1. Hukuk Dairesi 2021/531 E. , 2021/2592 K.
"İçtihat Metni"MAHKEMESİ :ASLİYE HUKUK MAHKEMESİ
DAVA TÜRÜ : TAPU İPTALİ VE TESCİL
Taraflar arasında görülen tapu iptali ve tescil davası sonunda, yerel mahkemece davanın kabulüne ilişkin olarak verilen karar davalılar vekili tarafından yasal süre içerisinde temyiz edilmiş olmakla dosya incelendi, Tetkik Hakimi ... "nın raporu okundu, açıklamaları dinlendi, gereği görüşülüp düşünüldü;
-KARAR-
Dava, ehliyetsizlik ve muris muvazaası hukuksal nedenine dayalı tapu iptal ve tescil isteğine ilişkindir. Davacılar, ortak mirasbırakanları ..."ın 10 parsel sayılı taşınmazını, 25.09.2001 tarihinde davalı oğulları ... ve ..."a satış suretiyle temlik ettiğini, işlem tarihinde davalıların ehliyetsiz olduğu gibi temlikin mal kaçırma amaçlı ve muvazaalı yapıldığını ileri sürerek, tapu kaydının iptali ile mirasçılar adına tescilini istemişlerdir.
Davalılar, devir tarihinde hukuki işlem ehliyetlerinin bulunduğunu, temlikin muvazaalı olmadığını belirterek davanın reddini savunmuşlardır.
Mahkemece, ehliyetsizlik iddiasına dayalı davaların tereke adına açılması gerektiği gerekçesiyle davanın usulden reddine dair verilen karar Dairece “... mirasbırakanın işlem tarihinde ehliyetsiz olduğu iddiasıyla üçüncü kişiler aleyhinde açılan tapu iptali ve tescil davalarında, terekeyi temsil eden tüm mirasçıların bir arada hareket etmek suretiyle davayı birlikte açmaları, ayrıca, mirasçılardan birisinin terekeye iade şeklinde dava açması halinde de tüm mirasçılarının davada muvafakatlarının sağlanması, aksi takdirde terekenin atanacak temsilci marifetiyle davada temsil edilmesi ve yürütülmesi gerekmektedir (TMK"nın 640. maddesi). Ne var ki, bu kuralın mirasçılar arasında paylı mülkiyet hükümleri geçerli olduğundan, bir mirasçının diğer bir mirasçı aleyhine açtığı davalarda uygulama yeri bulunmadığı kuşkusuzdur. Öte yandan muris muvazaası hukuksal nedenine dayalı davalarda pay oranında istekte bulunabileceği 01.04.1974 tarih 1/2 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında açıkça belirtilmiştir. Hal böyle olunca, işin esası incelenerek bir karar verilmesi gerekirken yanılgılı değerlendirme ile yazılı olduğu şekilde karar verilmesi doğru değildir.” gerekçesi ile bozulmuş mahkemece bozma ilamına uyalarak yapılan yargılama sonucunda davalıların işlem tarihinde fiil ehliyetini haiz olmadıkları gerekçesi ile davanın kabulüne karar verilmiştir.
Gerçekten de TMK nun 15. maddesinde; "Kanunda gösterilen ayrık durumlar saklı kalmak üzere, ayırt etme gücü bulunmayan kimsenin fiilleri hukukî sonuç doğurmaz." hükmü düzenlenmiştir.
Türk Medeni Kanununun 2.maddesi hukuk sistemimiz bakımından çok önemli iki prensibi açıklar. Bunlardan birincisi, her somut olayda hakların kullanılmasının kapsam ve içeriğini sınırlayan “objektif iyi niyet” ikincisi ise, hakların kötü kullanılmasının sonucunu gösteren ve bunun hukuk tarafından korunmayacağını bildiren “hakkın kötüye kullanımı yasağı” dır.
