
Esas No: 2017/1460
Karar No: 2019/526
Karar Tarihi: 07.05.2019
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu 2017/1460 Esas 2019/526 Karar Sayılı İlamı
"İçtihat Metni"
MAHKEMESİ :Sulh Hukuk Mahkemesi
Taraflar arasındaki “manevi tazminat ve kararın ülke genelinde yayın yapan üç ayrı gazete ile görsel basın kanalında yayımlanması” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda Kayseri 2. Sulh Hukuk Mahkemesince, davanın kabulü ile davalının, davacının kişilik haklarına yönelik yaptığı tecavüzün kınanmasına, bedeli davalıdan alınmak kaydı ile hüküm özetinin trajı 50.000"in üzerinde ülke içerisinde yayımlanan bir gazetede ilânına dair verilen 12.09.2013 tarihli ve 2011/1544 E., 2013/1338 K. sayılı karar, davalı vekili tarafından temyiz edilmekle, Yargıtay 4. Hukuk Dairesinin 11.11.2014 tarihli ve 2013/19329 E., 2014/14977 K. sayılı kararı ile;
“…Dava, kişilik haklarına saldırı nedeniyle manevi tazminat istemine ilişkindir. Mahkemece istemin kabulüne karar verilmiş; hüküm, davalı tarafından temyiz edilmiştir.
Davacı, davalı tarafından yapılan basın toplantısında, dava dışı... adlı kişinin beyanlarını da okuyarak, Kayseri Büyükşehir Belediyesi"nde, yıllardır süren bir rüşvet tezgahının söz konusu olduğunu, davacı başta olmak üzere, daire başkanları, meclis üyelerinin bu fiilin içinde bulunduklarını, rüşveti toplayan kişinin ise... olduğunu, söylediğini, davacının şikayeti ile başlatılan bir ceza soruşturmasında, şüpheli olarak ifade veren, ardından da suçlu bulunarak mahkumiyet alan bir şahsa ait ifadelerden, sadece davacıyı itham eden kısımlar alınarak kamuoyunda davacının suçlu olarak gösterildiğini, bu sözlerin kişilik haklarını ihlal edici mahiyette gerçek dışı beyanlar olduğunu belirterek manevi tazminat isteminde bulunmuştur.
Davalı, davanın reddini savunmuştur.
Mahkemece; Davacı ..."nin Kayseri Büyükşehir Belediye Başkanı, davalı ..."nun ise CHP Kayseri Milletvekili olduğu, davalının beyanlarında dava dışı... isimli şahsın ifadelerine dayanarak Kayseri Büyüksehir Belediye Başkanı olan ..."nin Belsin Pertol San. ve Tic. A.Ş. isimli benzin istasyonunun geçiş yolu izin belgesinin tanzim edilmesi konusunda 250.000,00 TL rüşvet alındığı, gelen paradan başkanın payının dünürü sarrafa gönderildiği belirtilerek, davacının kişilik haklarına saldırıda bulunulduğu, açıklamaların eleştiri sınırını aştığı, siyasi bir kişiliği olan davacının toplum ve seçmenleri önünde rüşvet alan bir Belediye Başkanı olarak gösterildiği, gerekçesiyle, manevi tazminat talep edilen miktar da gözönüne alınarak TBK"nin 58/2-son cümlesi gereğince saldırıyı kınayan bir karar verilmesine ve bu kararın yayınlanmasına karar verilmiştir.
Uyuşmazlık, siyasi kişilik olan davalı milletvekilinin 13/12/2010 tarihli basın toplantısındaki açıklamalarının ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilip değerlendirilmeyeceği noktasında toplanmaktadır.
Tarafı olduğumuz Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 10. maddesinde ifade özgürlüğü;
1.Herkes ifade özgürlüğü hakkına sahiptir. Bu hak kamu makamlarının müdahalesi olmaksızın ve ulusal sınırlarla kısıtlanmaksızın, bir görüşe sahip olma, haber ve düşünceleri elde etme ve bunları ulaştırma özgürlüğünü de içerir. Bu madde Devletin radyo yayıncılığını, televizyon ve sinema işletmeciliğini izne bağlamasına engel değildir.
