Esas No: 2015/2591
Karar No: 2015/2584
Karar Tarihi: 11.11.2015
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu 2015/2591 Esas 2015/2584 Karar Sayılı İlamı
"İçtihat Metni"
MAHKEMESİ :Sulh Hukuk Mahkemesi
Taraflar arasındaki “alacak” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Şarkikaraağaç Sulh Hukuk Mahkemesince davanın reddine dair verilen 30.03.2012 gün ve E:2010/102, K:2012/152 sayılı kararın incelenmesi davacı tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 3.Hukuk Dairesinin 09.10.2012 gün ve E:2012/18630, K:2012/21131 sayılı ilamıyla;
(…Davacı dilekçesinde; yurtdışında yaşadığını, aynı zamanda Şarkikaraağaç ilçesi Fakılar köyünde ikamet ettiğini; 2007 yılında bir davasına bakması için davalı (avukat) ile anlaştığını ve vekaletname verdiğini, yapacağı iş için de kendisine toplam 6970 Euro ödediğini; ancak, Türkiye"ye geldiğinde davalarının açılmadığını öğrendiğini; bu nedenle verdiği 7000 Euro"dan 4000 Euro"sunu geri aldığını, kalanın ise iade edilmediğini iddia ederek; 3000 Euro karşılığı 6249 TL"nin faiziyle birlikte davalıdan tahsiline karar verilmesini talep ve dava etmiştir.
Davalı cevap dilekçesinde; davacıya, zaman zaman danışma ve zaman zaman da dilekçe yazımı hizmeti verdiğini; ancak, adli mercilerde temsil etmesini gerektirecek bir iş ilişkisi içinde olmadığı gibi, aralarında vekalet sözleşmesinin de bulunmadığını savunarak; davanın reddini istemiştir.
Davalı, 30.03.2012 tarihli dilekçesinde ise; davacının 3000 Euro alacağı yönünden, borcun senede bağlandığını; senetler teslim edildiğinde borcun da ödeneceğini, konunun değerlendirilmesi ile davanın reddine karar verilmesini talep etmiştir.
Mahkemece; “...davalının davacıya 3000 Euro"luk borcu olduğunu ikrar ettiği ve buna karşılık bir senet düzenlendiğini beyan ettiği, borca karşılık senet düzenlendiği, davacı tanığı ... tarafından da doğrulanmış böylece dava konusu alacağın senet düzenlenmek suretiyle ortadan kalktığı anlaşılmıştır. Senet verilmek suretiyle yeni bir alacak ilişkisi doğmuştur. Senedin ödenip ödenmediği ise ayrı bir dava konusudur. Her ne kadar senedin ödenmediği davacı tarafından söylenmekte ise de dava senede dayalı alacak davası olmadığı ve davalının senetlerin ibraz edilmediği yönündeki savunmasının aksi davacı tarafça kanıtlanamadığından davanın reddine karar verilmiştir.” Gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiş, hüküm davacı tarafından süresinde temyiz edilmiştir.
Dava, sebepsiz zenginleşmeye dayalı alacak istemine ilişkindir. Davada, vekalet ilişkisi nedeniyle davalıya ödenen paranın, edimin ifa edilmemesi nedeniyle iadesi istenmektedir. Davalı 3000 Euro"nun karşılığında senet düzenlenip verildiğini savunmaktadır. Oysa, verildiği iddia edilen ve tanık beyanında sözü edilen senedin; (davalının yargılandığı ceza davasında alınan Adli Tıp Kurumu raporuyla) ..."nın (davalının) eli ürünü olmadığı saptanmış bulunmaktadır. Bu durumda, ispat külfeti davalıya geçmiştir. Davalı, kabul ettiği 3000 Euro borcun ödendiğini ispat etmelidir.
Mahkemece; davalının verdiğini iddia ettiği senedin (kendi eli ürünü olmadığından) borcu söndüren (sona erdiren) bir belge olmadığı gözetilmeksizin, yanılgılı değerlendirme ve eksik inceleme sonucu yazılı şekilde davanın reddine ilişkin hüküm kurulmuş olması doğru görülmemiş, bozmayı gerektirmiştir...)
gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
HUKUK GENEL KURULU KARARI
Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Dava, vekalet ilişkisi nedeniyle davalıya ödenen paranın, edimin ifa edilmemesi nedeniyle iadesi istemine ilişkindir.