Hakkın kötüye kullanıldığı savunma olarak ileriye sürülmüş olmasa dahi bu husus def’i değil itiraz olarak kabul edildiğinden, dava dosyasından anlaşılan böyle bir durumu hakim resen göz önüne almak zorundadır(Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun .4/11/1964 gün 1964/2-953 Esas ve 1964/640 K. sayılı ilamı ile 14.2.1951 tarih ve 1949/17 E, 1951/1 K. sayılı; 8/11/1991 tarih 1990/4 Esas, 1991/13 K. sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararları)
Objektif iyiniyet olarak da tanımlanan ve dürüstlük kuralını düzenleyen TMK.’nun 2.maddesi, bütün hakların kullanılmasında dürüstlük kuralı çerçevesinde hareket edileceğini ve bir kimsenin başkasını zararlandırmak ya da güç duruma sokmak amacıyla haklarını kötüye kullanmasını yasanın korumayacağını belirtmiştir. Aynı maddenin ikinci fıkrasın da düzenlenen, hakkın kötüye kullanılması yasağı kuralının amacı, hakime özel ve istisnai hallerde (adalete uygun düşecek şekilde) hüküm verme olanağını sağlamaktadır.
Bir hakkın kullanılmasının açıkça adaletsizlik oluşturduğu, gerçek hakkın tanınması ve bireyin korunması için tüm hukuki yolların kapalı bulunduğu zorunluluk hallerinde, TMK.nun 2. maddesi uygulama alanı bulur ve olağanüstü bir imkan sağlar; haksızlığı düzeltici, yasadaki kuralları tamamlayıcı fonksiyonunu yerine getirir (25.1.1984 T. 1983/3 E., 1984/1 K. sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararı).
Dürüstlük kuralı, bir kimseden dürüst bir insan olarak beklenen davranışı ifade eder. Bir davranışın bu nitelikte olup olmadığı, toplumda geçerli ahlak ölçülerine gelenek ve göreneklere, karşılıklı uygulana gelen teamüllere ve hakları sağlayan ilişkilerin amacına göre tayin edilir.
Diğer yandan, hakkın kötüye kullanılıp kullanılmadığı belirlenirken; o kişinin hakkın kullanılmasında geçerli ve haklı bir yararının varlığı, hakkın kullanılmasının sağlayacağı yarar ile başkalarına vereceği zarar arasında aşırı oransızlığın olmaması, bir kimsenin kendi ahlaka aykırı davranışına dayanmaması ve uyandırılan güvene aykırı davranışta bulunmaması gibi ölçütler hakkın kötüye kullanılıp kullanılmadığını belirler.
Bir hakkın, objektif iyi niyet kurallarına aykırı olarak kullanılması suretiyle başkasına bir zarar vermesi, hakkın kötüye kullanımını oluşturur. Bu durumda hak sahibinin başkasına zarar verme amacıyla hareket etmiş olup olmadığını araştırmaya gerek yoktur. Önemli olan, başkasına zarar verme kastı değil, fakat hakkın objektif iyi niyet kurallarına aykırı olarak kullanılması sonucunda başkasının zarar görmüş olmasıdır.
Hakkın kötüye kullanımının genel yaptırımı, hukuk düzeninin her hangi bir hakkın objektif iyiniyet kurallarına aykırı olarak kullanılmasını korumamasıdır. Bu, bir kimsenin hakkını objektif iyi niyet kurallarına aykırı olarak kullanmakla gerçekleşmesini arzuladığı amacın ya da hukuki sonucun elde edilmesini sağlayacak imkanlardan yoksun bırakılması demektir.
Diğer taraftan, kullanılan hak soyut değil somut olaylara dayanmalıdır.
Hak sahibinin hakkını kullanmada iyi ya da kötü niyetli olduğunu saptamak kullananın iç dünyası ile ilgili olduğundan bunu belirlemek oldukça güçtür. Ancak bunun belirlenmesi her somut olaydaki durum gözetilerek dışa yansıyan olgulara göre belirlenmelidir.
Somut olayda; davacılar, mirasbırakanın temlik yaptığı tarihte davalı kardeşlerinin hukuki ehliyeti haiz olmadığını iddia ederek eldeki davayı açmışlar ise de, mirasbırakanın kendi evlatlarının durumunu bilerek temlik yaptığı ve ehliyetsizlik iddiasıyla bir dava açmadığı kuşkusuzdur. Şu halde, yukarıda ayrıntılı olarak açıklanan hukuki ve maddi olgular bir bütün olarak değerlendirildiğinde, mirasbırakana teb"an davacı mirasçılar tarafından davalıların hukuki ehliyetsizliğine dayalı olarak dava açmaları objektif iyiniyet kurallarına uygun olmadığı için bu hakkın kullanılmasını yasa korumayacağından davanın kabulü usul ve yasaya uygun değildir.
