
Esas No: 2015/268
Karar No: 2015/1472
Karar Tarihi: 29.05.2015
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu 2015/268 Esas 2015/1472 Karar Sayılı İlamı
- BASIN YOLUYLA KİŞİLİK HAKLARININ İHLALİ
- ÇOĞULCULUK, HOŞGÖRÜ VE AÇIK DÜŞÜNCE İLKESİNE AYKIRILIK
- MANEVİ TAZMİNAT
- 1982 ANAYASASI (2709) Madde 28
- 1982 ANAYASASI (2709) Madde 90
- BASIN KANUNU (5187) Madde 1
- BASIN KANUNU (5187) Madde 3
- TÜRK MEDENİ KANUNU (TMK) (4721) Madde 24
- TÜRK MEDENİ KANUNU (TMK) (4721) Madde 25
- TÜRK MEDENİ KANUNU (TMK) (4721) Madde 49
"İçtihat Metni"
Taraflar arasındaki “manevi tazminat” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Ankara 7.Asliye Hukuk Mahkemesince davanın kısmen kabulüne dair verilen 30.11.2010 gün ve 2010/296 E., 2010/431 K. sayılı kararın incelenmesi taraf vekillerince istenilmesi üzerine, Yargıtay 4.Hukuk Dairesinin 16.04.2012 gün ve 2011/2945 E., 2012/6522 K. sayılı ilamı ile;
(...Dava, basın yoluyla kişilik haklarına saldırı nedeniyle uğranılan manevi zararın ödetilmesi istemine ilişkindir. Yerel mahkemece istemin bir bölümü kabul edilmiş; karar, davacı ve davalı tarafından temyiz olunmuştur.
Davacı, davalı şirket tarafından çıkarılan Y.. G..’nin 24.07.2009 sayısında “ Ertosunda yine şaibe” ve “Duyar cinayetinde Ertosun şaibesi” başlıklı yazılarda kendisine yönelik ağır istinatlarda bulunulduğunu, yazılarda kullanılan ifadelerle şüpheli bir ortam yaratılarak kişiliğinin ve geçmişinin hedef alındığını, “Hayata Dönüş Operasyonu” nun bazı cezaevlerinde Devlet hakimiyeti ve insan haklarının sağlanması için yapılan Milli Güvenlik Kurulu tavsiyesi ve alınan Hükümet kararı doğrultusunda gerçekleştirildiğini, tüm uygulamaların yasal çerçeve içerisinde kaldığını, yazıda Anayasa’nın basına tanıdığı eleştiri hakkı sınırlarının aşıldığını belirterek davalının manevi tazminatla sorumlu tutulmasını istemiştir.
Davalı, yazının basın özgürlüğü çerçevesinde, haber verme sınırları içerisinde görünen gerçekliğe uygun bulunduğunu belirterek davanın reddedilmesi gerektiğini savunmuştur.
Yerel mahkemece; Sabancı suikastı sanığı Mustafa Duyar’ın cezaevinde öldürülmesinin davacının idari işlemleri sonucunda gerçekleştiğine yönelik, davalı tarafından kanıtlanamayan iddiaların dile getiriliş biçimi itibariyle davacının kişilik haklarına saldırı teşkil eder nitelikte olduğu gerekçesiyle istemin bir bölümü kabul edilmiştir.
Basın özgürlüğü, Anayasanın 28. maddesi ile 5187 sayılı Basın Yasasının 1. ve 3. maddelerinde düzenlenmiştir. Bu düzenlemelerde basının özgürce yayın yapmasının güvence altına alındığı görülmektedir. Basına sağlanan güvencenin amacı; toplumun sağlıklı, mutlu ve güvenlik içinde yaşayabilmesini gerçekleştirmektir. Bu durum da halkın dünyada ve özellikle içinde yaşadığı toplumda meydana gelen ve toplumu ilgilendiren konularda bilgi sahibi olması ile olanaklıdır. Basın, olayları izleme, araştırma, değerlendirme, yayma ve böylece kişileri bilgilendirme, öğretme, aydınlatma ve yönlendirmede yetkili ve aynı zamanda sorumludur. Basının bu nedenle ayrı bir konumu bulunmaktadır. Bunun içindir ki, bu tür davaların çözüme kavuşturulmasında ayrı ölçütlerin koşul olarak aranması, genel durumlardaki hukuka aykırılık teşkil eden eylemlerin değerlendirilmesinden farklı bir yöntemin izlenmesi gerekmektedir. Basın dışı bir olaydaki davranış biçiminin hukuka aykırılık oluşturduğunun kabul edildiği durumlarda, basın yoluyla yapılan bir yayındaki olay hukuka aykırılık oluşturmayabilir.
Ne var ki basın özgürlüğü sınırsız olmayıp, yayınlarında Anayasanın Temel Hak ve Özgürlükler bölümü ile Türk Medeni Kanununun 24 ve 25. maddesinde yer alan ve yine özel yasalarla güvence altına alınmış bulunan kişilik haklarına saldırıda bulunulmaması da yasal ve hukuki bir zorunluluktur.
