
Esas No: 2016/2694
Karar No: 2019/1122
Karar Tarihi: 24.10.2019
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu 2016/2694 Esas 2019/1122 Karar Sayılı İlamı
"İçtihat Metni"
MAHKEMESİ :İş Mahkemesi
Taraflar arasındaki “istirdat” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda Ankara 8. İş Mahkemesince davanın kısmen kabulüne dair verilen 14.04.2015 tarihli ve 2014/330 E., 2015/609 K. sayılı karar davalı ... vekili tarafından temyiz edilmekle, Yargıtay 21. Hukuk Dairesinin 19.10.2015 tarihli ve 2015/12519 E., 2015/18730 K. sayılı kararı ile;
“…1-Dosyadaki yazılara, toplanan delillere, hükmün dayandığı gerektirici nedenlere göre davalı Kurumun aşağıdaki bendin kapsamı dışındaki diğer temyiz itirazlarının reddine,
2-Dava, davacının Kuruma ödediği 7.600,00 TL"nin yasal faiziyle birlikte davacıya ödenmesi istemine ilişkindir.
Mahkemece, istemin kısmen kabulüne karar verilmiştir
Davanın yasal dayanağını oluşturan ve 1.10.2008 tarihinde yürürlüğe giren 5510 sayılı Yasa"nın 56. maddesinin son fıkrasında “ Eşinden boşandığı halde, boşandığı eşiyle fiilen birlikte yaşadığı belirlenen eş ve çocukların, bağlanmış olan gelir ve aylıkları kesilir. Bu kişilere ödenmiş olan tutarlar, 96 ncı madde hükümlerine göre geri alınır” kuralı getirilmiştir.
Dosyadaki kayıt ve belgelerden, davacının 08/08/1994 tarihinde evlendiği, 15/03/2002 tarihinde boşandığı, vefat eden babasından dolayı davacıya ölüm aylığı bağlandığı, davacının boşandığı eşinin 24/10/2002 tarihinde Almanya uyruklu bir kadınla evlendiği, Kuruma davacının boşandığı eşiyle birlikte yaşadığı şeklinde ihbar yapıldığı, ihbar üzerine Kurum tarafından inceleme başlatıldığı, inceleme sonucu düzenlenen raporda, beyanda bulunan muhtar ve komşular davacının boşandığı eşiyle birlikte yaşadığını belirttikleri, Kurumunda bu rapora dayanarak ölüm aylığını iptal ettiği ve davacı adına borç çıkardığı, yine yargılama sırasında kolluk aracılığıyla yaptırılan araştırmada isim ve imza vermek istemeyen çevre sakinleri davacının boşandığı eşiyle birlikte yaşadığını belirttikleri, davacı hakkında yapılan suç duyurusu sonucu yapılan ceza yargılamasında davacının suçun unsurları oluşmadığı gerekçesiyle beraat ettiği anlaşılmaktadır.
Somut olayda, mahkemece her ne kadar ceza davasındaki suçun unsurlarının oluşmadığı itibariyle verilmiş beraat kararına dayanılmış ise de, ceza davasındaki bu beraat kararı hukuk mahkemesi açısından kesin delil oluşturmaz. Öte yandan davacının boşandığı eşinin yabancı uyruklu bir kadınla evlenmiş olması da birlikte yaşamadıkları anlamına gelmemektedir. SGK kontrol memuru raporunda davacının birlikte yaşadığını belirten muhtar ve komşuların tespit edilip beyanlarının alınmadığı, davacının oturduğu evin telefon, elektrik, su ve doğal gaz vs. faturalarının kim adına kayıtlı olduğu ve bu faturaların kim tarafından ödendiği, banka aracılığıyla otomatik ödeme hesabından ödeniyorsa bu hesabın kimin adına kayıtlı olduğu hususlarının araştırılmadığı, yine davacının oturduğu evin kira olup olmadığı, kira ise kira bedelinin kim tarafından ödendiğinin araştırılmadığı, ayrıca davacının boşandığı eşinin, kayıtlarda gözüken adresinde oturup oturmadığını tespite yönelik olarak kolluk vasıtasıyla ayrıntılı bir çevre araştırmasının yaptırılmadığı dolayısıyla tüm bu hususlar dikkate alınmadan yazılı şekilde sonuca gidilmesi hatalı olmuştur.
Bu maddi ve hukuki olgular göz önünde bulundurulmaksızın, mahkemece eksik inceleme ve araştırma sonucun davanın kabulüne karar verilmesi; usul ve yasaya aykırı olup, bozma nedenidir.
O halde, davalı Kurum vekilinin bu yönleri amaçlayan temyiz itirazları kabul edilmeli ve hüküm bozulmalıdır…"
gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
HUKUK GENEL KURULU KARARI
Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki belgeler okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Dava, Kurum işlemi nedeniyle ödenen paranın istirdadı istemine ilişkindir.
Davacı vekili; müvekkilinin 13.03.2002 tarihinde eşinden boşandığını ve 2003 yılında vefat eden babasından dolayı hak sahibi sıfatıyla ölüm aylığı almaya başladığını, ancak davalı Kurum tarafından boşandıktan sonra eski eşi ile fiilen birlikte yaşadığından bahisle müvekkilinin ölüm aylığının kesildiğini ve müvekkiline toplam 7.602,00TL borç tahakkuk ettirildiğini, bu miktarın müvekkili tarafından davalı Kuruma ödendiğini, oysa müvekkilinin boşandığı eşinin başka bir kişiyle evli olduğunu ve müvekkilinin eski eşiyle fiilen birlikte yaşamadığını, ayrıca müvekkili aleyhine açılan ceza kovuşturması sonucunda suçun unsurları oluşmadığı gerekçesiyle beraat kararı verildiğini ileri sürerek fazlaya ilişkin hakları saklı kalmak kaydıyla 7.602,00TL’nin yasal faiziyle birlikte davalıdan tahsiline karar verilmesini talep ve dava etmiştir.
Davalı ... vekili; müvekkili Kurum tarafından yapılan işlemin hukuka uygun olduğunu savunarak davanın reddini istemiştir.
Yerel Mahkemece; davacı hakkında Ankara 10. Ağır Ceza Mahkemesince nitelikli dolandırıcılık suçunun unsurlarının oluşmadığından bahisle beraat kararı verildiği, bu kararın gerekçesinde davacının boşandığı eşi ile birlikte yaşamadığı vakıasının tespit edildiği, bu durumun kesin delil niteliğinde kabul edildiği gerekçesiyle davanın kısmen kabulü ile 6.892,42 TL’nin tahsil tarihinden itibaren işleyecek yasal faiziyle birlikte davalıdan tahsiline karar verilmiştir.
Davalı ... vekilinin temyizi üzerine karar Özel Dairece yukarıda başlık bölümünde açıklanan gerekçelerle bozulmuştur.
