işlemlerden değer ölçüsüne göre nispi esas üzerinden, işlemin nev"i ve mahiyetine göre maktu esas üzerinden alınır.” hükmüne yer verilmiş olup aynı Kanun’un 16. maddesi gereğince tescil ve tapu kayıt iptali gibi gayrimenkulün aynına taalluk eden davalarda gayrimenkulün değerine göre nispi harç alınması gerekmektedir.
492 sayılı Harçlar Kanunu"nun “Harcı Ödenmeyen İşlemler” başlığını taşıyan 32.maddesinde ise, “Yargı işlemlerinden alınacak harçlar ödenmedikçe müteakip işlemler yapılmaz. Ancak ilgilisi tarafından ödenmeyen harçları diğer taraf öderse işleme devam olunmakla beraber bu para muhakeme neticesinde ayrıca bir isteğe hacet kalmaksızın hükümde nazara alınır.” hükmü getirilmiştir.
Yukarıda belirtilen madde hükümlerinden de anlaşılacağı üzere, karar ve ilam harcının peşin olarak yatırılması gereken miktarı ile maktu başvuru harcı ödenmedikçe, davaya devam edilmesi olanağı bulunmamaktadır.
Nitekim, 492 sayılı Harçlar Kanunu"nun 30. maddesinde, yargılama sırasında tespit olunan dava değerinin, dava dilekçesinde bildirilen değerden fazla olduğu anlaşılırsa, yalnız o celse için yargılamaya devam olunacağı, takip eden celseye kadar noksan değer üzerinden peşin karar ve ilam harcı tamamlanmadıkça davaya devam olunamayacağı; Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu"nun 409 uncu maddesinde de gösterilen süre içinde dosyanın işleme konulmasının noksan olan harcın ödenmesine bağlı olduğu belirtildiğine göre, dava açıldığında yatırılması gereken başvurma harcı ile peşin karar ve ilam harcının hiç yatırılmaması halinde de, aynı şekilde anılan harçlar ilgilisince ödenmedikçe davaya devam edilmesi olanağından söz edilemez.
Somut olay değerlendirildiğinde; davacı eldeki davayı açarken, dava değerini 35.000 TL olarak göstermek suretiyle bu bedel üzerinden peşin karar ve ilam harcını yatırmış, daha sonra mahkemece yapılan keşif sonrası düzenlenen 12.12.2007 tarihli ziraat bilirkişi raporu ile taşınmazın tarla değerinin 78.385 TL, arsa değerinin ise 823.000 TL olduğu belirlenmiştir. Daha sonra Yerel mahkemece eksik harcın tamamlanması için 05.06.2009 tarihli celsede davacılara mehil (kesin) verilmiş; ancak sonraki celsede harç yatırılmamış olmasına rağmen, mahkemece işin esası hakkında karar verilmiştir.
Yukarıda belirtildiği üzere, Harçlar Kanunu’nun 30. maddesinde işaret edilen, “yargılama sırasında tespit olunan değer üzerinden peşin karar ve ilam harcı tamamlanmadıkça davaya devam olunamaz” hükmü gereğince taşınmazın belirlenen değeri üzerinden hesaplanan eksik karar ve ilam harcı ödenmedikçe, eldeki davaya devam etme olanağı bulunmamaktadır.
Mahkemece, yukarıda açıklanan yasal düzenlemeler ve ortaya konulan ilkeler göz ardı edilerek, eksik harç tamamlatılmadan yargılamaya devamla hüküm kurulmuş olması doğru değildir.
Buna göre, mahkemece yapılacak iş; davacılara anılan yargı harcını ödemesi konusunda usulünce önel verilerek, sonucuna göre bir karar vermek olmalıdır.
Hal böyle olunca; yukarıda açıklanan değişik gerekçe ve nedenlerle direnme kararının bozulmasına; bozma nedenine göre, davacı vekilinin işin esasına yönelik temyiz itirazlarının bu aşamada incelenmesine yer olmadığına, karar vermek gerekmiştir.