Basın özgürlüğü ile kişilik değerlerinin karşı karşıya geldiği durumlarda; hukuk düzeninin çatışan iki değeri aynı zamanda koruma altına alması düşünülemez. Bu iki değerden birinin diğerine üstün tutulması gerektiği, bunun sonucunda da, daha az üstün olan yararın daha çok üstün tutulması gereken yarar karşısında o olayda ve o an için korumasız kalmasının uygunluğu kabul edilecektir. Bunun için temel ölçüt kamu yararıdır. Gerek yazılı ve gerekse görsel basın bu işlevini yerine getirirken, özellikle yayının gerçek olmasını, kamu yararı bulunmasını, toplumsal ilginin varlığını, konunun güncelliğini gözetmeli, haberi verirken özle biçim arasındaki dengeyi de korumalıdır. Yine basın, objektif sınırlar içinde kalmak suretiyle yayın yapmalıdır. O anda ve görünürde var olup da sonradan gerçek olmadığı anlaşılan olayların yayınından da basın sorumlu tutulmamalıdır.
Dava konusu yazının içeriği bir bütün olarak değerlendirildiğinde; HSYK’da kararname görüşmeleri sırasında Adalet Bakanlığı tarafından hazırlanan taslak dışında, özel yetkili Hakim ve Savcıların görev yerlerinin değiştirilmesi istemine yönelik farklı bir kararname teklifi ile gündeme gelen davacının, Ceza ve Tevkif Evleri Genel Müdürü olduğu dönemde yaşanan ve yazıların yazıldığı dönem itibariyle, Duyar cinayetinden sorumlu oldukları belirlenen kişilerin basına yansıyan açıklamaları, İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen ve kamuoyunun bilgisi dahilinde sürekli tartışılan dava dosyasına sanık Vedat Ergin tarafından gönderilen mektup ve C... 23.07.2009 tarihli yazısıyla tekrar gündeme gelen M... cinayetiyle ilgili iddialar ve davacının genel müdürlük yaptığı dönemdeki bir takım uygulamaların eleştiri sınırları aşılmadan gündeme getirildiği anlaşılmaktadır. Şu durumda, yazı güncel bir konuya ilişkin olup; konunun kamuoyuna yansıyış biçimi göz önünde tutulduğunda, düşünsel bağlılığın korunduğu da kabul edilmelidir. Açıklanan nedenler karşısında, çatışan yararlar dengesinin davacı aleyhine bozulmadığı ve davalı yönünden de hukuka uygunluk nedeninin gerçekleştiği benimsenmelidir.
Yerel mahkemece açıklanan yönler gözetilerek, istemin tümden reddedilmesi gerekirken, yerinde olmayan yazılı gerekçeyle, davalının manevi tazminat ile sorumlu tutulmuş olması usul ve yasaya uygun düşmediğinden kararın bozulması gerekmiştir.)
gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
TEMYİZ EDENLER : Taraf vekilleri
HUKUK GENEL KURULU KARARI
Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Dava, basın yoluyla kişilik haklarına saldırı nedeniyle uğranılan manevi zararın ödetilmesi istemine ilişkindir.
Yerel mahkemece, davanın kısmen kabulüne dair verilen karar taraf vekillerinin temyizi üzerine, Özel Dairece yukarıda başlık bölümünde yazılı gerekçeyle bozulmuş; mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Direnme kararını, taraf vekilleri temyize getirmiştir.
Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; dava konusu yazı bir bütün olarak değerlendirildiğinde içeriğinin basın özgürlüğü kapsamında kalıp kalmadığı, diğer bir deyişle davacının kişilik haklarına saldırının söz konusu olup olmadığı; varılacak sonuca göre davacı yararına manevi tazminata hükmedilmesi gerekip gerekmediği noktasında toplanmaktadır.
Bu konuda uluslararası metinlerde ifade özgürlüğünün nasıl yer aldığının incelenmesinde yarar bulunmaktadır. Çünkü; 1982 Anayasasının 90 ncı maddesinin son fıkrasına göre; “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş Milletlerarası andlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamaz (Ek cümle: 7/5/2004-5170/7 md.). Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası antlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınır.” hükmünü içermektedir. Bu durumda mahkemelerce önlerine gelen uyuşmazlıklarda usulüne göre yürürlüğe konulmuş Milletlerarası antlaşmalar ile iç hukukun birlikte yorumlanması ve uygulanması gerekmektedir.
Hal böyle olunca Türkiye’nin taraf olduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde (AİHS) somut uyuşmazlığın nasıl düzenlendiğini ve sözleşmenin uygulanmasına sağlayan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararlarının incelenmesi gerekmektedir.