2.Bu özgürlükleri kullanırken ödev ve sorumluluk içinde hareket edilmesi gerektiğinden, ulusal güvenlik, ülke bütünlüğü veya kamu güvenliği, suçun veya düzensizliğin önlenmesi, genel sağlık ve genel ahlakın korunması, başkalarının şeref ve haklarının korunması, gizli bilgilerin açığa vurulmasının önlenmesi, yargı organının otorite ve tarafsızlığının korunması amacıyla, demokratik bir toplumda gerekli bulunan ve hukukun öngördüğü formalitelere, şartlara, yasaklara ve yaptırımlara tabi tutulabilir." şeklinde tanımlanmıştır.
Liegens v. AVUSTURYA, Feldek v. SLOVAKYA, Oberschlick v. AVUSTURYA davalarında siyasi kişiliklere yönelik kullanılan ifadeleri değerlendiren Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi;
"Liegens v. AVUSTURYA"( Başvuru No: 9815/82 ) davasında;
Eski başbakan ... ile seçimlerden birinci çıkan siyasi parti başkanı arasında bir takım olayların yaşandığı, basına yansıyan bir kısım açıklamaların bulunduğu ayrıca 2. Dünya Savaşı sırasında Rusya"daki Alman hattının ötesine geçerek sivilleri katlettiği iddia olunan ilk SS Tugayında görev yapmakla suçlanan liberal parti başkanı ... ile koalisyon kurulması tartışmalarının yaşandığı bir sırada, Gazeteci olan Liegens, Profil adlı Viyana Dergisinde yayımlanan iki ayrı yazısında; o tarihte federal hükümetin Başbakanına yönelik olarak "En Adi Fırsatçılık(adi oportunism)", "ahlakdışılık" ve "şerefsizlik" biçiminde ifadeler kullanmıştır.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi; “...Sözleşme’nin 10 (1). fıkrasında güvence altına alınan ifade özgürlüğünün, demokratik toplumun ana temellerinden birini ve yine bu toplumun gelişmesi ve her bireyin kendini geliştirmesi için esaslı şartlarından birini oluşturduğunu hatırlatarak ifade özgürlüğünün, Sözleşme’nin 10(2). fıkrasının sınırları içinde, sadece lehte olan veya muhalif sayılmayan veya ilgilenmeye değmez görülen "haber" veya "fikirler" için değil, ama aynı zamanda muhalif olan, çarpıcı gelen veya rahatsız eden haberler veya fikirler için de uygulandığını. Bunun, çoğulculuğun, hoşgörünün ve açık fikirliliğin gerekleri olduğu, bunlar olmaksızın "demokratik toplum" olamayacağını (bk. Handyside kararı, parag. 49).
Bir siyasetçiye yönelik eleştirilerin kabul edilebilir sınırları, özel bir şahsa yönelik eleştiri sınırına göre daha geniştir. Bir siyasetçi, özel şahıstan farklı olarak, her sözünü ve eylemini bilerek ve kaçınılmaz bir biçimde, gazetecilerin ve halkın yakın denetimine açar; bu nedenle daha geniş bir hoşgörü göstermek zorundadır. Hiç kuşku yok ki, Sözleşme’nin 10(2). fıkrası, başkalarının, yani bütün bireylerin itibarının korunmasına imkan verir; bu koruma, siyasetçileri şahsi sıfatları dışında hareket ettikleri zaman da içine alır. Ancak bu gibi durumlarda söz konusu korumanın gerekleri, siyasi meseleleri açık biçimde tartışmanın yararıyla bağlantılı olarak tartılmalıdır.” gerekçesiyle kullanılan sözlerin ifade özgürlüğü kapsamında kaldığına karar vermiştir.