Yerel Mahkemece; nitelikli dolandırıcılık suçunun unsurlarının oluşmaması nedeniyle verilen beraat kararının hukuk mahkemesi yönünden kesin delil oluşturmayacağı, ancak mahkeme kararında aynı zamanda vakıa tespiti yapıldığı, yapılan tespite göre davacının babasının boşanmadan önce öldüğü ve boşandığı eşinin yabancı uyruklu bir kadınla evlendiği olgularının ortaya konulduğu, başka birisi ile resmî nikâhlı olan boşanmış eşin önceki eşi ile birlikte yaşamasının ancak evlilik dışı ilişki olarak nitelendirilebileceği, boşanmış bir kadına ikinci eş olma statüsünü tanımak ise laik hukuk sistemimizle bağdaşmayacağı, kaldı ki boşanılan eşin başka birisi ile tekrar evlenmesi dahi davanın kabulü için tek başına yeterli olduğu gerekçesiyle direnme kararı verilmiştir.
Direnme kararı, davalı ... vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık, somut olayda hak sahibi kız çocuğu sıfatıyla ölüm aylığı alan davacının boşandığı eşiyle eylemli olarak birlikte yaşadığının tespiti yönünden yapılan Kurum işleminin yerinde olup olmadığı noktasında toplanmaktadır.
Davanın yasal dayanağı 01.10.2008 tarihinde yürürlüğe giren 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu’nun 56. maddesinin ikinci fıkrasıdır.
5510 sayılı Kanun’un “Gelir ve aylık bağlanmayacak haller” başlıklı 56. maddesinde:
“Ölen sigortalının hak sahiplerinden;
a) Kendisinden aylık bağlanacak sigortalıyı veya gelir ya da aylık bağlanmış olan sigortalıyı kasten öldürdüğü veya öldürmeye teşebbüs ettiği veya bu Kanun gereğince sürekli iş göremez hâle veya malul duruma getirdiği,
b) Kendisinden aylık bağlanacak sigortalıya veya gelir ya da aylık bağlanmamış olan sigortalıya veya hak sahibine karşı ağır bir suç işlediği veya bunlara karşı aile hukukundan doğan yükümlülüklerini önemli ölçüde yerine getirmemesi nedeniyle ölüme bağlı bir tasarrufla mirasçılıktan çıkarıldıkları, hususunda kesinleşmiş yargı kararı bulunan kişilere gelir veya aylık ödenmez. Ödenmiş bulunan gelir ve aylıklar, 96 ncı madde hükümlerine göre geri alınır.
Eşinden boşandığı hâlde, boşandığı eşiyle fiilen birlikte yaşadığı belirlenen eş ve çocukların, bağlanmış olan gelir ve aylıkları kesilir. Bu kişilere ödenmiş olan tutarlar, 96 ncı madde hükümlerine göre geri alınır…” düzenlemesi yer almaktadır.
01.10.2008 tarihinden önce yürürlükte bulunan ve sosyal güvenlik mevzuatının temelini teşkil eden, 506 sayılı Sosyal Sigortalar Kanunu, 1479 sayılı Esnaf ve Sanatkârlar ve Diğer Bağımsız Çalışanlar Sosyal Sigortalar Kurumu Kanunu, 2925 sayılı Tarım İşçileri Sosyal Sigortalar Kanunu, 2926 sayılı Tarımda Kendi Adına ve Hesabına Çalışanlar Sosyal Sigortalar Kanunu ile 5434 sayılı T.C. Emekli Sandığı Kanunu"nda yer almayan dava konusu düzenleme ilk kez 01.10.2008 tarihinde yürürlüğe giren 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu"nda yer almıştır.
5510 sayılı Kanun’un 56. maddesinin başlığında “bağlanmayacak” sözcüğüne yer verildikten sonra fıkra metninde “bağlanmış olan gelir ve aylıkları kesilir” ibareleri kullanılmış, böylelikle, daha önceki sosyal güvenlik kanunlarında yer almayan, boşanılan eşle fiilen (eylemli olarak) birlikte yaşama olgusu, gelir/aylık kesme nedeni olarak düzenlendiği gibi, eylemli olarak birlikte yaşama, aynı zamanda gelir/aylık bağlama engeli olarak da benimsenmiştir.
Düzenleme ile ölen sigortalının kız çocuğu veya dul eşi yönünden, boşanılan eşle boşanma sonrasında fiilen birlikte olma durumunda, ölüm aylığının kesilmesi ve ödenmiş aylıkların geri alınması öngörülmektedir. Buna göre, daha önce sosyal güvenlik kanunlarında yer almayan, boşanılan eşle fiilen birlikte yaşama olgusu, gelir veya aylık kesme nedeni ve bağlama engeli olarak benimsenmiştir.
Anılan maddenin gerekçesinde de açıklandığı üzere, düzenleme ile hakkın kötüye kullanımının olası uygulamaları engellenmek istenmiş ve bu amacın gerçekleştirilebilmesi için kötüye kullanımın varlığı belirlendiği takdirde, ilgiliyi haktan yararlandırmama; hakkın kötüye kullanılması durumunda hak sahipliğinin ortadan kalkması ve dolayısıyla gelir veya aylık bağlanmaması esası kabul edilmiştir.
Gerçekten, ölüm aylığı almak üzere boşandığı eşle fiilen birlikte yaşamaya kişiyi sürükleyen etkenin niteliği ve türü, hukuk düzeni açısından önem taşımamaktadır. Çünkü hakkın kötüye kullanılması hangi dürtüyle (saikle) ortaya çıkarsa çıksın, sonuçta hukuk bakımından sadece ve sadece “kötüye kullanma” olup, hukuk düzeni tarafından korunmamaktadır (Centel, T.: Boşandığı Eşiyle Birlikte Yaşayanın Aylığının Kesilmesi, MESS Sicil Dergisi, Mart 2012, s. 195).
Yeri gelmişken belirtilmelidir ki, hak sahibinin, boşandığı eşiyle fiilen birlikte yaşaması her ne saikle olursa olsun, 2709 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nda öngörülen bireysel özgürlük kapsamında kalmakta ise de, Devletin sosyal görevlerini, mali kaynaklarının yeterliliği ölçüsünde yerine getirmesine ilişkin Anayasa’nın 65. maddesi uyarınca sosyal sigorta yardımlarına hak kazanma koşullarını düzenleme yetkisine sahip olduğu gibi, Devletin boşanan eşlerin birlikte yaşamasına yasak getirmesi mümkün olmamakla birlikte, bu durumda olan kişileri sosyal sigorta yardımları kapsamı dışında bırakması mümkündür.
Bilindiği üzere 5510 sayılı Kanun’un 56/2. maddesinin Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 2, 5, 10, 11, 12, 17, 20, 35, 60 ve 138" inci maddelerine aykırılığı iddiası ile iptali için Anayasa Mahkemesi’ne başvurular yapılmıştır.