AİHS’nin “İfade özgürlüğü” başlıklı 10/1 nci maddesi; “Herkes ifade özgürlüğü hakkına sahiptir. Bu hak, kamu makamlarının müdahalesi olmaksızın ve ülke sınırları gözetilmeksizin, kanaat özgürlüğünü ve haber ve görüş alma ve de verme özgürlüğünü de kapsar. Bu madde, Devletlerin radyo, televizyon ve sinema işletmelerini bir izin rejimine tabi tutmalarına engel değildir.” hükmünü içermekte olup, hangi hallerde ifade özgürlüğünün sınırlandırılabileceği de aynı maddenin 2 nci fıkrasında düzenlenmiştir.
İfade özgürlüğü, demokratik bir toplumun en önemli temellerinden birisi olup, toplumsal ilerlemenin ve her kişinin gelişiminin başlıca koşullarından birini teşkil etmektedir. AİHS"nin 10’ uncu maddesinin 2 nci fıkrası saklı kalmak koşuluyla, ifade özgürlüğü, yalnızca iyi karşılanan ya da zararsız veya önemsiz olduğu düşünülen değil, aynı zamanda kırıcı, hoş karşılanmayan ya da kaygı uyandıran "bilgiler" ya da "düşünceler" için de geçerlidir. Çoğulculuk, hoşgörü ve açık düşünce bunu gerektirir ve bunlar olmaksızın "demokratik bir toplum" olamaz. 10’uncu maddede benimsenen ifade özgürlüğü bu şekilde olmakla birlikte, yine de bu, dar bir yorum gerektiren istisnalar içermektedir ve bu hakkı kısıtlama ihtiyacının ikna edici bir biçimde ortaya konması gerekmektedir (Pakdemirli v. Türkiye kararı).
AİHM önüne gelen uyuşmazlıklarda yapılan müdahalenin ifade özgürlüğünü ihlal edip etmediğini aşağıdaki kriterleri uygulayarak tespit etmektedir:
1. Müdahalelerin yasayla öngörülmesi:
AİHM, AİHS"nin 10/2 nci maddesinde yer alan "yasayla öngörülme" ifadesinin, ilk olarak, itiraz konusu tedbirin iç hukukta bir dayanağı olmasını gerektirdiğini hatırlatır. Ancak, söz konusu ifade, hukuki normların ilgili kişinin erişiminde olmasını, sonuçlarının öngörülebilmesini ve hukukun üstünlüğü ilkesine uygun olmasını gerektiren kanun niteliğine de atıfta bulunmaktadır (Association Ekin/Fransa, no. 39288/98; Ürper ve diğerleri Türkiye kararı).
2. Müdahalelerin meşru bir amaç izleyip izlemediği konusu:
Sözleşmenin 10/2 nci maddesine göre, bu özgürlüklerin kullanılması “…demokratik bir toplumda ulusal güvenliğin, toprak bütünlüğünün veya kamu güvenliğinin korunması, kamu düzeninin sağlanması ve suç işlenmesinin önlenmesi, sağlığın veya ahlakın, başkalarının şöhret ve haklarının korunması, gizli bilgilerin yayılmasının önlenmesi veya yargı erkinin yetki ve tarafsızlığının güvence altına alınması için gerekli olan bazı formaliteler, koşullar, sınırlamalar veya yaptırımlara tabi tutulabilir.”
Açıkça görüldüğü üzere yasayla düzenlemek şartıyla “başkalarının şöhret ve haklarının korunması” amacıyla ifade özgürlüğünün sınırlandırılabileceği kabul edilmekte olup, ancak burada sınırlama haklı olsa bile, bu kez sınırlamanın orantılılığı gündeme gelecektir (bkz. Sınırlamanın orantısızlığı konusunda Pakdemirli v. Türkiye kararı). Ancak kişilik hakkının korunması ile ifade özgürlüğü arasındaki dengeyi iyi sağlamak gerekmektedir. Özellikle siyasetçilerin ve devlet görevlilerinin kişilik hakları ve şöhretleri söz konusu olduğunda bu dengede ifade özgürlüğünün ağır bastığına kuşku yoktur. Diğer bir deyişle terazide bir yanda “kişilik hakları”, diğer yanda “ifade özgürlüğü” bulunduğu durumlarda, tercihin daha çok ifade özgürlüğünden yana kullandığı söylenebilir (Osman Doğru, Atilla Nalbant; İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi Açıklama ve Önemli Kararlar, C. 2, Ankara 2013, s. 232).
3. Müdahalelerin demokratik bir toplumda gerekli olup olmadığı konusu:
AİHM, ifade özgürlüğünün demokratik bir toplumun temel yapılarından birini oluşturduğunu ve toplumun gelişimi ve bireyin kendini gerçekleştirmesinin koşullarından biri olduğunu hatırlatır (Lingens/Avusturya, A Serisi no. 103). İfade özgürlüğü istisnalara tabi olsa da bu istisnalar dar bir biçimde yorumlanmalı ve sınırlama nedeni ikna edici bir biçimde ortaya konmalıdır (Observer ve Guardian/Birleşik Krallık, A Serisi no. 216).
