Hukuk Genel Kurulu 2013/671 E. , 2014/441 K.
"İçtihat Metni"MAHKEMESİ : Fethiye 3. Asliye Hukuk Mahkemesi
TARİHİ : 09/10/2012
NUMARASI : 2012/297-2012/568
Taraflar arasındaki “alacak” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Fethiye 3. Asliye Hukuk Mahkemesince davanın reddine dair verilen 08.10.2010 gün ve 2009/113 E., 2010/570 K. sayılı kararın incelenmesi davacı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 13. Hukuk Dairesinin 19.01.2012 gün ve 2011/5270 E., 2012/636 K. sayılı ilamı ile;
“…Davacı, yabancı uyruklu olup Türkiye"de yaşadığını, araç almak istediğini, yabancı uyruklu olmasından dolayı alım satım işlerinin uzun ve sorunlu olacağı nedeniyle .....plaka sayılı aracı 17.12.2007 tarihinde yetkili bayiden davalı adına satın aldığını, aracın parasını bizzat kendisi ödediğini, taraflar arasında aracın mülkiyetinin kendisine ait olup tarafından kullanılacağa ve talep halinde devrinin üzerine yapılacağı, yapılmaz ise araç bedelinin ödeneceği hususunda inanç sözleşmesi yapıldığını, bir müddet sonra aracın devrini alma isteğini ihtar ile karşı tarafa bildirdiğini, ancak ihtar gereğinin yerine getirilmediğini belirterek araç bedeli olan 33.674,30 TL nin yasal faizi ile davalıdan tahsilini istemiş, birleşen davası ile de, aracın mülkiyetinin aidiyeti ile taraflar arasında aktedilen sözleşmenin 7.maddesinde belirlenen cezai şartın davalıdan tahsiline karar verilmesini istemiştir.
Davalı, aracın iddia edildiği gibi davacı tarafından alınmadığını, bizzat bedelini ödeyerek kendisi satın aldığını, esasen davacının yurt dışından parası geldiğinde araç bedelini ödeyeceğini söyleyerek satış bedelini ödemesini sağladığını, aradaki dostluğa ve iyi niyete güvenerek satış bedelini ödediğini ve aracı bedelsiz olarak davacıya teslim ettiğini, ancak davacının araç bedelini ödemediğini, sözleşme uyarınca aracın zilyetliğini devrettiğini, ancak araç bedelinin ödenmediğini, araç bedeli ödenmediği için de aracın devrini vermediğini savunarak davanın reddini dilemiştir.
Mahkemece, davanın ve birleşen davanın reddine karar verilmiş; hüküm, davacı tarafından temyiz edilmiştir.
Davacı, yabancı uyruklu olmasından dolayı satın aldığı aracı davalı adına tescil edildiğini ve bu hususta taraflar arasında sözleşme aktedildiğini, istemine rağmen araç devrininde yapılmadığını belirterek eldeki davayı açmıştır. Mahkemece, taraflar arasında düzenlenen sözleşmenin resmi şekilde yapılmadığından, mülkiyet talebinde bulunulamayacağı, araç bedelinin de ödendiği usulünce ispat edilmediğinden davanın reddine karar verilmiştir. Taraflar 5.12.2007 tarihinde araç devrini öngören sözleşme düzenlemişler, 17.12.2007 tarihinde de davalı adına dava ve sözleşmeye konu araç kayıt altına alınmıştır. 5.12.2007 tarihli sözleşme bütün halinde değerlendirildiğinde kabulün aksine alım satım sözleşmesi dışında davaya konu aracın davacıya ait olduğunu gösteren inançlı işlem sözleşmesi niteliğindedir. Öyle olunca, Mahkemece sözleşmenin bu niteliği ve kapsamda değerlendirme yapılarak sonucuna göre bir karar verilmesi gerekirken aksi düşüncelerle yazılı şekilde davanın reddine karar verilmiş olması usul ve yasaya aykırı olup, bozmayı gerektirir…”
gerekçesi ile hükmün bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Asıl dava, davacı araç bedelinin tahsili; birleşen dava ise davaya konu aracın mülkiyetin tespiti ve davacı adına tescili olmadığı taktirde taraflar arasında düzenlenen sözleşmedeki cezai şartın tahsili istemine ilişkindir.