Öte yandan, dosyadaki mevcut tapu kayıtlarından taşınmaz üzerinde 05.08.1991 tarih 25751 yevmiye numaralı gayrimenkul satış vaadi sözleşmesi şerhinin olup olmadığı ve 449 parsel numaralı taşınmazın öncesinde 137 parselden gelip gelmediği anlaşılamamakta olup, mahkemece bu hususta gerekli belgeler getirilmeden ve yeterli araştırma yapılmadan karar verilmesi de doğru değildir.
SONUÇ: Davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının yukarıda gösterilen değişik gerekçe ve nedenlerden dolayı 6217 sayılı Kanunun 30.maddesi ile 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’na eklenen “Geçici madde 3” atfıyla uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 429. Maddesi gereğince BOZULMASINA, istek halinde temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine, bozma nedenine göre davacı vekilinin işin esasına yönelik temyiz itirazlarının bu aşamada incelenmesine yer olmadığına, aynı Kanun"un 440. maddesi uyarınca, tebliğden itibaren 15 gün içerisinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere 10.07.2013 gününde oyçokluğuyla karar verildi.
KARŞI OY YAZISI
Davacılar vekili 27.08.2005 tarihli harcı alınan dava dilekçesinde özetle; Antalya 2. Noterliğinin 05.08.1991 tarih ve 25751 yevmiye numaralı gayrimenkul satış vaadi sözleşmesi ile öncesi 137 nolu ana parsel ve ifrazen oluşan 449 nolu özel parseli davalıların murisleri A. ve H. Ö.’den kendilerine intikal edecek hisselerinin tamamını vekil edenlerine satmayı vaat ettiklerini taşınmazın kaydına 08.08.1991 tarihinde 1414 yevmiye numarası ile satış vaadi şerhi konulduğunu, kayıttaki şerhe rağmen davalı tarafından, satış vadine konu payı tapudaki satışla edinildiğini açıklayarak davalı adına olan 2304/491520 hissenin çıplak mülkiyetinin vekil edeni V. adına, intifa hakkının ise M. S. adına tapuya tesciline karar verilmesini talep ve dava etmiştir.
Davalı vekili, söz konusu taşınmazın 411,532 YTL ödenmek suretiyle tapu memuru huzurunda düzenlenen resmi sözleşme ile 09.02.2006 tarihinde satın alındığını, kayda güvenildiğini, iyi niyetli olduklarını ve satış vaadi şerhinin 5 yıl süreli olması nedeniyle tapu memuru tarafından kendiliğinden silinmesi gerektiğini, satış vaadi sözleşmesinin 10 yıllık zaman aşımı süresine tabi olduğunu belirterek davanın reddini savunmuştur.
Mahkemece, ilk kararla satış vaadi sözleşmelerinin taşınmaz üzerinde ayni bir hak tanımayan şahsi bir hak doğuran sözleşme türü olduğundan; ancak, akidine (karşı tarafına) karşı sürülebileceği, somut olayda, davalı tarafın üçüncü kişi olduğundan davanın açıklanan nedenlerle reddine karar verilmiştir.
Davacılar vekilinin temyizi üzerine söz konusu karar 14. Hukuk Dairesinin 23.12.2008 gün , 2008/11266 – 15710 esas ve karar sayılı kararında yazılı olduğu üzere bozulmuştur.
Mahalli mahkeme bozma kararına uymuştur. 15.07.2009 gün, 2009/80-429 Esas ve Karar sayılı ikinci kararı ile şerh tarihinden itibaren 5 yıl geçtiğinden dolayı şerhin bir bağlayıcılığının bulunmadığı, davacı bundan başka bir delile dayanmadığı ve davalının bu davanın kötü niyetle nizalı yeri satın aldığını ispatlayamadığından davanın reddine karar verilmiştir.
Söz konusu iş bu karar davacılar vekili ile davalı vekili tarafından ayrı ayrı temyiz edilmiştir.
14. Hukuk Dairesinin 30.03.2010 tarih, 2010/1193-3454 Esas ve Karar sayılı ikinci bozma kararıyla “….. davalı kişinin iyi niyetli olduğunun kabulüne olanak bulunmadığından bahisle davanın reddine “ karar verilmesi gerekçeleriyle bozulmuştur.