Basın, demokratik bir toplumda önemli bir rol oynamaktadır. AİHM, birçok kez, basının şiddet, kargaşa veya suç tehditlerine karşı koruma sağlamak amacıyla bazı sınırları aşmaması gerektiği halde, basının görevinin, sorumluluk ve yükümlülükleri dahilinde, bölücü fikirler dahil olmak üzere kamu çıkarını ilgilendiren bütün konularla ilgili bilgi ve görüş aktarmak olduğunu kaydetmiştir (Şener/Türkiye, no. 26680/95; Sürek/Türkiye (no. 1), no. 26682/95). Basının bu tür bilgi ve görüşleri aktarma görevinin yanı sıra, toplumun da bu bilgi ve görüşleri edinme hakkı bulunmaktadır (Bladet Tromso ve Stensaas/Norveç, no. 21980/93).
Kabul edilebilir eleştiri sınırları hususunda ise AİHM, sıradan bir kimse ile karşılaştırıldığında bu sınırların, halka mal olmuş bir kişi olarak hareket eden siyaset adamları için daha geniş olduğunu bir çok kez kabul etmiştir. Siyasetçilerin fiil ve davranışları, kaçınılmaz olarak ve bilinçli bir şekilde, gazetecilerin olduğu kadar vatandaşların, hepsinden çok da siyasi rakibinin sıkı bir denetimine tabidir. Bir siyaset adamı, özellikle de kendisi eleştiriye yol açabilecek halka açık konuşmalar yaptığı zaman daha fazla hoşgörü göstermelidir. Elbette siyaset adamının namını koruma hakkı vardır, hatta özel yaşamının dışında bile, fakat ifade özgürlüğüne getirilen istisnalar dar bir yorumu zorunlu kıldığından, bu korumanın gerektirdikleri ile siyasi sorunların özgürce tartışılmasının getirdiği yararlar denge içinde olmalıdır (Bkz., özellikle, Oberschlick-Avusturya (no: 2), 1 Temmuz 1997 tarihli karar, Derleme 1997-IV, s. 1274- 1275, § 29 ve adı geçen Lingens, s. 26, § 42).
AİHM, anlaşmazlık konusu olan müdahalenin "gözetilen meşru amaçla orantılı" olup olmadığını ve bunu haklı göstermek için ulusal makamlar tarafından ortaya konan gerekçelerin "uygun ve yeterli" görünüp görünmediğini tespit edebilmek amacıyla, sözkonusu müdahaleyi, davanın bütününe bakarak değerlendirmek zorundadır (Pakdemirli v. Türkiye kararı).
AİHM öncelikle, kendisine gelen başvurularda, sorumluluğu içeren kararı olduğu kadar cezanın ağırlığını da ilgilendirmesi halinde, AİHM"nin, verilen tazminat cezasının aşırılığı, özellikle de hakimin bu miktarı haklı göstermek için ortaya koyduğu gerekçeler üzerine yoğunlaştığına dikkat çeker. Böylelikle AİHM, 8 Temmuz 1986 tarihli Lingens- Avusturya, (Seri A no 103, s. 24- 28, §§ 34- 47), 23 Nisan 1992 tarihli Castells- İspanya, (Seri A no 236, s. 20- 24, §§ 33- 50) ve 25 Haziran 1992 tarihli Thorgeir Thorgeirson - İzlanda (Seri A no 239, s. 24- 28, §§ 55- 70) kararlarında belirtilen onurun korunmasına ilişkin daha "klasik" davalara olduğu kadar, mahkeme tarafından verilen tazminat cezasının tutarının anlaşmazlık konusu olduğu 13 Temmuz1995 tarihli Tolstoy Miloslavsky- Birleşik Krallık (Seri A no 316-B, s.71- 78, §§ 35- 55) kararına da başvurmak gerektiği kanaatindedir (Pakdemirli v. Türkiye kararı).
AİHM, mevcut davada bir müdahalenin varlığı konusunda, hakaretten ötürü bir hukuk davasında alınan cezanın, AİHS"nin 10’ uncu maddesinin alanına giren bir müdahale olarak incelendiği yerleşik içtihatlarını hatırlatır (örneğin, De Haes ve Gijsels-Belçika, 24 Şubat 1997 tarihli karar, Derleme 1997- I).
AİHM, daha önceden de, "şeref ve haysiyete saldırıdan ötürü ödenecek tazminatın hesaplanmasına ilişkin ulusal yasaların, ortaya çıkabilecek sonsuz sayıdaki durumları göz önünde bulundurulabilmeye elverişli olması gerektiği" hükmüne vardığını ve sonuç olarak, 10’uncu maddede yer alan "kanunla öngörülen" kavramının, yargılanan kişinin "kendi davasında verilebilecek olan tazminat miktarını önceden belirli bir kesinlik derecesiyle kestirebilmesini" gerektirmediğini hatırlatır (Tolstoy Miloslavsky, adı geçen karar, § 41).