Davaya konu olaya gelince; davacının başkanı olduğu Kayseri Büyükşehir Belediyesi"ndeki yolsuzluk iddialarına ilişkin olarak dava dışı..."nun ifadeleri de okunarak “Çavdarlar Petrolden 250 milvar lira rüşvet olarak para geldiğini, başkanın payının dünürü sarrafa gönderildiğini,..”, “Kayseri Büvüksehir Belediyesi"nde yıllardır süren bir rüşvet çarkı çalıştığı, benzin istasyonlarından, taksi duraklarından ve çeşitli yerlerden çok büyük miktarlarda rüşvetler toplandığı” şeklinde ifadelerde bulunulduğu anlaşılmaktadır.
Dava konusu basın açıklamasının bütünü, yapıldığı zaman dilimi, konuşmayı yapan ve hakkında konuşulan kişinin etkili siyasi kişilikler olması ile yukarıda açıklanan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi"nin 10. maddesi ve bunun uygulamasına yönelik Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi"nin kararları gözetildiğinde açıklamaların ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesi gerekmektedir.
Şu halde, açıklanan nedenlerle davanın tümden reddine karar verilmesi gerekirken yazılı biçimde kabul kararı verilmiş olması doğru değildir. Bu nedenle kararın bozulması gerekmiştir…”
gerekçesiyle karar oy çokluğu ile bozularak dosya yerine geri çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
HUKUK GENEL KURULU KARARI
Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki belgeler okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Dava, kişilik haklarına saldırı nedeniyle manevi tazminat ve kararın ülke genelinde yayın yapan üç ayrı gazete ile görsel basın kanalında yayımlanması istemine ilişkindir.
Davacı vekili; müvekkilinin Kayseri Büyükşehir Belediye Başkanı, davalının ise CHP Kayseri milletvekili olduğunu, davalının 13.12.2010 tarihinden itibaren farklı yer ve zamanlarda basın açıklamalarının yer aldığını, bu açıklamaları sırasında davacının kişilik haklarına saldırı niteliğinde, şeref ve haysiyetine yönelik ithamlarda bulunduğunu, davalının konuşmalarında, davacının Kayseri Büyükşehir Belediyesi’nde oluşturulan 17 kişilik bir çetenin üyesi olduğunu, çetenin Belediyenin işleri ile ilgili olarak rüşvet topladığını, Hacı Ali Hamurcu isimli kişi ile çete arasında çıkan özel bir uyuşmazlık nedeni ile...’nun ihbarda bulunduğunu ifade ettiğini, devamla da bu konuda gizli tanıklarının olduğunu, Kayseri Büyükşehir Belediye Başkanı ile daire başkanları, belediye başkan vekilleri ve şube müdürlerinin de aralarında yer aldığı başka dosyaların da bulunduğunu anlattığını; yine...’nun ifadelerinden bölümler okuyan davalının, Çavdarlar Petrol’den 250 milyar lira rüşvet geldiğini, başkanın payının dünürü sarrafa gönderildiğini, karşılığında ise benzin istasyonunun yanında 9 katlı bir süper market ve restaurant yapımına müsaade edildiğini, benzin istasyonlarından, taksi duraklarından ve çeşitli yerlerden çok büyük miktarlarda rüşvetler toplandığını, davacı ile birlikte birçok belediye çalışanının bu eylemin içinde yer aldığını açıkladığını; davalının gerçek dışı iddialarının kaynağının, Hacı Ali Hamurcu’nun sadece Emniyet Müdürlüğünde verdiği ifade olduğunu; Kayseri Büyükşehir Belediye Başkanlığı’nda geçici işçi statüsünde çalışan...’nun, Belediyeye ait tahsilat fişleri ile belediye mührünü çalarak ve matbaada izinsiz sahte belgeler bastırarak, bir kısım şahıslardan çeşitli vaatlerle yasal dayanağı olmayan ve belediye ile hiç ilgisi bulunmayan işlemler yaptığını, bu suretle kendisine haksız menfaatler sağladığını, olayın öğrenilmesi üzerine bu kişi hakkında Kayseri Büyükşehir Belediye Başkanı olan müvekkil tarafından büyükşehir belediye başkanlığı bünyesinde idari soruşturma başlatıldığını ve Cumhuriyet Başsavcılığına suç duyurusunda bulunulduğunu; davalının, müvekkilinin şikâyeti ile başlatılan bir ceza soruşturmasında şüpheli olarak ifade veren, ardından da mahkûmiyet alan kişiye ait beyanlara dayanarak davacıyı kamuoyunun önünde suçlu göstermeye çalıştığını; davalının söylediği sözlerin davacının şerefine, saygınlığına ve haysiyetine saldırı niteliğinde bulunduğunu ileri sürerek 100,00TL manevi tazminatın davalıdan tahsili ile masrafları davalı tarafından karşılanmak üzere, kararın ülke genelinde yayın yapan gerek üç ayrı gazete ile gerekse görsel basın kanalı ile yayınlanmasına karar verilmesini talep etmiştir.