Asıl davada, davacı araç almak istediğini, yabancı uyruklu olmasından dolayı alım satım işlerinde sorun yaşanacağından, .... plaka sayılı aracı 17.12.2007 tarihinde yetkili bayiden davalı adına satın aldığını, aracın parasını kendisinin ödediğini, taraflar arasında aracın mülkiyetinin kendisine ait olduğuna dair, talebi halinde devrinin üzerine yapılacağı, yapılmaz ise araç bedelinin ödeneceği hususunda inanç sözleşmesi yapıldığını, aracın devrini almak isteğinde, davalının devri vermediğini belirterek, araç bedeli olan 33.674,30 TL nin yasal faizi ile davalıdan tahsiline; birleşen davası ile de, aracın mülkiyetinin aidiyeti ile taraflar arasında aktedilen sözleşmenin 7.maddesinde belirlenen cezai şartın davalıdan tahsiline karar verilmesini talep ve dava etmiştir.
Davalı, aracın iddia edildiği gibi davacı tarafından alınmadığını, araç bedelini kendisinin ödediğini, davacının yurt dışından parası geldiğinde araç bedelini ödeyeceğini söyleyerek satış bedelinin kendisi tarafından ödenmesini istediğini, aralarındaki dostluğa ve iyi niyete güvenerek satış bedelini ödediğini, aracı bedelsiz olarak davacıya teslim ettiğini, sözleşme uyarınca aracın zilyetliğini devrettiğini, ancak araç bedelinin davacı tarafından ödenmediğini davanın reddini istemiştir.
Mahkemece; “…her ne kadar araç devir sözleşmesinde, talep edilmesi halinde araç devrinin davacı adına yapılması kararlaştırılmış ise de Karayolları Trafik Kanunu’na göre motorlu taşıtların mülkiyeti ancak resmi noter satışı ile alıcı tarafa geçebilecektir. Bu nedenle davacının bu sözleşmeye dayanak yaparak araç mülkiyetini talep etmesi mümkün değildir. Taraflar arasındaki araç devir sözleşmesi harici olarak yapıldığından geçersiz olup geçersiz sözleşmedeki cezai şartlarında bir hukuki kıymeti bulunmamaktadır. Yine ilgili sözleşmenin incelenmesinde, esasen aracın davacı için ve bedeli davacı tarafından ödenmek sureti ile alınmış olup inançlı işlem ile davalı adına bırakıldığına dair bir inanç sözleşmesi olduğunun kabulü mümkün değildir. Sözleşmede davalı satıcı, davacı ise alıcı sıfatı ile yer almaktadır. Sözleşmenin herhangi bir yerinde araç bedelinin davacı tarafından ödendiğine ilişkin bir ibare mevcut değildir. Bu nedenle sözleşmeye göre araç bedelini verdiğini ispatlayamayan davacının araç bedelini de davalıdan talep etmesi mümkün değildir. Kaldı ki davacı hiç bir aşamada araç bedelini davalıya ödediğine ilişkin yazılı bir belge de sunamamıştır. Tüm bu nedenler ile aracın mülkiyet devri ancak resmi yolla olabileceğinden birleşmiş davadaki mülkiyet tespiti davasının reddine, geçersiz sözleşmedeki cezai şartında hukuki bir anlamı bulunmadığından cezai şarta ilişkin talebinde reddine karar verilmiş, davacı araç bedelini ödediğine ilişkin yazılı belge sunamadığından ana davanın da, bu yönden …” reddine karar verilmiş; davacı vekilinin temyizi üzerine Özel Daire’ce metni aynen yukarıda başlık kısmında yazılı ilam ile bozulmuş; mahkemece, önceki gerekçeler genişletilmek suretiyle direnme kararı verilmiştir.
Direnme kararını, davacı vekili temyize getirmektedir.
Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; taraflar arasında adi yazılı olarak düzenlenen 05.12.2007 tanzim tarihli sözleşmenin inanç sözleşmesi niteliğinde olup olmadığı; buradan varılacak sonuca göre, davacının bu sözleşmeye dayanarak talepte bulunup bulunamayacağı noktalarında toplanmaktadır.
