Esas No: 2013/376
Karar No: 2014/49
Karar Tarihi: 29.01.2014
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu 2013/376 Esas 2014/49 Karar Sayılı İlamı
"İçtihat Metni"
MAHKEMESİ : İstanbul 13. Asliye Hukuk Mahkemesi
TARİHİ : 16/10/2012
NUMARASI : 2012/48-2012/386
Taraflar arasındaki “maddi ve manevi tazminat” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; İstanbul 13. Asliye Hukuk Mahkemesi’nce (Şişli 4. Asliye Hukuk Mahkemesi) davanın reddine dair verilen 07.04.2009 gün ve 2008/122 E., 2009/134 K. sayılı kararın incelenmesi davacı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 11. Hukuk Dairesi’nin 20.10.2011 gün ve 2009/12636 E., 2011/14633 K. sayılı ilamı ile;
“…Davacı vekili, müvekkili ile dava dışı İsak Baruh"un ortağı bulunduğu S. O.Ltd Şti"ndeki hisselerinin satış bedelinin kısmi karşılığı olan (1.267.500) USD"nın, yabancı uyruklu alıcılarca 03.07.2002 tarihinde davalının bildirdiği yurtdışındaki banka hesabına havale edilmesi, davalının da bu meblağı müvekkilinin borçlu bulunduğu S. B. yurt dışında ödemesi, masraflar için de davalıya (14.000) USD verilmesi konusunda müvekkili ile davalının anlaştıklarını, yurt dışı alıcıların borçlarını ödediklerini, S.de parayı aldığını bildirmesi üzerine, müvekkilinin bu işlemlerin gerçekleştiğine güvendiğini, ancak Sami" nin müvekkili aleyhine icra takibine giriştiğini, davalının da anılan parayı S. verdiğine dair bir belge vermeyi reddettiğini, bu nedenle müvekkilinin aynı parayı iki kez ödemek zorunda kaldığını ileri sürerek, davalının anılan parayı S. ödediğine dair belgenin davalıdan alınarak müvekkiline teslimini, bunun mümkün olmaması halinde paranın davalıda kaldığı sabit olacağından şimdilik (250.000)USD"nın ve (1.000) TL maddi ve (1.000) TL manevi tazminatın davalıdan tahsilini talep ve dava etmiştir.
Davalı vekili, müvekkilinin S.. Ltd Şti"nin ortağı S. yabancı uyruklu alıcılar tarafından hisse bedeli olan (1.267.500) USD"nın ödenmesi işlemine aracılık ettiğini, 03.07.2002 tarihinde satışı yapılan hisse bedelinin müvekkilince S. aktarıldığını, talebin haksız olduğunu savunarak, davanın reddini istemiştir.
Mahkemece, toplanan kanıtlara dayanılarak, davacının dava dışı S.borçlu olmadığının tespiti amacıyla açılan davanın reddedilip kesinleştiği, S. Ltd. Şti"nin ortakları arasında davacının olmadığı, davacının satışa konu hissenin kendisine ait olduğunu, hisse bedelinin dava dışı S.ödenmesi konusunda davalıya talimat verdiğini ve davalı tarafından bu talimatın yerine getirilmediğini ispatlayamadığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir.
Kararı, davacı vekili temyiz etmiştir.
Dava, davacı ile dava dışı İ.B.ait olduğu iddia edilen şirket hisselerinin satışı nedeniyle yurtdışındaki alıcılar tarafından emaneten davalı hesabına gönderilen para işbu davanın tarafları arasındaki anlaşmaya uygun olarak davacının borcuna mahsuben dava dışı S. B. ödenmiş ise bu hususu ispata yarar belgenin teslim edilmesi, aksi taktirde bahse konu paranın davalıda kaldığı kabul edilerek davalıdan tahsili, ayrıca belgenin zamanında teslim edilmemesi nedeniyle uğranılan maddi ve manevi zararın tahsili istemine ilişkin olup, dava dışı hisse alıcılarının davalıya satış bedeli olarak (1267.500) USD ödedikleri ve davalının da bu parayı yine dava dışı S.B.ödediği taraflar arasında uyuşmazlık konusu değildir. Uyuşmazlık, yurt dışındaki alıcılara satılan şirket hisselerinin S.B. borçlu olan davacı ile İ.B.ait olup olmadığı, dolayısıyla satış bedeli üzerinde davacının hakkı bulunup bulunmadığı ve bu suretle davalı tarafından S.B.ödendiği ihtilafsız olan bu paranın davalı tarafından S. B.a ödenmesi esnasında davacının ödemesi olduğunu gösterir bir belge alması gerekip gerekmediği, davalı dosyaya bir suretini ibraz ettiği Makbuz ve İbraname başlıklı belge dışında belge almadığını bildirdiğinden bu durumda davalının baştan yapılan anlaşmaya aykırı davranması nedeniyle bu tutarı davacıya ödemesi gerekip gerekmediği noktalarındadır.