Anayasa Mahkemesi yapılan başvurular üzerine yaptığı değerlendirme sonucunda 28.04.2011 gün 2009/86-70 sayılı kararında, “…ölüm aylığını alabilmek için evli olmamak koşulunu aşmak amacıyla iyi niyete dayanmayan ve dürüst olmayan boşanma isteği ve çabası ile boşanma kararı elde edilip, buna bağlı olarak ölüm aylığı alınması, açıkça hakkın kötüye kullanılmasıdır. Hakkın kötüye kullanılması, hukuk devletinin koruması altında değerlendirilemez. Bu nedenle hakkın kötüye kullanılmasını engellemeyi amaçlayan itiraz konusu kural hukuk devletine aykırı bir düzenleme olarak görülemez… Resmî evliliği olmadan birlikte yaşayanlar ile ölüm aylığı alabilmek için hakkını kötüye kullanarak resmî evliliğini boşanma ile sonlandırıp boşandığı eşiyle fiilen birlikte yaşamaya devam edenler, söz konusu hakkı kullanmak bakımından eşit kabul edilemeyeceklerinden, bunlar arasında eşitlik karşılaştırması yapılamaz… Ölüm aylığı… yasa koyucunun sosyal güvenlik konusuna geniş bir yaklaşımının sonucu sigortalının ölümü ile aranan koşulların sağlanması hâlinde sigortalının geride kalan hak sahipleri açısından getirdiği bir ödemedir. İtiraz konusu kural, hak edilmediği hâlde ölüm aylığı alınarak hakkın kötüye kullanılmasına engel olma amacını taşıdığından, ölüm aylığı almayı hak edenler açısından SGK’nın mali kaynakları çerçevesinde Anayasanın 60" ncı maddesinde ifade edilen güvenceyi sağlamaya çalışmanın bir gereğidir. Ölüm aylığı alabilmek için öngörülen koşulun hakkın kötüye kullanılarak sağlanmak istenmesi sosyal güvenlik hakkıyla bağdaştırılamaz” gerekçesiyle, hükmün Anayasa’nın 2, 10, 60 ve 65. maddelerine aykırı olmadığını; 5, 11, 12, 17, 20, 35 ve 138. maddeleri ile ilgisinin olmadığı belirtilerek, oy çokluğuyla başvuruların reddine karar vermiştir.
Sonuç olarak, davanın yasal dayanağını oluşturan 5510 sayılı Kanun’un 56. maddenin ikinci fıkrasındaki düzenlemenin, ölüm aylığından yararlanma hakkının kötüye kullanılmasını engellemek amacıyla getirilmiş olması ve düzenlemenin Anayasa’ya aykırı olmadığının tespitine ilişkin Anayasa Mahkemesi kararı nedeniyle, yürürlükteki kanunları uygulamakla yükümlü olan yargı organlarınca uygulanmasının zorunlu olması karşısında, boşandığı eşiyle fiilen birlikte yaşadığı tespit edilen hak sahiplerine gelir veya aylık tahsisi yapılmaması, bağlanan gelir veya aylığın kesilmesine ilişkin Kurum işlemi usul ve yasaya uygundur.
Hemen burada maddenin zaman bakımından uygulanması yönünden 5510 sayılı Kanun’un geçici 1. maddesinin değerlendirilmesinde de zorunluluk bulunmaktadır.
5510 sayılı Kanun’un “Malullük, yaşlılık ve ölüm sigortasına ilişkin bazı geçiş hükümleri” başlıklı 17.04.2008 tarihinde yürürlüğe giren 5754 sayılı Kanun’un 68. maddesi ile değişik geçici 1. maddesi:
“Bu Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten önce, 506 sayılı Sosyal Sigortalar Kanunu ile 2925 sayılı Tarım İşçileri Sosyal Sigortalar Kanunu"na tabi olanlar, bu Kanunun 4"üncü maddesinin birinci fıkrasının (a) bendi kapsamında, 1479 sayılı Esnaf ve Sanatkârlar ve Diğer Bağımsız Çalışanlar Sosyal Sigortalar Kanunu ve bu Kanunla mülga 2926 sayılı Tarımda Kendi Adına ve Hesabına Çalışanlar Sosyal Sigortalar Kanunu"na tabi olanlar, bu Kanunun 4"üncü maddesinin birinci fıkrasının (b) bendi kapsamında; 5434 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Emekli Sandığı Kanunu"na tabi olanlar, bu Kanunun 4"üncü maddesinin birinci fıkrasının (c) bendi kapsamında kabul edilir.
17.07.1964 tarihli ve 506 sayılı, 02.09.1971 tarihli ve 1479 sayılı, 17.10.1983 tarihli ve 2925 sayılı, bu Kanunla mülga 17.10.1983 tarihli ve 2926 sayılı Kanunlara göre bağlanan veya hak kazanılan aylık, gelir ve diğer ödenekler ile 08.02.2006 tarihli ve 5454 sayılı Kanun’un 1"inci maddesine göre ödenmekte olan ek ödemenin verilmesine devam edilir. Bu gelir ve aylıkların durum değişikliği nedeniyle artırılması, azaltılması, kesilmesi veya yeniden bağlanmasında, bu Kanunla yürürlükten kaldırılan ilgili kanun hükümleri uygulanır.
Bu Kanunun 4"üncü maddesinin birinci fıkrasının (a) ve (b) bentlerine göre sigortalı sayılanlara ve bunların hak sahiplerine bağlanmış olan aylık ve gelirler, 55"inci maddenin ikinci fıkrasına göre artırılır…” şeklinde bir düzenleme içermektedir.
Kanun koyucu tarafından anılan geçici madde ile 5510 sayılı Kanun’un yürürlüğünden önce Sosyal Güvenlik Kanunları uygulanmak suretiyle hak sahiplerine bağlanan gelir veya aylığın, durum değişikliği sebebine bağlı olarak kesilmesi veya yeniden bağlanmasında, yine anılan hükümlerin esas alınması gerektiğinin benimsendiği anlaşılmaktadır. Söz konusu kanunlarda boşanılan eşle fiili olarak birlikte yaşama olgusu, gelirin veya aylığın bağlanması engeli veya kesilmesi nedeni olarak öngörülmediğinden, 56. maddenin zaman bakımından uygulanması hususu da çözüme kavuşturulmalıdır.
Toplum barışının temel dayanağı olan hukuka ve özellikle kanunlara karşı güveni sağlamak ve hatta kanun koyucunun keyfi hareketlerine engel olmak için, öğretide kanunların geriye yürümemesi esası kabul edilmiştir. Buna göre, gerek özel hukuk ve gerekse kamu hukuku alanında, kural olarak her Kanun, ancak yürürlüğe girdiği tarihten sonraki zamanda meydana gelen olaylara ve ilişkilere uygulanır; o tarihten önceki zamana rastlayan olaylara ve ilişkilere uygulanmaz. Hukuk güvenliği bunu gerektirir.