Davalı vekili; müvekkilinin tamamen siyasi kimliği ve göreviyle hareket ettiğini, davalının açıklamalarının tamamının siyasi içeriğe sahip olduğunu ve ana muhalefet partisinin siyasi faaliyetleri kapsamında yer aldığını; davalının, siyasi kimliğinin izin verdiği eleştiri sınırları dışına çıkmadığını, eleştiri sınırını aşmayan beyanlarının kişilik haklarına saldırı olarak kabul edilemeyeceğini, eleştiri hakkı ile kişilik hakkının çatışması durumunda kamu yararının üstün tutulacağının yerleşmiş içtihatlar gereği olduğunu; kaldı ki davalının açıklamalarının iddia edildiği gibi gerçek dışı ve iftira niteliğinde olmadığını, Kayseri Cumhuriyet Başsavcılığı’nın bu beyan ve açıklamalar üzerine 2011/1493 esas sayılı dosya ile soruşturma başlattığını, dava konusu açıklamaların ve yorumların kaynağı, yapılma nedeni, müvekkili ve davacının toplumdaki konumu, söylenen sözlerin ve yazılanların içeriği dikkate alındığında, siyasi kişiliğe sahip davacının görevinden kaynaklanan uygulamaların kamuoyunun bilgisine sunulduğunun anlaşılacağını; bahsi geçen beyanların kesinlikle davacının onur ve saygınlığını ortadan kaldırma veya davacıya hakarette bulunma boyutuna ulaşmadığını, müvekkilinin açıklamalarının kamuoyunu bilgilendirmeye matuf, delillerle destekli, gerçeğe uygun, güncel konulara ilişkin olduğunu, açıklamaların Anayasa’nın 26. maddesi ile güvence altına alınmış olan düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti çerçevesinde değerlendirilmesi gerektiğini belirterek davanın reddinin gerektiğini savunmuştur.