Mahkemece, S......Ltd. Şti"nin ticaret sicil kayıtlarına göre davacının şirket ortağı olmadığı, satılan hissenin kendisine ait olduğunu ve satış bedelini borcuna mahsuben S. B.ödemesi için davalıya talimat verdiğini ispatlayamadığı gerekçesiyle dava rededilmiş ise de yapılan inceleme ve araştırma hüküm kurmaya yeterli değildir. Davacı, davanın başından bu yana şirket hisselerinin ekonomik zorluklar ve S. B. olan borcun teminatı olarak emaneten ve muvakkaten gerçek hissedarlar olan davacı ile İshak Baruh"un kızları ve damatları adına kayıtlı olduğunu, bu kişiler arasında inançlı işlem yapıldığını ve davalının da mensubu oldukları cemaat içinde herkesçe saygınlığı kabul edilen güvenilir bir kişi olması nedeniyle S.B.olan borcun miktarının belirlenmesi aşamasında arabulucu olarak yer aldığı gibi bu borcun hisse satış bedeli ile ödenmesi konusunda da bilgi sahibi olduğunu ve bu nedenle de görev üstlendiğini, bütün bu konulardan haberdar olduğunu iddia etmiş ve delil olarak da davalının eli mahsulu olduğunu belirttiği belgeler ibraz ederek bu belgelerin yazılı delil başlangıcı olması nedeniyle tanıklarının dinlenmesini talep etmiştir. Davalı ise, 26.01.2009 tarihli dilekçesinde şirketin ticaret sicil dosyasının gelmesiyle davacı ile dava dışı Ishak"ın hiçbir zaman şirket ortağı olmadıklarını yeni öğrendiğini bildirmiş ise de 25.06.2008 tarihli dilekçesinde, davacı tarafından ibraz edilen el yazısı belgenin “.....şirket hisseleri geçmişte davacı ve dava dışı İ.B.iken davacının bildirdiği rakamlara göre yapılan hesap ve karalamalar.....” olduğunu beyan etmiştir.
Bu durumda davacının, resmi kayıtlara göre şirketin ortağı olduğu yönünde bir iddiası mevcut olmayıp gizli ortaklıktan söz ederek vekili olan davalının banka hesabına hisse satışı nedeniyle gelen paranın davacı ile dava dışı İ.B.borcuna mahsuben S.B.ödenmesini üstlendiği halde bu ödemeyi iddia edildiği şekilde değil de direk S. B. ödemesi nedeniyle zarara uğradığını ileri sürmesine ve bunun delili olarak da davalının elinden çıktığını ileri sürdüğü ve davalı tarafından da kendisi tarafından yazıldığını kabul ettiği belgeler ile İ.B.davacı ve S.B. arasında düzenlenen belgeleri ibraz ettiğine göre mahkemece söz konusu belgelerin yazılı delil başlangıcı sayılıp sayılmayacağı ve buna istinaden tanık dinlenip dinlenmeyeceği üzerinde durulup davacı tarafından ibraz edilen tüm deliller ve bu kapsamda davacı ile S.B.arasında görülen menfi tesbit davasında verilen hüküm ile bu davadaki beyanlar ve ayrıca davacı ile İshak Baruh arasında ve yine davacı, İ.B.ve S.B. arasında düzenlenen tüm belgeler değerlendirilerek neticesine göre bir karar vermek gerekirken ticaret sicil dosyasına göre davacının şirket ortağı olmadığı gerekçesiyle davanın reddi doğru görülmemiş, kararın davacı yararına bozulmasına karar vermek gerekmiştir…”
gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Hukuk Genel Kurulu’nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Dava, maddi ve manevi tazminat istemine ilişkindir.
Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık, satılan dava dışı şirket hisselerinin davacıya ait olup olmadığı, dolayısıyla satış bedeli üzerinde davacının hakkı bulunup bulunmadığı konusunda yapılan araştırmanın yeterli olup olmadığı ile varılacak sonuca göre, hisse bedelinin davalı tarafından üçüncü kişiye ödenmesi sırasında davacı adına ödeme yapıldığını gösterir bir belge alınması gerekip gerekmediği, davalının belge almadığının kabulü halinde hisse bedeli karşılığının davacıya ödenmesi gerekip gerekmediği noktalarında toplanmaktadır.
Somut uyuşmazlığın incelenmesinde davacının, şirket hisselerinin ekonomik zorluklar ve dava dışı S.B.olan borcun teminatı olarak emaneten gerçek hissedarlar olan davacı ile yine dava dışı ortağı İshak B. kızları ve damatları adına kayıtlı olduğunu, bu kişiler arasında inançlı işlem yapıldığını ve davalının da mensubu oldukları cemaat içinde herkesçe saygınlığı kabul edilen güvenilir bir kişi olması nedeniyle S.B.olan borcun miktarının belirlenmesi aşamasında arabulucu olarak yer aldığından, açıklanan inançlı işlemler ve borcun hisse satış bedeli ile ödenmesi konusunda da bilgi sahibi olduğunu iddia ederek, delil olarak; davalının eli mahsulü olduğunu belirttiği belgeler ibraz ettiği ve bu belgelerin yazılı delil başlangıcı olması nedeniyle tanıklarının dinlenmesini talep ettiği anlaşılmaktadır.
O halde, uyuşmazlığın çözümü için öncelikle inançlı işlem ve kanıtlanması yöntemlerinin açıklığa kavuşturulmasında zorunluluk bulunmaktadır.
Bilindiği üzere; inanç sözleşmesi, inananla inanılan arasında yapılan, onların hak ve borçlarını belirleyen, inançlı muamelenin sona erme sebeplerini ve devredilen hakkın, inanılan tarafından inanana geri verme (iade) şartlarını içeren borçlandırıcı bir muameledir. Bu sözleşme, taraflarının hak ve borçlarını kapsayan bağımsız bir akit olup, alacak ve mülkiyetin naklinin hukuki sebebini teşkil eder.
İnançlı sözleşme yargısal kararlarda; inanılan tarafın elde ettiği hakkı, taraflarca güdülen amaç sona erdikten veya belirli bir süre geçtikten sonra, inanana veya üçüncü kişiye devretme taahhüdünü içeren bir anlaşma olarak tarif edilmiştir (HGK’nun 13.05.1992 gün ve 1992/14-249 E, 1992/323 K. sayılı kararı).
İnançlı işlemin taraflarını, inanan ve inanılan oluşturur. Bir hakkı ya da nesneyi, güvendiği bir kişiye inançlı olarak devreden kimseye “inanan” adı verilir. Devredilen hak veya nesneyi, kendisine ait bir hak olarak kendi yararına, doğrudan doğruya ve dolaylı olarak kullanan kişiye de “inanılan” denir. İnananın, inanılana inançlı olarak kazandırdığı hak ya da nesne ise “inanç konusu şey” olarak nitelenir. İnançlı bir işlemde, kazandırıcı işlemin tarafları ile borç doğuran anlaşmanın tarafları aynıdır.
İnançlı işlemde inanılan, hakkını kullanırken kararlaştırılan koşullara uymayı, amaç gerçekleşince veya süre dolunca hak veya nesneyi tekrar inanana (veya onun gösterdiği üçüncü kişiye) devretmeyi yüklenmektedir. İnançlı işlem, kazandırmayı yapan kişiye yani inanana belirli şartlar gerçekleşince, kazandırmanın iadesini isteme hakkı sağlayan bir sözleşmedir. Bu yükümlülüğün yerine getirilmemesi halinde, bunun dava yoluyla hükmen yerine getirilmesi istenebilir.