Kanunların geriye yürümemesi (geçmişe etkili olmaması) kuralının istisnalarını kamu düzeni ve genel ahlâka ilişkin kurallar oluşturmaktadır. Beklenen (ileride kazanılacağı umulan) haklar yönünden de kanunların geriye yürümesi söz konusudur. Yargılama hukukunu düzenleyen kanunlar da, ilke olarak geçmişe etkilidir (Bilge, N.: Hukuk Başlangıcı, Ankara, 2000, s. 193-194; Gözübüyük, A. Ş.: Hukuka Giriş ve Hukukun Temel Kavramları, Ankara, 2003, s. 73) (Hukuk Genel Kurulunun 13.10.2004 tarihli ve 2004/10-528 E., 2004/533 K.; 11.04.2012 tarihli ve 2012/10-149 E., 2012/241 K. sayılı kararları).
Bu hâlde 5510 sayılı Kanun’un 56. maddenin ikinci fıkrasının zaman bakımından uygulanması yönünden herhangi bir istisna durum söz konusu olmadığından gelirin veya aylığın kesilme tarihi ile Kurumun geri alma hakkının kapsamına ilişkin olarak; fiilen birlikte yaşama olgusunun başlama tarihi esas alınarak, bu tarih itibariyle gelir veya aylıktan kesme veya iptal işlemi tesis edilip ilgiliye, anılan tarihten itibaren yapılan ödemeler yasal dayanaktan yoksun ve yersiz kabul edilmeli, ancak söz konusu madde 01.10.2008 tarihinde yürürlüğe girdiğinden, fiili birliktelik daha önce başlamış olsa dahi maddenin yürürlük günü öncesine gidilmemeli; 01.10.2008 tarihi öncesine ilişkin borç tahakkuku söz konusu olmamalıdır. 01.10.2008 tarihi itibariyle belirlenecek yersiz ödeme dönemine ilişkin olarak 5510 sayılı Kanun’un 96. maddesine göre uygulama yapılmalıdır.
Yeri gelmişken belirtilmelidir ki sosyal sigortalar hukukunda kazanılmış (müktesep) haklar dinamik nitelik taşırlar. Değinilen özellikleri gereği dış etkiye açık olan, güncellenen kazanımlardır. Sürekli işgöremezlik geliri ve aylıklar bu özellikleri taşırlar. Çünkü, onlar bir kere tanınmış olmakla alacaklının dış alemle (edim borçlusu ile kendi alacaklıları ile) ilişkisi son bulmamakta aksine yeni başlamakta, sunum koşulları ortadan kalkıncaya kadar mevcudiyetlerini sürdürmektedirler. Dolayısıyla, yaşayan birer varlık olarak haklarında güncellenmeleri (maaş artışları), korunmaları (üçüncü şahıslara karşı) amacıyla yeni düzenlemeler yapılması mümkündür. Önceden doğmuş olmaları yeni düzenlemelerden etkilenmeyecekleri anlamına gelmemektedir (Sözer, A. N.: Kanunların Önceye Etki Yasağı Sosyal Sigortalar Hukuku Bakımından Bir Değerlendirme, Journal of Yaşar University, Ocak 2013, C: 8, s. 2529).
Bu nedenle 5510 sayılı Kanun’un 56. maddesi ikinci fıkrası uyarınca kesme veya iptal işlemine konu ölüm aylığının/gelirinin 01.10.2008 tarihinden önce bağlanmış olması da sonuca etkili değildir. Diğer bir ifadeyle Kurum tarafından bağlanan ölüm aylığı/geliri dış etkiye açık olan, güncellenen bir kazanım olduğundan 5510 sayılı Kanun öncesinden bağlanmış olması kazanılmış hakkın konusunu oluşturmayacaktır.
Diğer taraftan, yine maddenin amacında da belirtilen 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun (TMK) “Dürüst davranma” başlıklı 2. maddesinde yer alan ve maddenin düzenleniş amacı olan dürüstlük kuralı çerçevesinde çözüme gidilmesinde zorunluluk bulunmaktadır.
TMK’nın anılan 2. maddesi;
“Herkes, haklarını kullanırken ve borçlarını yerine getirirken dürüstlük kurallarına uymak zorundadır.
Bir hakkın açıkça kötüye kullanılmasını hukuk düzeni korumaz.”
şeklinde düzenlenmiştir.
Anılan madde uyarınca bir hakkın açıkça kötüye kullanılmasını hukuk düzeni korumayacağı gibi, hiç kimsenin kendi kusurundan yararlanamayacağı ilkesi de birlikte gözetilmek suretiyle, 5510 sayılı Kanun’un 56. maddesi açısından 01.10.2008 tarihinden önce hakkın kazanıldığı durumlarda, anılan yasal düzenleme öncesinde ilgililer her ne amaçla boşanmış olurlarsa olsunlar, fiili birlikteliklerini 5510 sayılı Kanun ile getirilen yeni düzenleme sonrasında da sürdürdüklerinin veya söz konusu düzenlemeden itibaren anılan tür ve nitelikte bir beraberliğe başladıklarının kanıtlanması durumunda, başka bir anlatımla fiili olarak birlikte yaşama olgusunun saptandığı durumlarda, sözü edilen 2. madde kapsamında hakkın kötüye kullanımının varlığı kabul edilerek, ilgililere gelir veya aylık tahsisi yapılmaması, bağlanan gelir veya aylığın kesilmesi gerekmektedir.
Kuşkusuz hak sahibine fiili birlikteliğin sona erdiği tarihten itibaren, diğer koşulların da varlığı durumunda gelir veya aylık bağlanabileceği açıktır.
5510 sayılı Kanunun 56. maddesinin uygulanmasında üzerinde durulması gereken bir diğer husus da, maddede yer alan “boşandığı eşiyle fiilen birlikte yaşadığı belirlenen” unsurunun, diğer bir ifade ile boşanılan eşle fiilen birlikte yaşama olgusunun nasıl kanıtlanması gerektiğidir.
Bilindiği üzere, 4721 sayılı TMK’nın “İspat yükü” başlıklı 6. maddesinde, Kanun’da aksine bir hüküm bulunmadıkça, taraflardan her birinin, hakkını dayandırdığı olguların varlığını kanıtlamakla yükümlü olduğu belirtilmiş olup, ispat yükünün Kanun’da özel bir düzenleme bulunmadıkça, iddia edilen vakıaya bağlanan hukuki sonuçtan kendi yararına hak çıkaran tarafa ait olduğu, yasal bir karineye dayanan tarafın, sadece karinenin tarafını oluşturan vakıaya ilişkin ispat yükü altında bulunduğu, Kanun’da öngörülen istisnalar dışında, karşı tarafın yasal karinenin aksini ispat edebileceği kabul edilmektedir.