AİHM, önüne gelen bir olayda konuşmanın içeriği ile ilgili olarak, başvuranın kullanmış olduğu bazı kelimelerin ("yalancı", "iftiracı", "Çankaya"nın şişmanı", "dar kafalı"), siyasi bir eleştiri olmaktan çok bir hakaret olduğunu gözlemlediğini belirtmektedir. Polemik gibi görünen ve belli ölçüde asılsız bir kişisel saldırı içeren bu sözlerin, ilgili kişiler ve konuşmanın çerçevesi politik alanda yer alsa bile siyasi bir tartışma içindeki bir görüş kapsamında çözümlenebilmesi zordur (Bkz., a contrario, Oberschlick (no: 2), Pakdemirli v. Türkiye).
Yukarıda anlatılanlar dikkate alındığında AİHM, başvuranın tazminat ödemeye mahkum edilmesinin "kanunla öngörüldüğü" ve AİHS"nin 10/2’ nci maddesi uyarınca "meşru bir amaç" güttüğü kanaatine varmıştır. Bununla birlikte mevcut davada yasanın uygulanış biçimi şüphelidir. Sonuç olarak, verilen tazminat cezasının, bu tür davalarda genellikle verilen tutarlarla ve söz konusu konuşmanın ağırlığıyla karşılaştırıldığında, ulusal yasalarla gözetilen amaç ile makul bir orantılılık ilişkisi kesin olarak bulunmadığı için, bu kadar büyük bir miktarda tazminat verilmesinin "demokratik bir toplumda gerekli" olduğu kabul edilemez (Pakdemirli v. Türkiye kararı).
Mahkeme denetim yetkisini kullanırken, tartışma konusu Mahkeme kararlarını tek başlarına ele almakla yetinemez; başvurucuya karşı yazılan yazılar ile bunların yazıldıkları bağlam dahil olmak üzere, bu kararlara olayın bütünselliği içinde bakmak zorundadır (Handyside v. Birleşik Krallık kararı, & 50).
Bu bağlamda Mahkeme, Sözleşme"nin 10/1 ‘inci maddesinde güvence altına alınan ifade özgürlüğünün, demokratik toplumun ana temellerinden birini ve yine bu toplumun gelişmesi ve her bireyin kendini gerçekleştirmesi için esaslı şartlarından birini oluşturduğunu hatırlatır. İfade özgürlüğü, Sözleşme"nin 10/2 nci madde sınırları içinde, sadece lehte olan veya muhalif sayılmayan veya ilgilenmeye değmez görülen "haber" veya "fikirler" için değil, ama aynı zamanda muhalif olan, çarpıcı gelen veya rahatsız eden haberler veya fikirler için de uygulanır. Bunlar, çoğulculuğun, hoşgörünün ve açık fikirliliğin gerekleri olup, bunlar olmaksızın "demokratik toplum" olmaz (Handyside, §49).
Basın söz konusu olduğunda, bu ilkeler ayrı bir öneme sahiptir. Basının, "başkalarının itibarlarını korumak" gibi çizilmiş sınırları aşmaması gerekmekle birlikte, kamunun menfaatinin bulunduğu diğer alanlarda olduğu gibi, siyasi meselelerde de haber ve fikirleri iletmek, yine basına düşen bir görevdir. Sadece basının bu tür haber ve fikirleri iletme görevi yoktur; halkın da bunları edinme hakkı da vardır (Sunday Times, §30).
Dahası basın özgürlüğü, halka siyasal liderlerinin düşünce ve davranışlarını tanıma ve onlar hakkında fikir oluşturma imkânı verir. Daha genel olarak siyasal tartışma özgürlüğü, Sözleşme"nin her noktasına egemen olan demokratik toplum kavramının tam da merkezinde yer alır (Lingens v. Avusturya Kararı).
O halde, bir siyasetçiye yönelik eleştirilerin kabul edilebilir sınırları, özel bir şahsa yönelik eleştiri sınırına göre daha geniştir. Bir siyasetçi, özel şahıstan farklı olarak, her sözünü ve eylemini bilerek ve kaçınılmaz bir biçimde, gazetecilerin ve halkın yakın denetimine açar; bu nedenle daha geniş bir hoşgörü göstermek zorundadır. Hiç kuşku yok ki, Sözleşme"nin 10/2. maddesi, başkalarının, yani bütün bireylerin itibarının korunmasına imkân verir; bu koruma, siyasetçileri şahsi sıfatları dışında hareket ettikleri zaman da içine alır. Ancak bu gibi durumlarda söz konusu korumanın gerekleri, siyasi meseleleri açık biçimde tartışmanın yararıyla bağlantılı olarak tartılmalıdır (Lingens v. Avusturya Kararı).
(Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 06.12.2013 gün ve 2013/4-443 E., 2013/1646 K. sayılı ilamında da aynı ilkeler benimsenmiştir.)
Konunun iç hukukumuzda nasıl yer aldığı konusuna gelince; 1982 Anayasasının “Basın Hürriyeti” başlıklı 28’inci maddesindeki basının özgür olduğu güvencesi ve bu ilkeyi güçlendiren 5680 sayılı Basın Kanunu’nun 1’inci maddesindeki düzenlemedir.