Yerel mahkemece 08.04.2011 gün, 2010/612 Esas – 2011/133 Karar sayılı son kararında yazılı gerekçelerle önceki kararda ısrar kararı verilmiştir.
Söz konusu ısrar kararı davacılar vekili tarafından dilekçesinde yazılı nedenlerle temyiz edilmiştir.
Somut olayda, dava dilekçesindeki dava değerinin 35.000,00 TL olarak gösterilmesine karşılık; yapılan keşif sonucunda ziraat mühendisinin dosyada mevcut 12.12.2007 tarihli raporu kapsamına göre, taşınmazın “tarla” vasfında bulunması nedeniyle dava tarihindeki hisse değerinin tarla olarak 78.385,00 YTL, bu yerin “arsa” olarak hisse değerinin 823.00,00 YTL olduğu belirlendiğinden eksik harcı tamamlanmadan yargılamaya devam edilerek karar verilmesinin usul ve yasaya uygun olup olmadığı Hukuk Genel Kurulunun önüne “ön sorun” olarak getirilmiştir.
Bilindiği üzere ve kural olarak; kaynağını 818 sayılı Borçlar Kanunun 22. maddesinden alan taşınmaz satış vaadi sözleşmeleri: aynı kanunun 213, TMK.nun 706, Tapu Kanunun 26 ve Noterlik Kanunun 89. maddesi hükümleri uyarınca Noter önünde resen düzenlenmesi gereken, bir başka anlatımla, geçerliliği resmi şekil şartına bağlı bulunan tam iki tarafa borç yükleyen ve kişisel hak sağlayan bir sözleşme türüdür. Satış vaadi alacaklısı; taşınmaz satış vaadi sözleşmesi ile mülkiyeti devir borcu yüklenen satıcıdan edim yerine getirilmediğinde TMK.nun 716. maddesi uyarınca açacağı tapu iptal ve tescil davasında, bu borcun hükmen yerine getirilmesini isteyebilecektir. Yine, satış vaadi sözleşmelerinin TMK.nun 1009. maddesi uyarınca tapunun beyanlar hanesine şerh edilmesi mümkündür. Böylece, sözleşme alacaklısı, sözleşmeden kaynaklanan kişisel hakkını kuvvetlendirmiş olacak ve üçüncü kişilere karşı ileri sürme olanağını da kazanacaktır. Tapu Kanununun 26. maddesi uyarına bu şerh beş yıl süre ile geçerli olup beş yılın dolmasından itibaren kayıttan silinir ve gücünü yitireceği kuşkusuzdur.
Dava konusu somut olayda, satış vaadi sözleşmesi Noterde, usulüne uygun olarak, 05.08.1991 tarihinde düzenlenmiştir. Bu sözleşme 08.08.1991 tarihinde tapuya şerh edilmiştir.
Açıklanan olgular tarafların ve mahkemenin kabulündedir. Hukuk Genel Kurulu önüne getirilen uyuşmazlık “ön sorundan” kaynaklanmaktadır.