Boşanılan eşle fiilen birlikte yaşama olgusunun nasıl kanıtlanması gerektiği ve ispat yükü hususunda 5510 sayılı Kanun’un 59 ve 100. maddeleri üzerinde durulması gerekmektedir. 5510 sayılı Kanun’un 59. maddesinde Kurumun denetleme ve kontrol yetkisi belirtilmiş, 59/2. maddesinde “Kurumun denetim ve kontrol ile görevlendirilmiş memurlarının görevleri sırasında tespit ettikleri Kurum alacağını doğuran olay ve bu olaya ilişkin işlemler, yemin hariç her türlü delile dayandırılabilir. Bunlar tarafından düzenlenen tutanaklar aksi sabit oluncaya kadar geçerlidir.” hükmüne yer verilmiştir. Öte yandan 5510 sayılı Kanun’un 100. maddesinde ise bilgi ve belge isteme hakkı, bilgi ve belgelerin Kuruma verilme usulü düzenlenmiştir.
Özellikle belirtilmelidir ki, 5510 sayılı Kanun’un 59. ve 100. maddeleri uyarınca Kurumun denetim ve kontrol ile görevlendirilmiş memurları tarafından tutulan tutanaklar aksi sabit oluncaya kadar geçerli kabul edilmektedir. Diğer bir anlatımla, yetkili kişilerce düzenlenen ve tarafların ihtirazi kayıt koymaksızın imzaladığı tutanaklar aksi kanıtlanıncaya kadar geçerli olup, aksi ise ancak yazılı delille kanıtlanabilir.
Kaldı ki Kurumun denetim ve kontrol ile görevlendirilmiş memurları ve iş müfettişi raporlarının, rapora dayanak alınan tutanaklar ile birlikte değerlendirilmesi ve ancak belirtilen nitelikteki ekli tutanakların, anılan Kanun kapsamında aksi sabit oluncaya kadar geçerli belge olduğunun kabulü, 4857 sayılı İş Kanunu’nun 92/son maddesinde de açıkça hüküm altına alınmıştır. Nitekim Hukuk Genel Kurulunun 14.11.1979 tarihli ve 1014 E., 1364 K. ile 04.02.2009 tarihli ve 2009/9-2 E, 2009/48 K. sayılı kararlarında da aynı hususlar vurgulanmıştır.
Ne var ki, Kurumun denetim ve kontrol ile görevlendirilmiş memurları tarafından yapılan incelemelere dayalı tutanakların değerlendirildiği ve varılan sonucun yazıya geçirildiği raporların, sadece memur veya müfettiş tarafından düzenlenmiş olmaları, anılan raporların 4857 sayılı İş Kanunu’nun 92/son maddesi ile 5510 sayılı Kanun’un 59 ve 100. maddeleri kapsamında aksinin yazılı delille kanıtlanması gereken belgeler olarak kabulleri için yeterli değildir. Ayrıca 5510 sayılı Kanun’un 59/2. maddesinde belirtilen aksi sabit oluncaya kadar geçerli olan tutanakların, Kurumun denetim ve kontrol ile görevlendirilmiş memurları tarafından belgelere dayalı olarak düzenlenmiş olması veya belgeye dayalı olmamakla birlikte hazır bulunan işveren, işçi veya üçüncü kişi beyanları uyarınca düzenlenerek, doğruluğu ilgili kişilerin imzaları ile tasdik edilen ve imza inkârına konu olmayan tutanaklar olması gerekmektedir.
Buna göre, 5510 sayılı Kanun’un 59 ve 100. maddelerinde söz edilen görevliler tarafından düzenlenen tutanaklar üçüncü kişilerin imzalı beyanları alınarak düzenlenmiş ve imza inkârına da konu olmamış ise artık aksi sabit oluncaya kadar geçerli kabul edilecektir. Bu tutanakların aksi ise ancak yazılı delille ispatlanabilir.
Bu ilkeler ışığında somut olay değerlendirildiğinde, davacının eski eşi Şaban Üstünkaya ile 15.03.2002 tarihinde anlaşmalı olarak boşandığı, boşandığı eşinin 24.10.2002 tarihinde yabancı uyruklu bir kadınla evlendiği, babasının 05.04.2003 tarihinde vefat etmesi üzerine davacının 11.04.2003 tarihinde ölüm aylığı talebinde bulunduğu ve davacıya babasından dolayı hak sahibi sıfatıyla ölüm aylığı bağlandığı, 23.02.2010 tarihinde davacının boşandığı eşiyle fiilen birlikte yaşadığı şeklinde davalı Kuruma ihbar edildiği, ihbar üzerine Kurum tarafından inceleme başlatıldığı ve inceleme raporunda davacının boşandığı eşiyle fiilen birlikte yaşadığının tespit edildiği, ayrıca inceleme raporuna ekli tutanaklarda muhtar ve komşular tarafından davacının boşandığı eşiyle fiilen birlikte yaşadığının belirtildiği, bunun üzerine davalı Kurum tarafından davacının ölüm aylığı iptal edilerek davacıya borç çıkartıldığı, ayrıca davacı hakkında Cumhuriyet Başsavcılığına suç duyurusunda bulunulduğu anlaşılmaktadır.
Davalı Kurumun suç duyurusu üzerine Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından başlatılan soruşturma neticesinde davacı aleyhine nitelikli dolandırıcılık suçundan ceza davası açıldığı, Ankara 10. Ağır Ceza Mahkemesinin 31.05.2011 tarihli ve 2011/114 E., 2011/202 K. sayılı kararı ile davacının boşanmasından sonra babasının vefat ettiği, boşandığı eşinin ise boşanma sonrası yabancı uyruklu bir kadınla evlendiği, bu nedenle davacıya atfedilen nitelikli dolandırıcılık suçunun unsurlarının oluşmadığı gerekçesiyle beraat kararı verilmiştir. 22.07.2011 tarihinde kesinleşen ceza mahkemesi kararında davacının boşandığı eşiyle fiilen birlikte yaşayıp yaşamadığı hususunda bir araştırma yapılmamış ve kararın gerekçesinde de davacının boşandığı eşiyle birlikte yaşamadığına dair bir tespitte bulunulmamıştır. Bu itibarla anılan ceza mahkemesi kararı 5510 sayılı Kanun’un 56/son maddesi anlamında davacının boşandığı eşiyle birlikte yaşamadığına dair kesin delil niteliği taşımamaktadır.
Bu durumda mahkemece, ceza davasındaki beraat kararının davacının boşandığı eşiyle birlikte yaşayıp yaşamadığı hususunda hukuk mahkemesi açısından kesin delil oluşturmayacağı, ayrıca boşandığı eşinin yabancı uyruklu bir kadınla evlenmiş olmasının da tek başına davacının boşandığı eşiyle birlikte yaşamadığı anlamına gelmeyeceği hususları gözetilerek davacıya bağlanan ölüm aylığının iptaline yönelik davalı Kurum işleminin 5510 sayılı Kanunun 56/son maddesine uygun olup olmadığı ve burada varılacak sonuca göre birlikte yaşama olgusunun yöntemince araştırılıp tespiti gerekmektedir.