Bilindiği üzere; inanç sözleşmesi, inananla inanılan arasında yapılan, onların hak ve borçlarını belirleyen, inançlı muamelenin sona erme sebeplerini ve devredilen hakkın, inanılan tarafından inanana geri verme (iade) şartlarını içeren borçlandırıcı bir muameledir. Bu sözleşme, taraflarının hak ve borçlarını kapsayan bağımsız bir akit olup, alacak ve mülkiyetin naklinin hukuki sebebini teşkil eder.
Taraflar böyle bir sözleşme ve buna bağlı işlemle genellikle, teminat teşkil etmek ve iade edilmek üzere, mal varlığına dahil bir şey veya hakkı, aynı amacı güden olağan hukuki muamelelerden daha güçlü bir hukuki durum yaratarak, inanılana inançlı olarak kazandırmak için başvururlar.
Diğer bir anlatımla, bu işlemle borçlu, alacaklısına malını rehin edecek, yani yalnızca sınırlı ayni bir hak tanıyacak yerde, malının mülkiyetini geçirerek rehin hakkından daha güçlü, daha ileri giden bir hak tanır.
Sözleşmenin ve buna bağlı temlikin, değinilen bu özellikleri nedeniyle, malı inanç sözleşmesi ile satan kimsenin artık sadece, ödünç almış olduğu parayı geri vererek malını kendisine temlik edilmesini istemek yolunda bir alacak hakkı; malı, inanç sözleşmesi ile alan kimsenin de borcun ödenmesi gününe kadar malı başkasına satmamak ve borç ödenince de geri vermek yolunda yalnızca bir borcu kalmıştır.
Diğer bir bakış açısıyla malın mülkiyeti inanılana (alacaklıya) geçmiştir. Malda inanarak satanın (borçlu) mülkiyet hakkı kalmadığı gibi, alıcının bu mülkiyet hakkı üzerinde kurulmuş olan bir rehin hakkından da söz edilemez.
Bilindiği gibi, inanç sözleşmeleri, tarafların karşılıklı iradelerine uygun bulunduğu için, onlara karşılıklı borç yükleyen ve alacak hakkı veren geçerli sözleşmelerdir. Anılan sözleşmelerde, taraflar, sözleşmenin kendilerine yüklediği hak ve borçları belirlerken, inançlı işlemin sona erme sebeplerini; devredilen hakkın inanılan tarafından inanana iade şartlarını, bu arada tabii ki süresini de belirleyebilirler. Bunun dışında, akde aykırı davranışın yaptırımına da sözleşmelerinde yer verebilirler. Buna dair akit hükümleri de 818 sayılı mülga Borçlar Kanunu’nun 19 ve 20 maddelerine aykırılık teşkil etmediği sürece geçerli sayılır.
İnanç sözleşmesine ve buna bağlı işlemle alacaklı olan taraf, ödeme günü gelince alacağını elde etmek için dilerse; teminat için temlik edilen şeyi “ ifa uğruna edim” olarak kendisinde alıkoyabileceği gibi; o şeyi, açık artırma yoluyla veya serbestçe satıp satış bedelinden alma yoluna da başvurabilir. Bu sonuçlar kendine özgü bu akdin tabiatında mevcuttur. Sözleşme ile öngörülen ifa süresi içerisinde, sırf sözleşmeyi imkansız kılmak amacıyla muvazaalı olarak yapılan temliklerin yasal koruma altında tutulamayacağı izahtan varestedir. Meri hukuk sistemimizde her hangi bir düzenleme olmamasına karşın;inanç sözleşmelerinin, yukarıda değinilen ilkeler çerçevesinde uygulama yeri bulan kendine özgü bir müessese olduğu, öğreti ve uygulamada kabul edilegelen bir olgudur.
İnanç sözleşmelerinin tarafları arasında, onların gerçek iradelerini ve akitten amaçladıklarını yansıtması bakımından geçerli olduğu; taraflarına Borçlar Kanunu çerçevesinde nisbi haklarını talep etme olanağını verdiği tartışmasızdır.