Ne varki; ehliyetsizlik hukuki nedeni yanında muris muvazaası hukuki nedenine dayalı olarak da iptal tescil isteğinde bulunulmuştur. Ancak mahkemece muris muvazaası hukuki nedeni üzerinde durulup sonuca gidilmiş değildir.
Bilindiği üzere, uygulamada ve öğretide "muris muvazaası" olarak tanımlanan muvazaa, niteliği itibariyle nispi (mevsuf-vasıflı) muvazaa türüdür. Söz konusu muvazaada miras bırakan gerçekten sözleşme yapmak ve tapulu taşınmazını devretmek istemektedir. Ancak mirasçısını miras hakkından yoksun bırakmak için esas amacını gizleyerek, gerçekte bağışlamak istediği tapulu taşınmazını, tapuda yaptığı resmi sözleşmede iradesini satış veya ölünceye kadar bakma sözleşmesi doğrultusunda açıklamak suretiyle devretmektedir.
Bu durumda, yerleşmiş Yargıtay İçtihatlarında ve 1.4.1974 tarih 1/2 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında açıklandığı üzere görünürdeki sözleşme tarafların gerçek iradelerine uymadığından, gizli bağış sözleşmesi de Medeni Kanunun 706, Borçlar Kanunun 213 (Türk Borçlar Kanununun 237.) ve Tapu Kanunun 26. maddelerinde öngörülen şekil koşullarından yoksun bulunduğundan, saklı pay sahibi olsun veya olmasın miras hakkı çiğnenen tüm mirasçılar dava açarak resmi sözleşmenin muvazaa nedeni ile geçersizliğinin tespitini ve buna dayanılarak oluşturulan tapu kaydının iptalini isteyebilirler.
Hemen belirtmek gerekir ki; bu tür uyuşmazlıkların sağlıklı, adil ve doğru bir çözüme ulaştırılabilmesi, davalıya yapılan temlikin gerçek yönünün diğer bir söyleyişle miras bırakanın asıl irade ve amacının duraksamaya yer bırakmayacak biçimde ortaya çıkarılmasına bağlıdır. Bir iç sorun olan ve gizlenen gerçek irade ve amacın tespiti ve aydınlığa kavuşturulması genellikle zor olduğundan bu yöndeki delillerin eksiksiz toplanılması yanında birlikte ve doğru şekilde değerlendirilmesi de büyük önem taşınmaktadır. Bunun için de ülke ve yörenin gelenek ve görenekleri, toplumsal eğilimleri, olayların olağan akışı,miras bırakanın sözleşmeyi yapmakta haklı ve makul bir nedeninin bulunup bulunmadığı,davalı yanın alış gücünün olup olmadığı, satış bedeli ile sözleşme tarihindeki gerçek değer arasındaki fark, taraflar ile miras bırakan arasındaki beşeri ilişki gibi olgulardan yararlanılmasında zorunluluk vardır.
Öte yandan miras bırakan, sağlığında hak dengesini gözeten kabul edilebilir ölçüde ve tüm mirasçıları kapsar biçimde bir paylaştırma yapmışsa, mal kaçırmak kastından söz edilmeyeceğinden olayda 1.4.1974 tarih 1/2 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararının uygulanamayacağı da kuşkusuzdur.
Hal böyle oluncu muris muvazaası yönünden yukarıda değinilen ilkeler uyarınca inceleme ve araştırma yapılması, gerektiğinde tanıkların yeniden dinlenmesi ve sonucuna uygun bir karar verilmesi gerekirken eksik inceleme ile yetinilerek yazılı şekilde karar verilmesi isabetsizdir.
Davalılar vekilinin yerinde bulunan temyiz itirazlarının kabulü ile, hükmün (6100 sayılı Yasanın geçici 3.maddesi yollaması ile) 1086 sayılı HUMK"nin 428. maddesi gereğince BOZULMASINA, alınan peşin harcın temyiz edene geri verilmesine, 27/04/2021 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.