İnançlı işlemler, kişinin kendisini gizlemek amacıyla, teminat amacıyla veya alacaklıdan mal kaçırmak amacıyla da yapılabilecek işlemlerdir. Taraflar böyle bir sözleşme ve buna bağlı işlemle genellikle, teminat teşkil etmek veya idare olunmak üzere, mal varlığına dahil bir şey veya hakkı, aynı amacı güden olağan hukuki muamelelerden daha güçlü bir hukuki durum yaratarak, inanılana inançlı olarak kazandırmak için başvururlar.
Diğer bir anlatımla, bu işlemle borçlu, alacaklısına malını rehin edecek, yani yalnızca sınırlı ayni bir hak tanıyacak yerde, malının mülkiyetini geçirerek rehin hakkından daha güçlü, daha ileri giden bir hak tanır.
Sözleşmenin ve buna bağlı temlikin, değinilen bu özellikleri nedeniyle, hakkı inanç sözleşmesi ile satan kimsenin artık sadece, ödünç almış olduğu parayı geri vererek işlem konusu hakkın kendisine temlik edilmesini istemek yolunda bir alacak hakkı; inançlı işlem konusunu inanç sözleşmesi ile alan kimsenin de borcun ödenmesi gününe kadar başkasına satmamak ve borç ödenince de geri vermek yolunda bir borcu kalmıştır.
Diğer bir bakış açısıyla, inançlı işlem konusu hakkın mülkiyeti inanılana (alacaklıya) geçmiştir. İnançlı işlem konusu taşınmaz ise, taşınmazda inanarak satanın (borçlu) mülkiyet hakkı kalmadığı gibi, alıcının bu mülkiyet hakkı üzerinde kurulmuş olan bir rehin hakkından da söz edilemez.
İnanç sözleşmeleri, tarafların karşılıklı iradelerine uygun bulunduğu için, onlara karşılıklı borç yükleyen ve alacak hakkı veren geçerli sözleşmeler olduğundan (mülga 818 sayılı Borçlar Kanunu m. 81), anılan sözleşmelerde, taraflar, sözleşmenin kendilerine yüklediği hak ve borçları belirlerken, inançlı işlemin sona erme sebeplerini; devredilen hakkın inanılan tarafından inanana iade şartlarını, bu arada tabii ki süresini de belirleyebilirler. Bunun dışında, akde aykırı davranışın yaptırımına da sözleşmelerinde yer verebilirler. Buna dair akit hükümleri de mülga 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun 19 ve 20 maddelerine aykırılık teşkil etmediği sürece, geçerli sayılır.
İnanç sözleşmelerinin tarafları arasında, onların gerçek iradelerini ve akitten amaçladıklarını yansıtması bakımından geçerli olduğu; taraflarına Borçlar Kanun’u çerçevesinde nispi haklarını talep etme olanağını verdiği tartışmasızdır.
Yeri gelmişken belirtilmelidir ki, inanç sözleşmeleri kaynağını mülga 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun 18. maddesi ile 05.02.1947 tarihli ve 20/6 sayılı Yargıtay İnançları Birleştirme Kararından almakta, bu karar dayanak yapılmak suretiyle çözüme gidilmektedir.
Söz konusu kararda; eski hukuka göre mümkün ve geçerli olan muvazaa ve nam-ı müstear iddialarının, Medeni Kanun’un yürürlüğünden sonra taşınmaz mallar hakkında dinlenip dinlenemeyeceği tartışılmıştır.