Hâl böyle olunca yerel mahkemenin direnme gerekçesi Özel Daire bozma kararında belirtilen gerekçeler dikkate alındığında usul ve yasaya aykırıdır.
Hukuk Genel Kurulundaki görüşmeler sırasında; boşandığı eşi başka bir kadınla evli olan davacının sırf babasından dolayı ölüm aylığı almak için eşinden boşandığının kabul edilmesinin hukuka uygun olmadığı, ayrıca davacının babasının davacı boşandıktan sonra vefat ettiği, davacının babasından dolayı ölüm aylığı almak için önceden boşanacağını öngörmenin doğru bir yaklaşım olmadığı, bu nedenle davacının sosyal güvenlik hakkını kötüye kullandığından ve bu amaçla boşandığından söz edilemeyeceği, her ne kadar ceza mahkemesinin verdiği beraat kararı hukuk hâkimini bağlamaz ise de tespit edilen maddi vakıaların hukuk hâkimini bağlayacağı, bu itibarla direnme kararının onanması gerektiği görüşü ileri sürülmüş ise de bu görüş, yukarıda açıklanan nedenlerle Kurul çoğunluğunca benimsenmemiştir.
O hâlde yukarıda açıklanan sebeplerle, Hukuk Genel Kurulunca da benimsenen Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı bozulması gerekir.
SONUÇ: Davalı ... vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile direnme kararının Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerle 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu"nun geçici 3. maddesine göre uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu"nun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA, karar düzeltme yolu kapalı olmak üzere 24.10.2019 tarihinde oy çokluğu ile kesin olarak karar verildi.
KARŞI OY
1. Yerel mahkeme ile Özel Daire arasındaki temel uyuşmazlık “somut olayda hak sahibi kız çocuğu sıfatıyla ölüm aylığı alan davacının boşandığı eşiyle fiilen birlikte yaşadığına yönelik Kurum işleminin yerinde olup olmadığı” noktasında toplanmaktadır.
2. Yerel mahkemenin “Ankara 10. Ağır Ceza Mahkemesince suçun unsurlarının oluşmadığı gerekçesiyle davacı hakkında beraat kararı verildiği, ceza mahkemesinin vakıayı tespit eden beraat kararının hukuk mahkemesi için de kesin delil niteliğinde olduğu, ceza mahkemesi kararının gerekçesinde davacının boşandığı eşi ile birlikte yaşamadığı vakıasının tespit edildiği, bu durumun kesin delil niteliğinde kabul edildiği gerekçesi ile davanın kabulü ile kurumun işleminin iptaline, kesilen aylıkların tahsiline” dair kararının davalı kurum tarafından temyizi üzerine Özel Dairece; “mahkemece her ne kadar ceza davasındaki suçun unsurlarının oluşmadığı itibariyle verilmiş beraat kararına dayanılmış ise de, ceza davasındaki bu beraat kararının hukuk mahkemesi açısından kesin delil oluşturmayacağı, davacının boşandığı eşinin yabancı uyruklu bir kadınla evlenmiş olmasının da birlikte yaşamadıkları anlamına gelmeyeceği, SGK kontrol memuru raporunda davacının birlikte yaşadığını belirten muhtar ve komşuların tespit edilip beyanlarının alınmadığı, davacının oturduğu evin telefon, elektrik, su ve doğal gaz vs. faturalarının kim adına kayıtlı olduğu ve bu faturaların kim tarafından ödendiği, banka aracılığıyla otomatik ödeme hesabından ödeniyorsa bu hesabın kimin adına kayıtlı olduğu hususlarının araştırılmadığı, yine davacının oturduğu evin kira olup olmadığı, kira ise kira bedelinin kim tarafından ödendiğinin araştırılmadığı, ayrıca davacının boşandığı eşinin, kayıtlarda gözüken adresinde oturup oturmadığını tespite yönelik olarak kolluk vasıtasıyla ayrıntılı bir çevre araştırmasının yaptırılmadığı dolayısıyla tüm bu hususlar dikkate alınmadan yazılı şekilde sonuca gidilmesinin hatalı olduğu” gerekçesiyle bozulmasına karar verilmiştir.
3. Bozma üzerine yerel mahkemenin “suçun unsurlarının oluşmaması nedeniyle verilen beraat kararının hukuk mahkemesi yönünden kesin delil oluşturmayacağı, ancak mahkeme kararında aynı zamanda vakıa tespit edildiği, yapılan tespite göre davacının babasının boşanmadan önce öldüğü ve boşandığı eşinin yabancı uyruklu bir kadınla evlendiği olgularının ortaya konulduğu, başka birisi ile resmi nikahlı olan boşanmış eşin önceki eşi ile birlikte yaşamasının ancak evlilik dışı ilişki olarak nitelendirilebileceği, boşanmış bir kadına ikinci eş olma statüsünü tanımak ise laik hukuk sistemimizle bağdaşmayacağı, kaldı ki boşanılan eşin başka birisi ile tekrar evlenmesi dahi davanın kabulü için tek başına yeterli olduğu” gerekçesi ile verdiği direnme kararı Sayın çoğunluk görüşü ile “salt birlikte yaşama unsurunun ve boşandığı eşin desteğini almasının yeterli olduğu, bunun araştırılması geektiği” gerekçesi ile Özel Daire bozma kararı benimsenerek direnme kararı bozulmuştur.
4. Çoğunluk görüşüne 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanununun 56. Madde gerekçesi, bu konudaki Anayasa Mahkemesi kararı ve Sosyal Güvenlik Hakkı ile sigortalı lehine yorum ilkelerine aykırılık oluşturduğundan, aşağıda belirtilen açıklamalar nedeni ile katılınmamıştır.
4.1. Normatif düzenleme ve açıklaması: 5510 sayılı Kanunun 56/son maddesi uyarınca “Eşinden boşandığı halde, boşandığı eşiyle fiilen birlikte yaşadığı belirlenen eş ve çocukların, bağlanmış olan gelir ve aylıkları kesilir. Bu kişilere ödenmiş olan tutarlar, 96 ncı madde hükümlerine göre geri alınır”. Belirtilen düzenleme aslında kız çocuklarının yaş sınırı olmaksızın ölüm aylığından yararlanmasına olanak sağlayan 5510 sayılı kanun md.34/1-b,3. hükmüyle yakından ilgilidir.
Kız çocukları açısından ölüm aylığına hak kazanmada yaş sınırı olmadığı ve boşandıkları durumda da ölüm aylığına hak kazanma olanakları bulunduğundan, uygulamada Sosyal Güvenlik Kurumundan aylık almakta olan bazı hak sahiplerinin, sırf aylık alma hakkına kavuşmak için eşlerinden boşanıp, yine de birlikte yaşamaya devam ettikleri saptanmıştır. Önceki 506 sayılı Sosyal Sigortalar Kanunu döneminde boşandığı eşiyle fiilen birlikte yaşayanların aylıklarının kesileceği yönünde bir düzenleme bulunmadığından, bu konuda ortaya çıkan düzenleme ihtiyacı, 5510 sayılı kanun ile kurala bağlanmıştır.