Mahkemenin, davanın reddine dair verdiği karar davacının temyizi üzerine Özel Dairece, metni yukarıda başlık bölümünde aynen alınan gerekçelerle bozulmuş; yerel mahkemece, önceki kararda direnilmiştir.
Direnme kararını, davacı vekili temyiz etmiştir.
Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; davalı aldığı para karşılığında davacıya senet verdiğini ileri sürmesi karşısında, mevcut bir borç için kambiyo senedi (bono) verilmesinin borcun yenilenmesi (tecdidi) anlamına gelip gelmeyeceği; burada varılacak sonuca göre de, ispat yükü üzerine düşenin görevini yerine getirip getirmediği noktalarında toplanmaktadır.
Bu noktada konuyla ilgili kavram ve kurumların açıklanmasında yarar vardır.
I-Tecdit (Borcun yenilenmesi);
Tecdid (borcun yenilenmesi), eski borcun, yeni bir borç meydana getirilerek sona erdirilmesidir. Eski ve yeni borçlar arasında hukuki sebep bakımından herhangi bir fark mevcut değilse, bahis konusu olan yenileme değil, bir borç ikrarıdır. Fakat mevcut borçta herhangi bir değişiklik yapmakla, borç yenilenmiş olmaz. Örneğin tarafların sadece borç miktarını veya ifa şartlarını değiştirmeleri yenileme için yeterli değildir; bu tür değişiklikler, mevcut borç ilişkisinin hukuki sebebinde de değişiklik yapılmadıkça yenileme niteliğinde kabul edilemez.
İsviçre Federal Mahkemesi"ne göre, alacaklının borçluya yeni bir süre vermiş olması yenileme mahiyetinde sayılmamaktadır (BGE 84 II 645 = Jdt 1959 I 494). Keza, Federal Mahkeme, başka bir kararında (BGE 60 332 = Jdt 1935 I 168) ise, tecile veya borç miktarının arttırılmasına ilişkin anlaşmaların yenileme mahiyetinde sayılmayacağına işaret ederek: “116.madde (818 sayılı Türk Borçlar Kanunu m.114) anlamında yenileme, eski bir borcun yeni bir borç haline dönüşmesidir. Yeni borcun sebebi, eskisininkinin aynı değildir. Bu sebep, yenilemeyi meydana getiren bağımsız hukuki işlemde yer alır. Eğer eski borcun hüviyeti değişmiyorsa, yani onun özü ve esası muhafaza edilerek sadece muhtevası değiştiriliyorsa (ifanın tecili, edimin çoğaltılması gibi) ya da alacaklının veya borçlunun şahsı değişmiş bulunuyorsa (alacağın devri veya borcun nakli) ortada bir yenileme yoktur.” demektedir.
Bunun yanında, taraflar yeni bir borç meydana getirirlerken eskisini ortadan kaldırmak iradesine sahip bulunmalıdırlar. Aksi takdirde, ya ikinci ve bağımsız bir borcun daha kurulduğu ya da tarafların birinci borçta bazı değişiklikler yapılmasını istedikleri kabul edilir.
Zira, mülga 818 sayılı Borçlar Kanunu (BK)"nun 114/I.maddesinde; “Borcun tecdidi akitten vazıh surette anlaşılmak lazımdır.” denmiş olması esas itibariyle bunu ifade eder. Buna göre, tarafların yeni bir borç ilişkisi kurarlarken, eskisini ortadan kaldırmak amacıyla hareket ettikleri, yapılan işlemin içeriğinden ya da işin özelliklerinden makul surette çıkarılamıyorsa, yenileme iddiası reddedilmelidir.
O halde, taraflar arasında ikinci bir borç ilişkisinin kurulması veya mevcut borcu değiştiren yeni bir işlemin yapılması, yenileme için birer karine sayılamaz; şüphe ve tereddüt halinde, asıl borç ilişkisinin devam ettiği, tarafların buna son vermek istemedikleri kabul edilecektir.