Anılan kararda; çeşitli sebep ve amaçlarla bir taşınmaz kaydına gerçek malik yerine başka bir nam ve bir sözleşmede akitlerden biri yerine üçüncü bir şahsın gösterilmesinin mümkün olduğu, bu gibi hallerde vekilin kendi namına ve müvekkili hesabına yaptığı tasarruflarda olduğu gibi hukuki bir durum veya herhangi bir maksatla üçüncü şahıslardan gerçeği gizleme gayesi güdülebileceği, "kötü niyetli ve haksız gizlemeler" dışında, belirtilen olasılıklara göre açılacak bir davanın, gerçekten, ya mevcut bir hakka dayanarak bir el değiştirme veya bir hakkın korunması niteliğini taşıyacağı; bu durumda, halefiyeti düzeltme amacıyla öncelikle mülkiyetin vekile aidiyeti düşünülse bile, temsil hükümlerine aykırı olduğundan bunun korunması ve devamına hükmolunamayacağı, zira Borçlar Kanunu’nun "müvekkil vekiline karşı muhtelif borçlarını ifa edince vekilin kendi namına ve müvekkili hesabına üçüncü şahıstaki alacağı müvekkilin olur" hükmünün bu düşünceyi doğruladığına değinildikten sonra sonuçta, nam-ı müstear davalarının dinlenebilir ve yazılı delil ile ispatının mümkün olduğuna, hükmolunmuştur.
İnançları Birleştirme Kararlarının konularıyla sınırlı, gerekçeleriyle açıklayıcı, sonuçlarıyla bağlayıcı bulunduğu tartışmasızdır. Belirtilen İnançları Birleştirme kararının sonuç bölümü uyarınca; inanç sözleşmesi olarak anılan belgenin sözleşmeye taraf olanların imzasını içermesi yeterli görülmüş olup, inanç sözleşmesine dayalı iddiaların şekle bağlı olmayan, tarafların imzasını taşıyan yazılı belge ile kanıtlanabileceği, inançlı işleme konu belgenin, akit tarihinden önce ya da sonra düzenlenmesinin sonuca etkili olmadığına hükmedilmiştir.
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun, 23.05.1990 gün ve 1990/1-2002 E. 1990/315 K.; 17.10.1990 gün ve 1990/14-325 E. 1990/492 K.; 29.06.2005 gün ve 2005/14-395 E. 2005/421 K.; 28.12.2005 gün ve 2005/14-677 E. 2005/774 K.; 01.07.2009 gün ve 2009/13-222 E., 2009/299 K. sayılı kararlarında da bu ilkeler benimsenmiş olup, bu kararlar, iyiniyet ve hakkaniyete ilişkin kuralların da hukukumuzun temeli olmasının bir sonucudur.
İnanç sözleşmelerinin hukuki dayanağını anlattıktan sonra uyuşmazlığın çözümünde faydalı olacağı düşünüldüğünden ispat hukuku açısından da konuya bakılması gerekmektedir.
İnançlı işlemi doğrudan düzenleyen bir kanun hükmü bulunmadığından, ispatı hakkında da kanunlarımızda bir hüküm yer almış değildir. İnançlı işlemin ana unsurları, inanç sözleşmesi ve kazandırıcı işlem (hakkın devri işlemi) nasıl özel bir şekle bağlı değilse, inançlı işlemin ispatında da, kural olarak özel bir biçim koşulunun aranmaması, inançlı işlemin ispatında genel hükümlerin uygulanması gerekir.
Buna göre, inançlı işlem nedeniyle iade, tazminat veya sözleşmenin feshini isteyen taraf 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu (TMK)’nun 6.maddesi uyarınca iddiasını ispat etmek zorundadır.
İnanç sözleşmeleri kaynağını Borçlar Kanunun 18.maddesi ile 5.2.1947 tarihli ve 20/6 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararından almakta olup, sözü edilen bu karar uyarınca inanç ilişkisi kural olarak ancak, yazılı delille kanıtlanabilir. Bu yazılı delil, tarafların getirecekleri ve onların imzalarını taşıyan bir belge olmalıdır.
Esasen, yazılı şeklin, kanıtlama aracı olduğu ilkesinden hareketle uygulamada, yine ispat vasıtası olarak yemin (mülga 1086 sayılı HUMK.m.337), ikrar ve kabul tarafı bağlayıcı kabul edilmiş, davanın (iddianın) kanıtlanabileceği sonucuna varılmıştır.