Kurala bağlanan durum, boşanılan eşle fiilen birlikte yaşamaya devam edilmek suretiyle hakkın kötüye kullanılması nedeniyle ölüm aylığının kesilmesi olarak algılanmaktadır. Nitekim 5510 sayılı kanunun gerekçesinde de hükmün getirilme nedeni, hakkın kötüye kullanılması gerekçesiyle ilişkilendirilmiştir. Ancak ne zamandan itibaren hakkın kötüye kullanıldığı sonucuna varılacağı konusunda açıklık bulunmamaktadır.
4.2. Anayasa Mahkemesi Kararı: 5510 sayılı Kanun ile getirilen 56/son maddesindeki düzenlemenin anayasaya aykırı olduğu iddiasıyla Anayasa Mahkemesine gidilmiştir. Anayasa Mahkemesine başvuru gerekçesinde, “boşandığı eşi dışında başka bir kişiyle evlilik birliği olmaksızın fiilen yaşayan eş ve çocukların gelir ve aylıklarını almaya devam ederken, boşandığı eşiyle fiilen birlikte yaşayan kız çocuklarının aylıklarının kesilmesinin eşitlik ilkesine ve sosyal güvenlik hakkına ilişkin düzenlemeye aykırı olduğu, mahkemeler tarafından verilip kesinleşen boşanma kararı üzerine bağlanan aylık ve gelirlerin kesilmesinin, mahkemelerce verilen boşanma kararını uygulamamak anlamına geldiği, boşanmış kadının önceki eşiyle aynı çatı altında yaşasa bile hukuki anlamda bir güvencesinin kalmadığı, yasa koyucunun kural kapsamındaki birlikte yaşama olgusu ile resmi evliliği aynı statüde değerlendirdiği, bir nevi kadını kanuna karşı hile yoluna yönelttiği, düzenlemenin ailenin bir araya gelmesini ve yeniden evliliğin tesisini engelleyici nitelikte olduğu, özel hayatın gizliliğinin ihlal edildiği, boşanma olsa dahi varlığı kabul edilen bir aile hayatının dokunulmazlığa sahip bulunduğu, Sosyal Güvenlik Kurumu görevlilerince boşanan eşlerin fiilen yaşadıklarının tespit edilmesinin kişinin maddi ve manevi varlığının gelişimini engellendiği” hususları belirtilmiştir. İptal istemini inceleyen Anayasa Mahkemesi verdiği kararında, “5510 sayılı Yasa’nın 34. maddesinde öngörülen ölüm aylığını alabilmek için “evli olmamak” koşulunu aşmak amacı ile iyi niyete dayanmayan ve dürüst olmayan boşanma isteği ve çabası ile boşanma kararı elde edilip buna bağlı olarak ölüm aylığı alınması, açıkça hakkın kötüye kullanılmasıdır. Hakkın kötüye kullanılması hukuk devletinin koruması altında değerlendirilemez. Hakkın kötüye kullanılması hukuk devletinin koruması altında değerlendirilemez. Bu nedenle hakkın kötüye kullanılmasını engellemeyi amaçlayan itiraz konusu kural hukuk devletine aykırı bir düzenleme olarak görülemez” ifadelerine yer verilerek, 5510 sayılı Kanunun 56. maddesinin son fıkrasının, Anayasanın 2., 10. ve 60. maddelerine aykırılık oluşturmadığı kabul edilerek itiraz oyçokluğuyla reddedilmiştir (AYM, 28.04.2011, 2009/86 E. – 2011/70 K).
4.3. Sigortalı Lehine Yorum İlkesi ve Sosyal Güvenlik Hakkı:
İş ve Sosyal Güvenlik Hukukunun temel ilkelerinden birisi de, işçi-sigortalı lehine yorum ilkesidir. İş hukukunun temel prensipleri arasında yer alan işçinin korunması ilkesinin bir sonucu olan işçi lehine yorum ilkesi, sosyal güvenlik hukukunda kendini sigortalı lehine yorum şeklinde göstermektedir. Sosyal güvenlik hukukunda genel amaç, bu haktan olabildiğince fazla kesimin yararlanabilmesi yani kapsamının genişletilmesidir. Diğer bir ifadeyle bu hukukun uygulanmasında esas alınacak temel ilkelerden birisi de şartlar elverdiği ölçüde sigortalı lehine yorum yapılmasıdır.
Sosyal devlet; bireylere belirli bir sosyal güvenlik hakkı ve asgari gelir düzeyi öngören, sağlık ve refah hizmetlerinden serbestçe yararlanma ve belirli bir yaşa kadar eğitim olanağı sunan, bir takım sosyal riskleri önleyici tedbirler alan devlet anlayışıdır. Sosyal devlet olmanın bir gereği ve sonucu da, sosyal güvenlik hakkının tüm bireylere sağlanması ve güvence altına alınmasıdır. Dolayısıyla, hukuk kuralı uygulanırken anayasada güvence altına alınan en temel haklardan biri olan sosyal güvenliğin esas ilkelerinden (sosyal güvenliğinin kapsamının ve uygulama alanının kişiler ve riskler açısından genişletilmesi) hareket ederek sigortalı lehine yoruma başvurulması yanlış olmayacaktır. Bu kapsamda, yorum yöntemi seçilirken tek bir yorum yönteminden hareket etmek yerine; bu hukuk dalının genel niteliği ve amacı da göz önüne alınarak yoruma başvurmak daha sağlıklı sonuçlar verecektir. Değişik tarihlerde verilen yargı kararlarına bakıldığında; sigortalı lehine yorum ilkesinin uygulamaya geçirildiği görülmektedir. Yargıtay Hukuk Genel Kurulu 1990 yılında verdiği bir kararda (Y....K 14.2.1990 E. 1989/10-391 K. 1990/83); "Kanunun çok açık olmasına karşın yine de kuşkulu bir durumun varlığı iddia edildiği taktirde şüphenin sigortalının lehine yorumlanacağı ise iş ve sosyal güvenlik hukukunun temel ilkelerindendir" diyerek bunu vurgulamıştır(Prof. Dr. Nurgül Emine Barın, Türk Sosyal Güvenlik Hukuku’nda Sigortalı Lehine Yorum İlkesi. Internatıonal Conference On Eurasıan Economıes 2016 s: 236 vd).