Kanun, bu ilkeyi daha kuvvetli ifade ederek, şu hallerde-taraflarca aksi kararlaştırılmış olmadıkça-yenilemenin gerçekleşmeyeceğini özel olarak belirtmiştir (BK. m.114/II):
a) Mevcut bir borç için kambiyo taahhüdünde bulunmak.
b) Mevcut bir borç için yeni bir alacak senedi vermek.
c) Mevcut bir borç için yeni bir kefaletname imza etmek.
Bütün bunlar -kural olarak- yenileme değildir; fakat bizzat 114/II, 2 nci maddede belirtildiği gibi, bu kuralın aksine anlaşmalar yapılabilir.
Federal Mahkeme"ye göre de, bir borç için taahhütte bulunmanın, kural olarak, yenileme sayılamayacağı benimsenmiştir (BGE 89 II 1337 = JdT 1964 I 241;Yukarıda yapılan açıklamalar için bakınız. Tekinay/Akman/Burcuoğlu/Altop: Tekinay Borçlar Hukuku, 7.Bası, İstanbul 1993, Sahife:989-995).
Nitekim, yukarıda vurgulanan ilkeler, Hukuk Genel Kurulu’nun 13.02.2013 gün ve E:2012/11-666, K:2013/238 sayılı ilamında da benimsenmiştir.
Yukarıda yapılan açıklamaların ışığında somut uyuşmazlıkta; davalı, davacıya olan 3.000 Euro borcu karşılığında kambiyo senedi verdiğini ileri sürmektedir. Kural olarak, mevcut bir borç için kambiyo taahhüdünde bulunmak, borcun tecdidi (yenilenmesi) anlamına gelmez. Taraflar arasında, borcun yenilendiğinin kabulü için açık bir anlaşma bulunmalıdır. Dolayısıyla, dosyada taraflar arasındaki temel borç ilişkisinin sonlandırılıp, yeni bir borç ilişkisinin kurulduğunu gösteren bir delil bulunmamaktadır.
Hal böyle olunca; yerel mahkemenin, davalının, davacıya 3000 Euro"luk borcuna karşılık bir senet düzenlendiği, böylece dava konusu alacağın senet düzenlenmek suretiyle ortadan kalktığı, senet verilmek suretiyle yeni bir alacak ilişkisi doğduğu yönündeki direnme gerekçesinin hatalı değerlendirmeye dayalı olduğu anlaşılmaktadır.
II-İkrar;
Mülga 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu (HUMK)’nun 236.maddesinde, taraflardan birinin ikrarının geçerli olduğu ve o taraf aleyhine delil teşkil edeceği belirtilmiş, ancak ikrarın tanımı yapılmamıştır.
Öğretideki tanımlamalara göre ise, ikrar (dar anlamda ikrar), görülmekte olan bir davada, taraflardan birinin, diğer tarafça ileri sürülen ve kendisi aleyhine hukuki sonuç doğurabilecek nitelik taşıyan maddi vakıanın doğruluğunu kabul etmesidir. Yargıtay uygulamasında da, ikrara bu anlam yüklenmektedir. (Prof.Dr.Baki Kuru, Hukuk Muhakemeleri Usulü, 6.Baskı Cilt: 2, Ankara 2001, sayfa: 2037 ve devamı; Prof.Dr.Saim Üstündağ, Medeni Yargılama Hukuku, Cilt: 1-2, 3. Bası, Formül Matbaası, İstanbul 1984, Sayfa: 549 ve devamı; Prof.Dr.Necip Bilge, Medeni Yargılama Hukuku Dersleri, 3.Baskı, Sevinç Matbaası, Ankara 1978, sayfa: 510 ve devamı; Dr.Süha Tanrıver, Türk Medeni Yargılama Hukukunda İkrarın Bölünüp Bölünemeyeceği Sorunu, Türkiye Barolar Birliği Dergisi, 1993/2, sayfa: 212 ve devamı.).