Mahkemece; dosya içerisinde bulunan Akşam Gazetesi’nin 26.12.2010 tarihli nüshasında “Özhaseki söz verdi istifa etsin” başlığı ile yer alan haber ile Sabah Gazetesi’nin 26.12.2010 tarihli nüshasında “Kulkuloğlu"ndan yeni iddialar” başlığı ile yer alan haberdeki ifadelerin davacının kişilik haklarına saldırı niteliği taşıdığı, bahsi geçen yazıda belirtilen rüşvetin alındığı veya Kayseri Büyükşehir Belediye Başkanı olan davacıya rüşvetten pay verildiği ya da payın dünürü sarrafa gönderildiği yönündeki iddiaların ispat edilemediği, diğer bir anlatımla mahkeme kararı ile kanıtlanmadığı; Kayseri Cumhuriyet Başsavcılığının 2007/17518 soruşturma numaralı dosyasında ifadesi alınan...’nun, davacının da içinde bulunduğu belediye çalışanlarının rüşvet aldıklarına yönelik ihbarda bulunduğu ve 17.07.2007 tarihinde de bu yöndeki açıklamalarını tekrarladığı, rüşvet olayının nasıl gerçekleştiğini anlatan...’nun Kayseri 2. Ağır Ceza Mahkemesi’nin 2008/279 E., 1008/289 K. sayılı kararı ile TCK’nın 157. maddesinin 1. fıkrası gereğince mahkûmiyetine hükmedildiği, kararın Yargıtay 11. Ceza Dairesi’nin kararı ile onandığı ve kesinleştiği; konuşmada belirtilen eylemlerle ilgili olarak Kayseri Cumhuriyet Başsavcılığının 2007/24740 soruşturma ve 2008/3088 karar sayılı dosyasında kovuşturmaya yer olmadığı yönünde karar verildiği, söz konusu bu kararda davacının isminin de şüpheli olarak yer aldığı, karara itiraz edilmediği ve kararın bu hâli ile kesinleştiği, kararın içeriği incelendiğinde de ismi geçen...’nun iddiaları ile ilgili olarak herhangi bir delilin elde edilemediğinin belirtildiği; yine Kayseri Cumhuriyet Başsavcılığının 2011/1493 soruşturma ve 2011/15569 karar sayılı dosyasında Kayseri Büyükşehir Belediye Başkanı olan davacı ile kamu görevlisi olan belediye çalışanları hakkında rüşvet almak suçundan kovuşturma yapıldığı, aldırılan bilirkişi raporunda usulüne uygun olmayan geçiş yolu izin belgesinin 04.04.2005 tarihinde Süleyman Temeltaş ve Hayri Naziksoy tarafından düzenlendiği, Ahmet Acer’in ise genel sekreter yardımcısı sıfatı ile belgeyi onayladığı ve geçiş yolu izin belgesinin mevzuata aykırı olarak verildiği anlaşılmış ise de, kamu davası açılmasını haklı kılacak yeterlilikte ve kuvvette delil, iz, eser ve emarenin bulunmadığı ifade edilerek şüpheliler hakkında atılı suçlardan dolayı kamu adına kovuşturma yapılmasına yer olmadığına karar verildiği; buradan da anlaşılacağı üzere Belsin Petrol San. ve Tic. A.Ş.’nin geçiş yolu izin belgesi karşılığında davacıya rüşvet verdiğinin, davacının da bu rüşveti aldığının ispatlanamadığı, oysa Sabah Gazetesi’nin 26.12.2010 tarihli nüshasında davalının beyanlarında bu iddiaların bilirkişi raporu ve mahkeme kararı ile kanıtlandığının belirtildiği, mahkeme kararı ile kanıtlanan ve kesinleşen rüşvet alma olayının bulunmadığı, iddiaların soyut nitelikte olduğu; öte yandan CHP’li milletvekillerinin bir kısmı tarafından, Kayseri eski valisi ve dönemin İçişleri Bakanlığı Müşteşarı olan Osman Güneş hakkında suç duyurusunda bulunulduğu, 26.07.2011 tarihli idari soruşturma ile Osman Güneş hakkında yapılan şikâyetlerin işleme konulmamasına karar verildiği ve işleme konulmama kararının Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının 2011/11 soruşturma numaralı dosyası ile kesin olarak karara bağlandığı; bu itibarla davalının beyanlarının suç isnadı niteliğinde kaldığı; ayrıca yazılı basında yapmış olduğu açıklamaların geniş kitlelere ulaştığı, açıklamaların eleştiri sınırını aştığı, siyasi bir kişiliği olan davacının toplum ve seçmenleri önünde rüşvet alan bir belediye başkanı olarak gösterildiği, davalının tüm bu beyanlarının davacının kişilik haklarına saldırı teşkil ettiği gerekçesiyle manevi tazminat yönünden talep edilen miktar göz önüne alınarak TBK’nın 58/2-son cümlesi gereğince davanın kabulü ile davalının, davacının kişilik haklarına yönelik yaptığı tecavüzün kınanmasına, bedeli davalıdan alınmak kaydıyla hüküm özetinin tirajı 50.000’in üzerinde ülke içerisinde yayınlanan bir gazetede ilânına karar verilmiştir.