Bu düzenlemelerde basının özgürce yayın yapmasının güvence altına alındığı görülmektedir. Basına sağlanan güvencenin nedeni; toplumun sağlıklı, mutlu ve güven içinde yaşayabilmesi içindir. Bunun için de kişinin, dünyada ve özellikle içinde yaşadığı toplumda meydana gelen ve toplumu ilgilendiren konularda bilgi sahibi olması ile olanaklıdır.
Diğer bir anlatımla basın, olayları izleme, araştırma, değerlendirme, yayma ve böylece kişileri bilgilendirme, öğretme, aydınlatma, yönlendirme yetki ve sorumluluğuna sahiptir. Bunun içindir ki basının yayın yaparken, yaptığı yayından dolayı hukuka aykırılık teşkil edecek olan eylemi, genel olaylardaki hukuka aykırı olan eylemden farklılıklar taşır. İşte bu farklılık ve ayrık durum gözetilerek yapılan yayının hukuka aykırılık veya uygunluk sınırı belirlenmelidir. Basın dışı bir olaydaki davranış biçiminin hukuka aykırılık oluşturduğu kabul edildiği durumlarda, basın yoluyla yapılan bir yayındaki olay hukuka aykırılık oluşturmayabilir. İşte basının bu nedenle ayrı bir konumu bulunmaktadır.
Haberin hukuka uygunluk nedenini oluşturabilmesi, her şeyden önce gerçeğe uygun olmasına bağlıdır. Eğer haber gerçeğe uygunsa, kişilik hakları ihlal edilse bile, burada, manevi tazminata yer yoktur. Üstelik, gerçeklik ilkesi, yalnızca haber verme yönünden değil, eleştirmek, değerlendirmek, yorumlamak yönünden de uygulama alanı bulur. Gerçek dışı haber verme ise, daima hukuka aykırıdır (Mustafa Reşit Karahasan, Tazminat Hukuku, 1996, s. 985).
Basın özgürlüğü ile bağlantılı kavramlar olarak; Anayasa’da düşünce ve kanaat (m. 25); düşünceyi açıklama ve yayma özgürlüğü (m. 26) ayrıntılı şekilde düzenlenmiştir. Demokratik yaşamın gelişmesinde, ulusal birliğin sağlanmasında, kamuoyunun sağlıklı bir biçimde oluşmasında, sosyal ve siyasal ilerlemede basının çok önemli bir fonksiyonunun bulunduğu açık ve kuşkudan uzaktır.
Ne var ki, basının bu ayrıcalık taşıyan konumu ve özgürlüğü, tüm özgürlüklerde olduğu gibi sınırsız değildir. Bundan dolayıdır ki, yayınlarında kişilik haklarına saygı göstermesi ve gerek Anayasanın Temel Hak ve Özgürlükler bölümünde yer alan ve gerekse 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu (TMK)’nun 24 ve 25’ inci maddelerinde ve yine özel yasalarda güvence altına alınmış bulunan kişilik haklarına saldırıda bulunmaması yasal bir zorunluluk ve hukuki gerekliliktir.
Yine, manevi tazminat sorumluluğunun doğması için Borçlar Kanunu’nun 49’ uncu maddesindeki (Türk Borçlar Kanunu m. 58) koşulların gerçekleşmiş olmasına bağlıdır.
Bu açıklamalar ışığında somut olay değerlendirildiğinde; davalı şirket tarafından çıkarılan Y.. G..’nin 24.07.2009 tarihli sayısında “ Ertosunda yine şaibe” ve “Duyar cinayetinde Ertosun şaibesi” başlıklı yazılarda “Sabancı’nın katilinin konuşmasının davacı tarafından engellendiği, davacının M.... neden yakınlık gösterdiğinin sorgulanması gerektiği, Duyar’ın davacının Ceza Tevkifleri Genel Müdürü olduğu dönemde cezaevinde öldürüldüğü, kamuoyunda Ergenekon soruşturması olarak bilinen soruşmadaki şüpheli ve sanıkları koruyan, onları soruşturan ve yargılayan savcı ve hakimlerin görevden alınması için çaba harcayan kişi olarak tanıtıldığı” anlaşılmaktadır. Söz konusu yazı bir bütün olarak değerlendirildiğinde ifade edilen bu beyanların fikir açıklaması olarak kabul edilmesi mümkün değildir. Bu ifadelerin demokratik bir toplumda “çoğulculuk, hoşgörü ve açık düşünce” kavramları kapsamında kabul edilmesi mümkün olmayıp, dava konusu yazı davacının kişilik haklarına saldırı oluşturmaktadır. Ayrıca, “başkalarının şöhret ve haklarının korunması” amacıyla ifade özgürlüğüne getirilen sınırlama “müdahalelerin meşru bir amaç” izlediğini ortaya koymaktadır. Son olarak müdahalelerin demokratik bir toplumda gerekli olup olmadığı konusunda ise, ifade açıklama niteliğinde olmayan, sırf başkalarının kişisel değerlerine zarar vermeye yönelik beyanların demokratik bir toplumda korunması mümkün değildir. Aksi durumun kabulü toplumda kargaşaya yol açabilir. Ancak, eylem ile müeyyide arasındaki dengenin diğer bir deyişle haksız saldırı teşkil eden fiil ile hükmedilen tazminat arasındaki orantının bozulmaması da gerekir. Aksi takdirde meydana gelecek orantısızlık dahi tek başına kişinin ifade özgürlüğüne bir müdahale oluşturacaktır.