Ancak, uygulama bununla da yetinmemiş, yazılı delil başlangıcı sayılabilecek belge ve vakıaların tamamlayıcı kanıtlarla (mülga 1086 sayılı HUMK.m.292), inanç sözleşmesinin varlığını kanıtlayabileceğini kabul etmiştir (Hukuk Genel Kurulu’nun 01.07.2009 gün ve 2009/13-222 E. 2009/299 K.; 14.07.2010 gün ve 2010/14-394 E. 2010/395 K. ile 15.04.2011 gün ve 2011/13-14 E. 2011/189 K. sayılı kararları).
Buna göre, inanç ilişkisinin varlığını kabul edebilmek için açıklanan nitelikte bir yazılı delil bulunmasa da, yanlar arasındaki uyuşmazlığın tümünü kanıtlamaya yeterli sayılmamakla beraber bunun vukuuna delalet edecek, karşı tarafın elinden çıkmış (inanılan tarafından el ile yazılmış fakat imzalanmamış olan bir senet veya mektup, daktilo veya bilgisayarla yazılmış olmakla birlikte inanılanın parafını taşıyan belge, usulüne uygun onanmamış parmak izli veya mühürlü senetler gibi) yazılı delil başlangıcı niteliğinde bir belgenin varlığı halinde; yazılı delil başlangıcı niteliğinde belge varsa, mülga 1086 sayılı HUMK’nun 292. maddesi uyarınca inanç sözleşmesi “tanık” dahil her türlü delille ispat edilebilir.
Tüm bu açıklamalar ışığında somut olay değerlendirildiğinde davacı, gizli ortaklıktan söz ederek, vekili olan davalının banka hesabına hisse satışı nedeniyle gelen paranın davacı ile dava dışı ortağı İshak Baruh"un borcuna mahsuben S. B.ödenmesini üstlendiğini ancak bunu belgelendirmemesi nedeniyle zarara uğradığını ileri sürerek, davalının elinden çıktığını ileri sürdüğü belgeler ile kendisi, İ.B.ve S.B.arasında düzenlenen çeşitli belge fotokopileri ibraz etmiştir.
05.12.1947 gün 20/6 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararında belirtildiği üzere, inançlı işleme dayalı bir davanın kural olarak yazılı delille kanıtlanması gerekmekte ise de, inanç sözleşmesi, yazılı belge ile kanıtlanamadığına göre, yanlar arasındaki uyuşmazlığın tümünü kanıtlamaya yeterli sayılmamakla beraber bunun vukuuna delalet edecek, karşı tarafın elinden çıkmış yazılı delil başlangıcı niteliğinde bir belgenin varlığı halinde; inanç sözleşmesi tanık dahil her türlü delille ispat edilebileceğinden, mahkemece davacı tarafından ibraz edilen belgelerin yazılı delil başlangıcı sayılıp sayılmayacağı ve buna istinaden tanık dinlenip dinlenmeyeceği üzerinde durulup, davacı tarafından ibraz edilen tüm deliller ve bu kapsamda davacı ile S. B.arasında görülen menfi tespit davasında verilen hüküm ile bu davadaki beyanlar birlikte değerlendirilerek sonucuna göre bir karar verilmesi gerekmektedir.
Hukuk Genel Kurulu’ndaki görüşmeler sırasında bir kısım üyeler tarafından, ticaret sicil kayıtlarına göre davacının şirket ortağı olmadığının açık olduğu ve ortaklığa ilişkin delil ibraz edilmediği gerekçesiyle direnme kararının onanması yönünde görüş belirtmiş iseler de, bu görüş çoğunluk tarafından yukarıda açıklanan gerekçelerle, benimsenmemiştir.
O halde mahkemece, aynı yöne işaret eden ve Hukuk Genel Kurulu’nca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyularak, yapılacak inceleme sonucunda varılacak sonuca göre bir karar verilmesi gerekirken; davacının ticaret sicil kayıtlarına göre şirket ortağı olmadığı gerekçesiyle davanın reddine ilişkin önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır.
Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.
SONUÇ: Davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı 6217 sayılı Kanun’un 30. maddesi ile 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’na eklenen “Geçici Madde 3” atfıyla uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA, istek halinde temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine, aynı Kanun’un 440. maddesi uyarınca hükmün tebliğinden itibaren onbeş gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 29.01.2014 gününde oyçokluğu ile karar verildi.