Davalı vekilinin temyizi üzerine karar Özel Dairece, yukarıda başlık bölümünde gösterilen nedenlerle bozulmuştur.
Yerel mahkemece; Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin “Özel ve Aile Hayatına Saygı” başlığını taşıyan 8. maddesi ile “İfade Özgürlüğü” başlığını taşıyan 10. maddesinde düzenlemelerin bulunduğu; dil konusunda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin sert ve keskin eleştirilerin yanı sıra tartışma konusu olan konulara dikkat çekmek bakımından avantajlar sunan renkli ifadeleri de kabul edilebilir olarak gördüğü; öte yandan pozitif hukuk tarafından belirlenmiş olsa bile nesnel olarak kaba, bayağı, müstehcen, saldırgan, aşağılayıcı, onur kırıcı söz ve yazı ile hakaret, sövme, kötüleme, iftira, sırf ar ve haya duygularını incitmeyi amaçlayan düşünce açıklamalarının hukukun koruma alanı dışında kaldığı; başkalarının haklarına saygı, başkalarının şanı, şöhreti, kişiliği hakkında küçük düşürücü hakaret, sövgü, iftira ve benzer nitelikteki ifadeler esasen düşünce özgürlüğünün özneleri olamayacakları için yasaklamanın, bir bakıma, özgürlüğün yabancı unsurlardan arındırılması olarak kabul edilmesi gerektiği; konuya ilişkin AİHM’nin birçok kararının bulunduğu, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin ilkeleri ışığında politikacıları ya da genel olarak üst düzey yetkilileri, başta basından gelenler olmak üzere hakarete veya şöhrete yönelik saldırıya karşı özel ya da daha ağır cezalar aracılığıyla korumayı hedefleyen bütün kanunların 10. madde ile bağdaşmaz bir nitelik taşıdığı, bu tür hükümlerin var olduğu ve politikacılar tarafından kullanılmaya çalışıldığı durumlarda ulusal mahkemenin bunları uygulamaktan kaçınmasının yerinde olacağı, bunun yerine hakaret ve şöhrete halel getirme konusundaki genel kanun hükümlerinin uygulanabileceği; kaldı ki politikacıların şerefi ve şöhreti basın özgürlüğüyle çatışma içine girdiğinde ulusal mahkemenin orantısallık ilkesini dikkatli biçimde uygulamasının ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (Lingens/ Avusturya gibi) davalarda sağlamış olduğu yol gösterici ilkelere bakarak, gazetecinin mâhkum edilmesinin demokratik bir toplumda gerekli olup olmadığına karar vermesinin gerektiği; benzer biçimde, ulusal hukukun hakaret içeren ifadelere ilişkin davalarda “doğruluk kanıtı” savunmasını öngördüğü durumlarda ulusal mahkemenin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin olgular ile kanaatler arasında yaptığı ayrımı göz önüne alarak bu tür kanıt istemekten kaçınmasının yerinde olacağı; esas olarak olgulara dayanan şöhrete halel getirme davalarında iyi niyet savunmasının kabul edilmemesinin doğru olacağı; AİHS’nin 8. maddesi ile 10. maddesi arasında adil bir dengenin kurulmasının gerektiği; mahkemenin bu tür davalarda, bireysel çıkar ile kamusal çıkar arasındaki rekabeti bir bütün olarak değerlendirdiği; eldeki davada da her iki tarafı siyasi kişilik olan davacı ile davalı arasında bu dengenin korunup korunmadığı hususunun önem arz ettiği; davalının davaya konu edilen sözlerinin ifade özgürlüğü kapsamında kalıp kalmadığı, ayrıca eleştiri olarak nitelendirilip nitelendirilemeyeceği hususunun hassas bir terazinin dengesini oluşturduğu; davalının yazılı basında yapmış olduğu açıklamaların geniş kitlelere ulaştığı, açıklamaların eleştiri sınırını aştığı, siyasi bir kişiliği olan davacının toplum ve seçmenleri önünde rüşvet alan bir belediye başkanı olarak gösterildiği, tüm bu beyanların davacının kişilik haklarına saldırı mahiyetinde olduğu belirtilerek ve önceki karardaki gerekçeler tekrar edilerek direnme kararı verilmiştir.