Görüşmeler sırasında bir kısım üyeler tarafından kullanılan sözlerin ifade özgürlüğü kapsamında kaldığı ve davacının kişilik haklarına saldırı oluşturmadığından bahisle Yerel Mahkeme direnme kararının bozulması yönünde görüş beyan etmiş iseler de, bu görüş yukarıda belirtilen nedenlerle Kurul çoğunluğu tarafından kabul edilmemiştir.
Hal böyle olunca, açıklanan nedenlerle dava konusu yazı bir bütün olarak değerlendirildiğinde ifade özgürlüğü kapsamında kalmayıp, davacının kişilik haklarına yönelik saldırı oluşturduğunu kabul eden direnme kararı yerindedir.
Ne var ki, Özel Dairece tazminat miktarı yönünden inceleme yapılmadığından bu yöne ilişkin temyiz itirazlarının incelenmesi için dosyanın Özel Daireye gönderilmesi gerekir.
S O N U Ç : Yukarıda açıklanan nedenlerle direnme uygun olup, taraf vekillerinin hükmedilen miktara yönelik temyiz itirazlarının incelenmesi için dosyanın 4.HUKUK DAİRESİNE GÖNDERİLMESİNE, 29.05.2015 gününde oyçokluğu ile karar verildi.
M U H A L E F E T Ş E R H İ
Dava, kişilik haklarına saldırı nedeniyle uğranılan manevi zararın tazminine ilişkindir.
Dava konusu haber, davalı gazetenin 24.07.2009 tarihli nüshasının ilk sayfasında “Ertosun’da Yine Şaibe”, devamı mahiyetindeki iç sayfada ise, “Duyar Cinayetinde Ertosun Şaibesi” başlığı altında yayınlanmıştır.
Yazı, haber değeri taşıyıp taşımadığı hususunda incelendiğinde; 23.07.2009 tarihli M... Gazetesinde C...r imzası ile kaleme alınan “Evet ! Oydu” başlıklı köşe yazısına atfen kaleme alındığı görülmektedir.
C... bahsi geçen yazıda özetle; Sabancı cinayeti sanıklarından M....itirafçı olmak istemesine rağmen konuşturulmadığını, kendisinin gidip röportaj yapma isteğinin ise bakanlık görevlilerince sürüncemede bırakıldığın, ardından M...konuşmasının engellenmesi için aynı cezaevine nakledilen “Karagümrük Çetesi” tarafından vurularak susturulduğunu, bulunduğu görev itibarıyla gerek bu olayın gerekse 32 kişinin öldürülmesiyle ilgili “hayata dönüş” operasyonun sorumluluğunu taşıması gereken davacının ise tam tersine her dönemde kariyer yaparak basamakları bir bir tırmanıp en sonunda “Devlet Üstün Hizmet Madalyası” ile ödüllendirildiğini, dolayısıyla bu durumdan mevcut hükümetin de sorumlu olduğuna” dair iddiaları kaleme aldığı görülmektedir.
C...yazısı, mevcut haliyle sıradan bir köşe yazısı olmaktan öte anılan dönemi kendi tecrübesi üzerinden analiz etmeye çalışan bir tür sorgulama mahiyetinde olduğu görülmektedir. Bir gazetecinin, yer , tarih ve kişi isimleri belirtmek suretiyle yakın tarihe dair bir hatırasını paylaşıyor olması, içerikteki vahamet itibarıyla bir başka gazetenin ilgisini çekmesi pek tabiidir.
Bir vakıanın yıllar sonra dahi olsa haber değeri taşıyıp taşımadığının değerlendirmesi için habere konu olayı hatırlatmakta fayda var:
“Sabancı suikastı” diye anılan vahim olayda; akıllı bina olması hasebiyle güvenlik tedbirlerinin had safhada uygulandığı yönetim katına, “Susurluk Hadisesi” diye de anılacak trafik kazasında hayatını kaybeden emniyet müdürü, Hüseyin Kocadağ’ın referansıyla Fehriye Erdal isimli terör örgütü mensubunun eleman olarak yerleştirildiği, Daha sonra bu kişinin içerinden verdiği destekle T.. yönetim katına çıkan, M.... ve İsmail Akkol isimli teröristlerin, Ö...ı ve genel müdür H...öldürerek olay mahallinden uzaklaştıkları, ancak adı geçen teröristlerden M.. D..ın bir süre sonra kendiliğinden teslim olarak suçunu ikrar edip etkin pişmanlık talebinde bulunduğu, yetkililerin ise, sürenin geçtiğinden bahisle talebini reddederek konuşmasını engelledikleri, bunun üzerine adı geçen gazetecinin “Sabancı suikastına” dair özel bilgisine başvurmak maksadıyla cezaevi yönetiminden izin istemesine rağmen bir takım gerekçeler ileri sürülerek talebinin geri çevrildiği, sonrasında ise başka bir cezaevinden buraya nakledilen ve adına “Karagümrük Çetesi” de denilen E..kardeşlerin tabancayla vurması neticesinde M... infaz edilerek susturulduğu, akabinde öldürülme sırasının kendilerine geldiği paniğine kapılan katillerin cezaevinde isyan çıkartarak kendilerini “M....cinayetine azmettirenlerin devlet yetkilileri olduğuna” dair ciddi bir takım iddiaları gündeme taşıdığı ve tüm bu gelişmelerin dönemin ulusal basınında sık sık haber-yorumlara konu yapıldığı anlaşılmaktadır.