Burada üzerinde durulması gereken husus, taşınmaz mallar ya da şekle bağlı akitlerde inanç sözleşmelerinin ne gibi hukuki sonuç doğuracağıdır. Diğer bir anlatımla, sözleşmede öngörülen koşulların gerçekleşmesi halinde, malın mülkiyetinin naklinin sebebini oluşturup oluşturmayacağıdır.
Uygulamada bu husus, 5.2.1947 tarih 20/6 sayılı İnançları Birleştirme kararı ile ilişkilendirilip, bu karar dayanak yapılmak suretiyle çözüme gidilmektedir.
Söz konusu kararda; eski hukuka göre mümkün ve geçerli olan muvazaa ve nam-ı müstear iddialarının, Medeni Kanunun yürürlüğünden sonra taşınmaz mallar hakkında dinlenip dinlenemeyeceği tartışılmıştır.
İçtihadı bileştirme kararlarının konularıyla sınırlı, sonuçlarıyla bağlayıcı bulunduğu tartışmasızdır. Nam-ı müstear için düzenleme getiren 1947 tarih 20/6 sayılı kararın, teminat amacıyla temlike dair inanç sözleşmelerini kapsadığı da kuşkusuzdur. Uygulamada anılan sözleşmeler gerek özü, gerekse işleyişi açısından,genelde muvazaa, özelde ise nam-ı müstear başlıkları altında nitelendirile gelmektedir.
Belirtilen İçtihadı Birleştirme Kararında da değinildiği üzere; inanç sözleşmeleri bir yandan mülkiyeti nakil borcu doğurması bakımından tarafları bağlayıcı, diğer yandan, mülkiyetin naklinin sebebini teşkil etmesi açısından tasarruf işlemlerini bünyesinde barındıran sözleşmelerdir. Bu durumda koşulların oluşması halinde malın mülkiyetini nakil özelliğini taşıdığı kabul edilmelidir.
Anlatılanlar ışığında somut olay irdelendiğinde; taraflar arasında 05.12.2007 tarihli araç devrini öngören sözleşmenin düzenlendiği, 17.12.2007 tarihinde de dava ve sözleşmeye konu aracın davalı adına tescil edildiği hususlarında tartışma bulunmamaktadır.
Taraflar arasında düzenlenen 05.12.2007 tarihli sözleşmenin 6.maddesinde; “Bu sözleşme ile satıcı taraf; arabanın mülkiyetini alıcının talepte bulunması halinde üçüncü kişilere ait tüm hak, takyidat, kısıtlama veya herhangi benzeri kanuni tahditlerden arındırılmış olarak sadece alıcıya noterde devir etmeyi, bu arabayı alıcının haberi ve yazılı rızası olmadan başka kişilere satmayacağını beyan ve taahhüt eder.” hükmüne yer verilmiştir. 7.maddesinde ise; “Alıcı tarafından arabanın kendisine devredilmesi yönünde talepte bulunulmasına rağmen satıcı taraf arabayı alıcının adına devretmekten kaçınırsa satıcı; ya da her iki taraf herhangi bir şekilde bu sözleşmenin hükümlerine riayet etmekten imtina eder ise her iki tarafta aynı arabanın sıfır modelinin o tarihteki piyasa bedelini cezai şart olarak ödemeyi karşılıklı olarak kabul ve taahhüt eder…” denilmiştir.
Sözleşmenin bu ve diğer hükümleri birlikte değerlendirildiğinde tarafların gerçek iradelerinin davaya konu aracın davacıya ait olduğunu gösteren inançlı işlem sözleşmesi yapmak olduğu açıkça anlaşılmaktadır.
Bu durumda, mahkemece sözleşmenin bu niteliği dikkate alınarak, gerekli değerlendirme yapılıp sonucuna göre bir karar verilmesi gerekirken yazılı gerekçeler ile ret kararı verilmesi usul ve yasaya aykırıdır.
Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.
S O N U Ç : Davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı 6217 sayılı Kanunun 30.maddesi ile 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanununa eklenen “ Geçici madde 3” atfıyla uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 429. Maddesi gereğince BOZULMASINA, istek halinde temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine, aynı kanunun 440.maddesi uyarınca 15 gün içerisinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere 02.04.2014 gününde oybirliği ile karar verildi.