İkrardan söz edilebilmesi için, taraflardan birisinin bir vakıa ileri sürmüş olması, diğer tarafın da bu vakıanın doğru olduğunu bildirmesi gerekir. İkrarın konusu, ancak karşı tarafın ileri sürdüğü vakıalar olabilir. Bir tarafın, kendisinin ileri sürdüğü bir vakıanın doğruluğunu bildirmesi ikrar niteliği taşımayacağı gibi, karşı tarafın ileri sürdüğü hukuki sebepler de ikrara konu olamazlar.
Kapsam yönünden, ikrar, çekişmeli olan maddi vakıanın tamamını veya belli bir kesimini kapsayabilir. İlkinde tam, ikincisinde ise kısmi ikrar söz konusudur.
İçeriği itibariyle ikrar ya basit (adi), ya vasıflı (mevsuf) ya da bileşik (mürekkep) nitelikte olabilir. Vasıflı ikrara, gerekçeli inkar da denilmektedir.
Basit (adi) ikrar, karşı tarafça ileri sürülen bir vakıanın doğru olduğunun, herhangi bir kayıt veya şart bildirilmeksizin kabul edilmesidir. Basit ikrarda, onun konusunu oluşturan vakıalar artık tartışmalı olmaktan çıkarlar; dolayısıyla bunların ayrıca kanıtlanmasına gerek kalmaz.
Vasıflı ikrarda, (gerekçeli inkarda) karşı tarafın ileri sürdüğü maddi vakıanın varlığı kabul edilmekle birlikte, onun hukuki niteliğinin (vasfının) ileri sürülenden başka olduğu bildirilir.
Bileşik (mürekkep) ikrarda ise, bir tarafın ileri sürdüğü vakıa karşı tarafça bütünüyle kabul edilmekle; eş söyleyişle, vakıanın doğru olduğu ve bildirilen vasıfta bulunduğu kabul edilmekle birlikte, ikrara öyle bir vakıa eklenir ki, eklenen bu vakıa, ya ikrar edilen vakıanın hukuksal sonuçlarının doğmasını engeller ya da onu hükümsüz kılar. Bileşik ikrar, ikrara konu olan vakıa ile ona eklenen vakıa arasında bir bağlantı bulunup bulunmamasına göre, bağlantılı bileşik ikrar ve bağlantısız bileşik ikrar olarak ikiye ayrılır.
Yukarıda da değinildiği üzere, öğreti ve uygulamada, ağırlıklı olarak, bağlantısız bileşik ikrar dışındaki ikrar türlerinin bölünemeyeceği, dolayısıyla, böyle durumlarda, ikrar edenin ispat yükü altında olmadığı kabul edilmekte; iddiasını ispatlama yükümlülüğünün, karşı tarafa ait olduğu benimsenmektedir (HGK"nun 09.06.2004 gün ve2004/4-362 2004/347 sayılı ilamı).
Nitekim, yukarıda vurgulanan ilkeler, Hukuk Genel Kurulu’nun 12.10.2011 gün ve E:2011/19-473, K:2011/607 sayılı ilamında da benimsenmiştir.
Yukarıda yapılan açıklamaların ışığında somut uyuşmazlıkta; davalı, davacıya olan 3.000 Euro borcu olduğunu ikrar etmekte ancak bu borcu karşılığında kambiyo senedi (bono) verdiğini ileri sürerek, bu senetlerin ibrazı halinde ödeyeceği savunmasında bulunmaktadır. Davalının savunmasının, bağlantısız bileşik ikrar niteliğinde olduğunun kabulü gerekir.
Buna göre, ispat yükünün bağlantısız bileşik ikrar savunmasında bulunan davalıda olduğu anlaşılmaktadır.
Hal böyle olunca; yerel mahkemenin, davalının savunmasının hatalı değerlendirilmesi sonucu ispat yükünün davalıda olduğu gözden kaçırılarak, ispat yükünün tersine çevrilerek, yazılı şekilde davanın reddine karar verilmesi doğru değildir.