Haberin kaynağını teşkil eden C.., benzer iddiaları 20.02.1999 tarihli S...Gazetesinde de dile getirmiş, ancak yazının da dava konusu yapılması üzerine, Ankara 25. Asliye Hukuk Mahkemesinin 2000/96-614 esas ve karar sayılı kararıyla aleyhine tazminata hükmedildiği görülmüştür.
Aynı konuları dile getiren ve 19.07.2009 tarihli T...Gazetesinde yer alan “Devletin Demirbaş Bürokratı” başlıklı A... haber yorumun da dava konusu yapılması üzerine yazar ve gazete aleyhine tazminatla sonuçlandığı görülmektedir
Malum, ülkemizde özelikle 1990 yıllarda yoğunlaşan bir çok suikast, cinayet, ve faili meçhul olay yaşanmıştır. Memleketin adeta suç cennetine evrildiği dönemin, yargısal denetimini yapacak bir irade ortaya çıkmadığı gibi tam tersi bir pozisyonla dönemin sorgulanması gerekliliğini dile getiren az sayıdaki gazeteci aleyhe hükmedilen tazminatlarla adeta susmaya sevkedilmiştir.
Önemli bir suikasta imza atmış M..., gerçek azmettiricilerinin ortaya çıkmasına yol olacak itiraflarının türlü çabalarla engellendiği ve hangi sıfatla olursa olsun, cezaevine girmekle can güvenliği devlete emanet edilmiş 30 hükümlü ve tutuklunun adına (ironik bir şekilde) “hayata dönüş” denilen bir operasyonla ölüme gönderildiği karanlık bir dönemin, gazetecilerin ilgi ve merakından vareste tutulması beklenemez. Davacının tüm bu olaylarla doğrudan ilgisi bulunmasa dahi, cezaevlerinden sorumlu üst düzey bürokrat olması sıfatıyla adının bir takım imalı göndermelerle gündeme geliyor olması olaylardaki vahamete kıyasla naif bir eleştiri olarak değerlendirilmesi bile mümkündür.
İnsanların, karanlık dönem sorumlularını ararken, doğası gereği zahiren yetkili makamları işgal eden kişilere işaret etmesinden daha doğalı olamaz. Ta ki, bu kişiler işin arkasındaki gerçek komuta merkezini açıklayana dek... Nitekim davacı da bahsi geçen dönem hadiselerinin bizzat kendi inisiyatifiyle değil Milli Güvenlik Kurulu kararları ve hükümetin direktifi doğrultusunda vuku bulduğunu söyleyerek, kişisel sorumluluğu bulunmadığını beyan etmiştir.
Sonuç olarak; M... cinayetini gerçekleştiren ve adına “Karagümrük Çetesi” de denilen; E.. kardeşlerin cezaevinde çıkan bir isyan esnasında camlardan sarkarak bir takım isimleri de açıkça zikretmek suretiyle “bana bu cinayeti devlet işletti, şimdi de ben konuşmayayım diye beni infaz edecekler” diye kameralar önünde bağırıp çağırması, sıradan bir hadise olarak değerlendirilemez. Hal böyle ulunca da işin içinde şaibe bulunduğuna dair iddia ve haberler yalnızca kişilik hakların saldırı maksatlı olarak nitelendirilemez. Aksi yönde bir tutumun benimsenmesi hali, ileride bu karanlık döneme aydınlatmaya yönelecek yakın tarih araştırmacıları ve belgesel yapımcılarının cesaretini kıracak caydırıcı ögeler barındıracağından haberin yararlar dengesi yönünden hukuka aykırılık unsuru barındırmadığı kanaat ve sonucuna varılmakla aksi yönde tezahür eden sayın çoğunluk görüşüne iştirak etmiyorum.
Bu alandan sadece bu kararla ilintili POST üretebilirsiniz. Bu karardan bağımsız tamamen kendinize özel POST üretmek için TIKLAYINIZ
Sayın kullanıcılarımız, siteden kaldırılmasını istediğiniz karar için veya isim düzeltmeleri için bilgi@abakusyazilim.com.tr adresine mail göndererek bildirimde bulunabilirsiniz.