Hemen belirtmek gerekir ki, Harçlar Kanunu hükümleri gereğince harca tabi her dava başlangıçta belirlenen dava değeri üzerinden harcı ikmal edilerek açılacağı kuşkusuzdur. Somut olaya gelince, yukarıda kısaca açıklandığı üzere satış vaadi sözleşmelerine dayalı olarak açılan tapu iptal ve tescil ( feraga icbar ) davalarında alınması gereken harca esas bedel satış vaadi sözleşmesinde belirlenen miktardır. Ne var ki, gündemin 116 ila 122. sayfaları arasında satış vaadi sözleşmesinde yazılı olan bedele ilişkin bir açıklama getirilmemiştir. Ancak, dava dilekçesinde, davacı taraf, dava değeri olarak 35.000,00 TL bildirmiştir. Dilekçe sureti de gündemde yer almadığı için ( şimdilik ) cümlesinin yazılı olup olmadığı bilinmemektedir. Gündemin 116. sayfasındaki davalı vekili cevabında; dava değeri olarak gösterilen bedele itiraz edildiğine ilişkin herhangi bir açıklamada yer almamaktadır. Bundan ayrı, satış vaadi sözleşmelerinde satış vaadine konu olan taşınmaz ve nitelikleri açıkça özgülendiği için ( belirlendiği için ) satış vaadine konu olan taşınmazın aynı (zemini) ve varsa üzerindeki muhdesat ile ilgili herhangi bir uyuşmazlık söz konusu değildir. Böyle olunca, Mahkemenin resen satış vaadine konu olan taşınmazın aynı ve üzerindeki muhdesat ile ilgili olarak değer tespiti yapması doğru değildir. Kaldı ki, davacıya bu nedenle, yüklenen ekstra bir yargılama masrafları söz konusu olmaktadır. Bilindiği üzere, adalet hizmetlerinin en kısa sürede, seri, doğru ve en az masrafla yerine getirilmesi gerekir. Öte yandan, yerel mahkeme hiçbir şekilde gerek olmadığı halde keşif yaparak nizalı taşınmazın “ tarla” olarak ve “arsa” olarak değerlerini tespit ettirmiş , fakat, belirlediği bu değerler üzerinden harç tamamlama yoluna gitmemiş, taraflara da bu konuda süre ve imkan tanımamıştır. Bundan ayrı, bir yerin arsa olarak değerlendirmeye tabi tutulması için Belediye sınırları içerisinde yer alması ve o yerle ilgili 1/1000 ve 1/5000’lik imar palanlarının düzenlenerek onaylanması gerekir. Satış vaadine konu olan taşınmazın Hukuk Genel Kurulunun belirtilen gündeminde yazılı olduğu üzere tapu kaydında “tarla” vasfında olduğu ve satış vaadine konu olan hissenin karşılığının 16464 m2’lik bir yere tekabül ettiği anlaşılmaktadır. Bu durumda, 5403 sayılı Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı Kanununun 8. maddesinde yazılı olan miktarlardan az olduğu için müstakilen kayıt oluşturamayacağı kuşkusuzdur.
Tüm bunlardan ayrı olarak, Yargıtay 14. Hukuk Dairesi 23.12.2008 günlü ilk bozmasında ve 30.03.2010 günlü ikinci bozmasında Hukuk Genel Kurulunun önüne ön sorun olarak getirtilen konuya hiç değinilmemiş, eş anlatımla bu husus meskuk bir şekilde atlanmıştır. Artık bozma kararlarında değinilmeyen konu ilgilisi bakımından usulü kazanılmış hak teşkil edeceği Yargıtay Hukuk Dairelerinin ve Hukuk Genel Kurulunun içtihadları gereğidir. Bu sebeplerle, Harçlar Yasasının 30. ve 32. maddesinin somut olayda uygulama yerinin olmadığını düşünüyorum.
Netice olarak, konu Hukuk Genel Kurulunun önüne “ön sorun” olarak getirtilmiş ise de yukarıda açıkladığım tüm gerekçelerle herhangi bir “ön sorun” olmadığını düşünüyorum. Bu sebeplerle işin esasının incelenerek direnme kararının yerinde olup olmadığının bir karara bağlanması gerekirken ön sorun vardır, ön sorun yoktur şeklinde oylama yapılarak usulden bozma kararı verilmesinin doğru olmadığını düşünüyorum. Tüm bu açıkladığım gerekçelerle Hukuk Genel Kurulunun çoğunluk tarafından benimsenen “ön sorun vardır” şeklinde tecelli eden görüşlerine ve buna dayalı olarak verilen “ bozma kararına” katılmam olanaklı değildir.
Bu alandan sadece bu kararla ilintili POST üretebilirsiniz. Bu karardan bağımsız tamamen kendinize özel POST üretmek için TIKLAYINIZ
Sayın kullanıcılarımız, siteden kaldırılmasını istediğiniz karar için veya isim düzeltmeleri için bilgi@abakusyazilim.com.tr adresine mail göndererek bildirimde bulunabilirsiniz.