III-Vekilin müvekkiline hesap verme borcu;
BK. m.392/1.madde hükmü uyarınca, müvekkilin istemi halinde vekil, vekâlet sözleşmesi konusu olan ve yapmış bulunduğu işin hesabını ona vermek durumundadır. Bu borç, sözleşmenin kurulması ile doğar ve mutlak surette sözleşmenin ifasına bağlı değildir, halin icabına göre sözleşmenin sona ermesinden sonra da devam edebilir.
Hesap verme borcu, vekilin göreviyle ilgili mali konularda, daha açık bir anlatımla aldığı mal veya paralar, yaptığı harcamalar hakkında ve aldığı avans ve masrafları nerelerde kullandığı hususlarında hesap vermek ve buna ait belgeleri müvekkile ibraz etmek zorunluluğunu getirir. Bu, bir anlamıyla sadakat borcunun gereği olarak bilgi vermek yükümünün de bir türüdür.
Hesap verme borcu vekilin başkasına ait bir iş görmesinin doğal sonucudur; gerçekten, işi görülen kimsenin (müvekkilin) işe başlanıp başlanmadığını, işin nasıl yürütüldüğünü ve sonuçlandırıldığını bilmeye ihtiyacı vardır.
Böylece hesap verme borcu, geniş anlamda, genel bir bilgi verme yükümlülüğü olarak kendini göstermektedir. Vekil sadece işin sonunda değil, yürütülmesi sırasında da durumdan müvekkile bilgi vermek zorundadır.
BK m.392, f.I’de hesabın “müvekkilin talebi üzerine” verileceğinden söz edilmekte ise de, vekil gerekiyorsa kendiliğinden müvekkile işin durumu hakkında bilgi vermelidir. Sürekli vekâlet sözleşmelerinde uygun aralarla müvekkile hesap verilmesi zorunluluğu vardır.
Hesap verme yükümlülüğü, hem müvekkilin, hem de vekilin yararınadır; vekilin, müvekkile bilgi vermesi suretiyle, müvekkil, vekili denetlemek, vekile ifa edeceği işle ilgili talimatları vermek, talimatların ne ölçüde yerine getirildiğini tespit etmek, gerektiğinde vekili azletmek olanağına kavuşmuş olmaktadır. Müvekkil, kendisinin vekil tarafından bilgilendirilmesi neticesinde ortaya istenmeyen bir sonucun veya zararın çıkmasını engellemiş olacaktır.
Vekil ise, müvekkilin bu davranışları sayesinde, vekâlet sözleşmesi ile üstlendiği işi daha kolay gerçekleştirecek ve müvekkile her aşamada zaten hesap verdiği için, sözleşmenin bitiminde vekilin iade borcu daha kolay yerine getirilecektir. Zira böylece vekilin, kendisinin müvekkilden olan alacaklarının mahsubunun sağlanması ve ifa ettiği iş dolayısıyla ibra edilmesi daha kolay gerçekleşecektir.
Hesap verme yükümlülüğü müvekkilin, hukuki durumu ve haklarını kullanabilmesi için olaylar hakkında tam ve gerçeğe uygun bilgi verme suretiyle yerine getirilmelidir. Bu yükümlülük vekâlet konusu olan işin yapılması borcunun bir tamamlayıcısı ve vekâletin, elde olunan veya kalan şeyleri müvekkile vermek suretiyle, tasfiyesinin bir hazırlayıcısı niteliğindedir.
Vekil hesap verme borcunu yerine getirmekle, aynı zamanda müvekkilin kendisini muhtemel tazminat taleplerinden ibra etmesini sağlamak amacını güder. Hesabın doğruluğu ve işin gereği gibi yapıldığı tarafların birbirlerine karşı açacakları alacak davalarında tespit olunur.
Hesap verme ve alınanları müvekkile teslim etme borçlarından müvekkilin, bunların içeriğini ve kapsamını bilmesi kaydıyla, vekili karşılıklı anlaşma ile ibra etmesi kabildir.
Hesap verme borcu bir yapma borcu niteliğindedir. Müvekkil, sadece hesap verme borcunun yerine getirilmesi için değil, aynı zamanda vekilin vekâleti dolayısıyla aldığı ve kendisine vermesi gereken para veya diğer şeylerin teslimi ve vekâletin gereği gibi ifa edilmemesi dolayısıyla uğradığı zararın tazmini için dava açabilecektir.