Direnme kararı davalı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; tarafların siyasi kişilikleri göz önüne alındığında, basın açıklaması içeriğinde kullanılan ifadelerin davacının kişilik haklarına saldırı teşkil edip etmediği; buradan varılacak sonuca göre davalının, kullandığı ifadelerden dolayı sorumlu tutulup tutulamayacağı noktasında toplanmaktadır.
Hukuk Genel Kurulunda yapılan görüşmeler sırasında işin esasının incelenmesinden önce davacı vekili tarafından 100,00TL manevi tazminat ile kararın ülke genelinde yayın yapan üç ayrı gazete ve görsel basın kanalında yayınlanması istemiyle eldeki davanın açıldığı, yapılan yargılama neticesinde yerel mahkemece (sulh hukuk mahkemesi) davanın kabulü ile davalının, davacının kişilik haklarına yönelik yaptığı tecavüzün kınanmasına, hüküm özetinin tirajı 50.000’in üzerinde ülke içerisinde yayımlanan bir gazetede ilânına karar verildiği anlaşılmakla, talep ve karar içeriğine göre davanın asliye hukuk mahkemesinde görülmesinin gerekip gerekmediği hususu ön sorun olarak tartışılıp değerlendirilmiştir.
Görev, bir davaya aynı yargı kolundaki ilk derece mahkemelerinden hangisinin bakacağını düzenleyen kurallardır.
Dava konusu basın açıklamasının gerçekleştiği (13.12.2010) ve davanın açıldığı (11.01.2011) tarihte yürürlükte bulunan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun “Vazife” başlıklı 1. maddesinde;
“Mahkemelerin görevi kanunla belirlenir…”
Yargılamanın devamı sırasında yürürlüğe giren 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun “Görevin belirlenmesi ve niteliği” başlıklı 1. maddesinde ise;
“Mahkemelerin görevi, ancak kanunla düzenlenir. Göreve ilişkin kurallar, kamu düzenindendir.”
Hükümleri yer almaktadır.
Buradan da anlaşılacağı üzere; gerek 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nda gerekse 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nda mahkemelerin görevinin kanunla düzenleneceği açıkça ifade edilmiştir.
Görev kuralları kamu düzenine ilişkin olup HMK’nın 114/1-c maddesine göre mahkemenin görevli olması dava şartıdır. HMK’nın 115. maddesine göre ise dava şartlarının mevcut olup olmadığı, taraflarca ileri sürülüp sürülmediğine bakılmaksızın yargılamanın her aşamasında mahkemece kendiliğinden gözetilir.
Nitekim 2709 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 142. maddesinde, mahkemelerin görevlerinin kanunla düzenleneceği hükme bağlanmıştır. Bunun bir Anayasa ilkesi olarak kabul edilmesinin nedeni, bir kimsenin kanunen tâbi bulunduğu mahkemeden (tabiî hakimden) başka bir merci (mahkeme) önüne çıkarılmasını önlemektir.
Hüküm mahkemelerinde olduğu gibi Yargıtayda temyiz ve karar düzeltme incelemesi sırasında hükmü veren mahkemenin görevli olup olmadığını kendiliğinden gözetip incelemekle yükümlüdür. Yargıtay tarafından bu incelemenin yapılması için tarafların, kararın görevsiz mahkeme tarafından verildiğine yönelik bir temyizlerinin bulunmasına gerek yoktur.
1086 sayılı HUMK’ya göre genel mahkemeler olan asliye hukuk ve sulh hukuk mahkemelerinin görevi, dava konusuna (müddeabihe) göre tespit edilir.