4.4. Madde düzenlemesi, Anayasa Mahkemesi kararı ve sigortalı lehine yorum ilkesi doğrultusunda anlaşmalı boşanmada yetim aylığının kesilmesi koşulları:
Belirtmek gerekir ki sosyal güvenlik hakkı anayasal bir hak olup, ölen muris hak sahibi babadan dolayı bağlanan ölüm aylığının, kız çocuğun boşandığı eşi ile salt fiilen birlikte yaşamasına ilişkin tespit ve boşanılan eşin desteğini almak,aylık kesilmesi için yeterli değildir. Zira kanun koyucu salt desteği yeterli görse idi eşitlik ilkesi uyarınca boşanılan eş dışında gayri resmi üçüncü kişi ile birlikte yaşamayı ve onun desteğini almayı da düzenler ve aylık kesilmesi gerektiğini belirtirdi. Burada en önemli koşul (unsur), kanunun gerekçesi ve Anayasa Mahkemesinin iptal etmeme gerekçesinde belirtildiği gibi boşanmanın aylık almak için gerçekleştirilmesi, boşanma hakkının bu amaçla kötüye kullanılmasıdır.
Kısaca, kurum tarafından muris hak sahibi sigortalıdan bağlanan ölüm aylığının kesilebilmesi için;
1) Boşanma anlaşmalı, yetim aylığına hak kazanmak için yapılmalı, hakkın kötüye kullanıldığı belirlenmeli,
2) Birlikte fiilen yaşama olgusu anlaşmalı boşanmaya bağlı olarak maddi ve somut vakıalara dayandırılmalı
3) Bu konudaki kurum denetim raporu ciddi olmalıdır.
Ayrıca denetim raporu üzerine sosyal güvenlik ile ilgili kamu düzeninden olan bu davada mahkemece yapılacak araştırma sonucunda verilecek karar, yaklaşık ispata göre değil, tüm delillerin incelenmesi sonrası tam ispata göre oluşturulmalıdır.
4.5. Ceza Mahkemesi Kararının Hukuk Hakimini Bağlaması: Ceza hukuku ve Medeni Hukuk arasındaki ilişkide Türk Borçlar Kanununun 74. maddesinin değerlendirilmesi gerekir (Eski Borçlar Kanunu Mad. 53) Maddeye göre "Hâkim, zarar verenin kusurunun olup olmadığı, ayırt etme gücünün bulunup bulunmadığı hakkında karar verirken, ceza hukukunun sorumlulukla ilgili hükümleriyle bağlı olmadığı gibi, ceza hâkimi tarafından verilen beraat kararıyla da bağlı değildir. Aynı şekilde, ceza hâkiminin kusurun değerlendirilmesine ve zararın belirlenmesine ilişkin kararı da, hukuk hâkimini bağlamaz" şeklinde düzenlenmiş ve kural olarak bağımsızlık ilkesi benimsenmiştir”. Düzenlemeye göre hukuk hakimi kural olarak ceza mahkemesinin beraat kararı ile bağlı değildir. Ancak; aynı olay nedeniyle ceza yargılamasında hükme dayanak yapılan maddi olgular ile bağlıdır. Ceza mahkemesince verilen, beraat kararı, kusur ve derecesi, zarar tutarı, temyiz gücü ve yükletilme yeterliği, illiyet gibi esasların hukuk hakimini bağlamayacağı konusunda duraksama bulunmamaktadır. Ancak, hemen belirtilmelidir ki, gerek öğretide ve gerekse Yargıtay’ın yerleşmiş içtihatlarında, ceza hakiminin tespit ettiği maddi olaylarla ve özellikle “fiilin hukuka aykırılığı” konusu ile hukuk hakiminin tamamen bağlı olacağı kabul edilmektedir. Diğer bir anlatımla, maddi olayları ve yasak eylemlerin varlığını saptayan ceza mahkemesi kararı, taraflar yönünden kesin delil niteliğini taşır
5. Sonuç:
Somut uyuşmazlıkta, davacı kadın 15.03.2002 tarihinde eşinden boşanmış, babası yaklaşık 13 ay sonra 05.04.2003 tarihinde, annesi ise 11.04.2003 tarihinde ölmüş, davacı kadın 11.04.2003 tarihinde, kısaca boşanma kararının kesinleşmesinden 13 ay sonra ölen hak sahibi murisi sigortalıdan yetim aylığı bağlanması için kuruma başvurmuştur. Davacının birlikte yaşadığı iddia edilen eşi ise aylık bağlanmadan önce 24.10.2002 tarihinde yabancı bir kadın ile evlenmiştir.
Diğer taraftan davacı hakkında davalı kurumun ihbarı nedeni ile nitelikli dolandırıcılık suçundan Ankara 10. Ağır Ceza Mahkemesine kamu davası açılmış olup, yapılan yargılama sonunda 31.05.2011 gün ve 2011-114-202 sayılı karar ile “davacının babasının boşanmadan sonra öldüğü, ölümden sonra boşanmanın sözkonusu olmadığı, davacı eşinin ise başka bir kadınla evlendiği, bu nedenle suçun unsurlarının oluşmadığı” gerekçesi ile davacının beraatine karar verilmiştir.
Eşi başka bir kadınla evlenen kadının, sigortalı murisinin ölümü nedeni ile yetim aylığı almak için eşinden boşandığını kabul etmek doğru olmadığı gibi, davacı boşandığında sigortalı olan babası halen sağ olduğundan, kadının murisinin zamanı geldiğinde öleceğini varsayarak yetim aylığını almak için önceden boşanacağını öngörmek doğru bir yaklaşım değildir. Burada davacı kadının, sosyal güvenlik hakkını kötüye kullandığından, bu amaçla boşandığından söz edilemez. Ceza Mahkemesinde suçun unsurları oluşmadığından beraat kararı verilmiş ve bu karar bağlayıcı değil ise de somut olayla ilgili maddi vakıalar saptanmıştır. Maddi vakıa tespiti hukuk hakimini bağlar.
Çoğunluğun lafzi yorum ve sigortalı aleyhine yorumu benimseyerek, salt birlikte yaşama ve boşanan eşin desteğini alma koşulunu yeterli kabul etmesi, Kanunun ve Anayasa Mahkemesinin iptal kararının gereklerine aykırıdır. Kaldı ki eşinden ayrılan, eşi de başka bir kadın ile evlenen ve sosyal güvenceye kavuşturulması gereken kadının, boşanmadan sonra gerçekleşen ölüm nedeni ile murisinden kalan sosyal güvenlik hakkının devamı niteliğinde olan yetim aylığından mahrum bırakılmaması, sosyal devlet olmanın gereğidir. Açıklanan bu gerekçelerle yerel mahkeme kararının onanması gerektiği düşüncesinde olduğumuzdan Sayın çoğunluğun bozma gerekçelerine katılınmamıştır.
Bu alandan sadece bu kararla ilintili POST üretebilirsiniz. Bu karardan bağımsız tamamen kendinize özel POST üretmek için TIKLAYINIZ
Sayın kullanıcılarımız, siteden kaldırılmasını istediğiniz karar için veya isim düzeltmeleri için bilgi@abakusyazilim.com.tr adresine mail göndererek bildirimde bulunabilirsiniz.