Vekilin müvekkile hesap verme borcu, işin niteliğinin elverdiği derecede belgelere dayanmalı ve kural olarak yazılı bir şekilde yerine getirilmelidir. Hesap verme borcu, vekâlet sözleşmesinde belirlenen işin niteliklerine uygun olarak gerekli fatura, makbuz, rapor gibi belge asıllarının da müvekkile gösterilmesini kapsamaktadır.
Vekilin, müvekkile hesap verme yükümlülüğü, asli borcun yerine getirilmesine yaramaktadır ve bu borç asli borçtan ayrı olarak talep ve dava edilebilmektedir. Bu hali ile hesap verme borcu, hukuki nitelik itibarıyla bir yan edim niteliğindedir.
Gerçekten de vekilin, hesap vermek için her zaman müvekkilin talebini beklemesi doğru olmaz; vekil müvekkil tarafından talep edilmese de müvekkile hesap vermelidir.
Vekâlet sözleşmesinde vekilin hesap verme borcu, vekâlet sözleşmesinin kurulmasıyla birlikte doğup; işin vekil tarafından yürütülmesi sırasında ve sona ermesinde devam eder. Sözleşmenin ifa edilmiş olmasına bağlı bir husus değildir. Ayrıca, gerektiğinde, bu borç, vekâlet sözleşmesinin sona ermesinden sonra da devam etmektedir. Öyle ki, vekâlet sözleşmesi sona erdikten sonra, müvekkil, vekilden hesap vermenin yinelenmesini isterse, vekil, bu borcu tekrar yerine getirmek durumundadır. Ancak, bu durumda müvekkil, vekilin bu hususta yaptığı masrafları ve bu iş için harcadığı emeğin ücretini vekile verecektir.
Diğer taraftan, vekâlet sözleşmesi ölümle son bulmakta ise de; vekilin hesap verme borcu, müvekkil ölürse, müvekkilin mirasçılarına karşı dahi devam etmektedir.
Bunun tam karşılığı olarak da, müvekkilin de vekile hesap sorma sorumluluğu ve yükümlülüğü bulunmaktadır. Öteki deyişle, vekilin müvekkile hesap verme yükümlülüğünün yanında, müvekkilin de vekile hesap sorma yükümlülüğü bulunmaktadır. Bunlar aynı madalyonun iki yüzü gibi birbirini tamamlayan ve vekalet sözleşmesinin gereklerinin en iyi şekilde yapılmasını hedefleyen sorumluluklardır.
Nitekim, yukarıda vurgulanan ilkeler, Hukuk Genel Kurulu’nun 07.11.2012 gün ve E:2012/3-531, K:2012/760 sayılı ilamında da benimsenmiştir.
Somut olayda; taraflar arasında vekalet ilişkisinin bulunduğu belirgindir. Dosyada davalı vekilin, davacı müvekkiline yapılan işler ve harcamalar konusunda bir hesap verdiğine ilişkin bir bilgi veya belgeye rastlanamamıştır. Dolayısıyla davalı vekilin, davacı müvekkiline hesap verme borcunu yerine getirdiği konusunda ispat yükü vardır. Davalı vekilin, bu borcunu yerine getirdiğine ilişkin dosyada bir delil de bulunmamaktadır.
Hal böyle olunca; yerel mahkemece, Hukuk Genel Kurulunca da benimsenen ve ispat yükünün davalıda olduğu yönündeki Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır.
Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.
SONUÇ: Davacı yüklenici vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı BOZULMASINA, istek halinde temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine 11.11.2015 gününde oybirliği ile karar verildi.
Bu alandan sadece bu kararla ilintili POST üretebilirsiniz. Bu karardan bağımsız tamamen kendinize özel POST üretmek için TIKLAYINIZ
Sayın kullanıcılarımız, siteden kaldırılmasını istediğiniz karar için veya isim düzeltmeleri için bilgi@abakusyazilim.com.tr adresine mail göndererek bildirimde bulunabilirsiniz.