Buna göre, 1086 sayılı Kanun’un 8. maddesinin 1. bendi uyarınca kural olarak, miktar veya değeri görev sınırını geçmeyen davalarda sulh hukuk mahkemesinin görevli olduğu belirtilmiştir. Aynı Kanun’un 8. maddesinin 2. bendinde ise dava değerine bakılmaksızın sulh hukuk mahkemesinin görevli olduğu davalar sıralanmıştır. Bu bentte sayılmayan ve Kanunda açıkça sulh hukuk mahkemesinin görevli olduğu belirtilmeyen davalarda asliye hukuk mahkemesi görevli bulunmaktadır.
Saldırının kınanması veya karar özetinin yayımı gibi istemlerin bulunduğu davalar 1086 sayılı HUMK’nın 8. maddesinin II. bendinde sayılan davalar arasında yer almamaktadır. Tazminatla birlikte olsun veya olmasın bu gibi istemlere ilişkin davalarda görevli mahkeme dava değerine göre de belirlenemez. O hâlde, yaptırım ve kınama istemli bu davaların asliye hukuk mahkemesinde sonuçlandırılması gerekmektedir.
Bu düzenlemeye karşın 01.10.2011 tarihinde yürürlüğe giren 6100 sayılı HMK’da göreve ilişkin sınır kaldırılmış ve mal varlığı davalarında asıl görevli mahkemenin asliye hukuk mahkemesi olduğu belirtilmiştir. Bazı durumlarda ise aksine hüküm bulunması nedeniyle belirli dava ve işlerde dava konusunun değerine bakılmaksızın sulh hukuk mahkemesinin görevli olduğuna vurgu yapılmıştır (m.2,1). HMK m. 2’nin getirdiği bu yeni kural nedeniyle dava konusunun para veya paradan başka bir şey olup olmamasının asliye hukuk mahkemesinin görevi bakımından belirleyici bir önemi kalmamıştır.
Tüm bu açıklamalar ışığında somut olay incelendiğinde; davalının basın açıklaması sırasında kullandığı ifadeler nedeniyle davacı vekili tarafından 100,00TL manevi tazminatın yanı sıra kararın ülke genelinde yayın yapan üç ayrı gazete ve görsel basın kanalında yayınlanmasının talep edildiği, yapılan yargılama neticesinde yerel mahkemece, manevi tazminat yönünden talep edilen miktar göz önüne alınarak TBK’nın 58/2-son cümlesi gereğince davanın kabulü ile davalının, davacının kişilik haklarına yönelik yaptığı tecavüzün kınanmasına, bedeli davalıdan alınmak kaydıyla hüküm özetinin tirajı 50.000’in üzerinde ülke içerisinde yayımlanan bir gazetede ilânına karar verildiği görülmektedir.
Bu durumda gerek davacı vekilinin ilâna ilişkin talebi gerekse mahkemenin ilâna yönelik hüküm fıkrası bir bütün olarak değerlendirildiğinde, davanın sulh hukuk mahkemesinde değil asliye hukuk mahkemesinde görülmesi gerektiği anlaşılmaktadır.
Hâl böyle olunca, yerel mahkeme direnme kararının yukarıda açıklanan bu değişik gerekçe ile bozulması gerekmektedir.
SONUÇ: Davalı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile yerel mahkeme direnme kararının yukarıda açıklanan bu değişik gerekçe ve nedenlerle 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu"nun geçici 3. maddesine göre uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu"nun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA, istek hâlinde temyiz peşin harcının yatırana iadesine, karar düzeltme yolu kapalı olmak üzere 07.05.2019 tarihinde oy birliği ile kesin olarak karar verildi.
Bu alandan sadece bu kararla ilintili POST üretebilirsiniz. Bu karardan bağımsız tamamen kendinize özel POST üretmek için TIKLAYINIZ
Sayın kullanıcılarımız, siteden kaldırılmasını istediğiniz karar için veya isim düzeltmeleri için bilgi@abakusyazilim.com.tr adresine mail göndererek bildirimde bulunabilirsiniz.