Esas No: 2009/1-443
Karar No: 2009/539
Karar Tarihi: 18.11.2009
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu 2009/1-443 Esas 2009/539 Karar Sayılı İlamı
"İçtihat Metni"
MAHKEMESİ : Ankara 2.Asliye Hukuk Mahkemesi
TARİHİ : 18.06.2009
NUMARASI : 2009/136 E-2009/212 K.
Taraflar arasındaki "tapu iptali ve tescil" davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Ankara 2.Asliye Hukuk Mahkemesince davanın reddine dair verilen 16.04.2008 gün ve 2007/232 E-2008/121 K.sayılı kararın incelenmesi, davacı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 1.Hukuk Dairesinin 07.11.2008 gün ve 2008/7008-11353 sayılı ilamı ile; (“…Dava, tapu iptali ve tescili isteklerine ilişkindir.
Mahkemece, davanın reddine karar verilmiştir.
Dosya içeriğinden ve toplanan delillerden; çekişme konusu 15 parsel sayılı taşınmazdaki 13 nolu bağımsız bölümün davacı tarafından 09 02 2006 tarihinde davalıya satış suretiyle temlik edildiği anlaşılmaktadır.
Davacının, oğlu A..’ın ticari işlerinden dolayı mali durumunun bozulduğunu, paraya ihtiyacının olduğunu, bu nedenle diğer oğlu M.. ile ticari ilişkisi olan astsubay emeklisi olduğu için Oyak Bank’tan konut kredisi çekme imkanı bulunan davalı E..a çekişme konusu taşınmazını satış göstermek suretiyle temlik ettiğini, davalı tarafından çekilen konut kredisinin kendilerine verildiğini, çekilen kredinin sonradan banka aracılığıyla davalıya ödenmesine karşın taşınmazın mülkiyetinin iade edilmediğini ileri sürerek,davayı açtığı tartışmasızdır.
Dava dilekçesi içeriği ve iddianın ileri sürülüş biçimine göre, taraflar arasındaki hukuki ilişkinin teminat (karz) mukabili temlik, inançlı işlem olduğu sabittir.
Bilindiği üzere; inanç sözleşmesi, inananla inanılan arasında yapılan, onların hak ve borçlarını belirleyen, inançlı muamelenin sona erme sebeplerini ve devredilen hakkın, inanılan tarafından inanana geri verme (iade) şartlarını içeren borçlandırıcı bir muameledir. Bu sözleşme, taraflarının hak ve borçlarını kapsayan bağımsız bir akit olup, alacak ve mülkiyetin naklinin hukuki sebebini teşkil eder.
Taraflar böyle bir sözleşme ve buna bağlı işlemle genellikle, teminat teşkil etmek veya idare olunmak üzere, mal varlığına dahil bir şey veya hakkı, aynı amacı güden olağan hukuki muamelelerden daha güçlü bir hukuki durum yaratarak, inanılana inançlı olarak kazandırmak için başvururlar.Diğer bir anlatımla, bu işlemle borçlu, alacaklısına malını rehin edecek, yani yalnızca sınırlı ayni bir hak tanıyacak yerde, malının mülkiyetini geçirerek rehin hakkından daha güçlü, daha ileri giden bir hak tanır.
Sözleşmenin ve buna bağlı temlikin, değinilen bu özellikleri nedeniyle, taşınmazı inanç sözleşmesi ile satan kimsenin artık sadece, ödünç almış olduğu parayı geri vererek taşınmazını kendisine temlik edilmesini istemek yolunda bir alacak hakkı; taşınmazı, inanç sözleşmesi ile alan kimsenin de borcun ödenmesi gününe kadar taşınmazı başkasına satmamak ve borç ödenince de geri vermek yolunda yalnızca bir borcu kalmıştır.
Diğer bir bakış açısıyla taşınmazın mülkiyeti inanılana (alacaklıya) geçmiştir. Taşınmazda inanarak satanın (borçlu) mülkiyet hakkı kalmadığı gibi, alıcının bu mülkiyet hakkı üzerinde kurulmuş olan bir rehin hakkından da söz edilemez.
Bu durumda; gayrimenkul rehni bakımından geçerliliği olan M.K.nun 873.maddesinin inanç sözleşmelerine dayalı temlike konu taşınmazlar bakımından uygulama yeri olmadığı da kuşkusuzdur. Nitekim bu düşünce Hukuk Genel kurulunun 23.5.1990 gün ve 1990/1-202-315 sayılı kararında da aynen benimsenmiştir.
Öte yandan, inanç sözleşmeleri, tarafların karşılıklı iradelerine uygun bulunduğu için, onlara karşılıklı borç yükleyen ve alacak hakkı veren geçerli sözleşmelerdir. (Borçlar Kanunu mad. 81) Anılan sözleşmelerde, taraflar, sözleşmenin kendilerine yüklediği hak ve borçları belirlerken, inançlı işlemin sona erme sebeplerini; devredilen hakkın inanılan tarafından inanana iade şartlarını, bu arada tabii ki süresini de belirleyebilirler. Bunun dışında, akde aykırı davranışın yaptırımına da sözleşmelerinde yer verebilirler.Buna dair akit hükümleri de Borçlar Kanununun 19. ve 20.maddelerine aykırılık teşkil etmediği sürece geçerli sayılır.
İnanç sözleşmesine ve buna bağlı işlemle alacaklı olan taraf, ödeme günü gelince alacağını elde etmek için dilerse; teminat için temlik edilen şeyi “ifa uğruna edim” olarak kendisinde alıkoyabileceği gibi; o şeyi, açık artırma yoluyla veya serbestçe satıp satış bedelinden alma yoluna da başvurabilir. Bu sonuçlar kendine özgü bu akdin tabiatında mevcuttur. Sözleşme ile öngörülen ifa süresi içerisinde, sırf sözleşmeyi imkansız kılmak amacıyla muvazaalı olarak yapılan temliklerin yasal koruma altında tutulamıyacağı izahtan varestedir. Medeni Hukuk sistemimizde her hangi bir düzenleme olmamasına karşın;inanç sözleşmelerinin, yukarıda değinilen ilkeler çerçevesinde uygulama yeri bulan kendine özgü bir müessese olduğu, öğreti ve uygulamada kabul edilegelen bir olgudur.
İnanç sözleşmelerinin tarafları arasında,onların gerçek iradelerini ve akitten amaçladıklarını yansıtması bakımından geçerli olduğu;taraflarına Borçlar Kanunu çerçevesinde nisbi haklarını talep etme olanağını verdiği tartışmasızdır.
Burada üzerinde durulması gereken husus,taşınmaz mallar yada şekle bağlı akitlerde inanç sözleşmelerinin ne gibi hukuki sonuç doğuracağıdır. Diğer bir anlatımla,sözleşmede öngörülen koşulların gerçekleşmesi halinde, taşınmaz mülkiyetinin naklinin sebebini oluşturup oluşturmayacağıdır.
Bu tür uyuşmazlıklarda sorun, 5.2.1947 tarih 20/6 sayılı inançları Birleştirme kararı ile ilişkilendirilip, bu karar dayanak yapılmak suretiyle çözüme gidilmektedir.
Söz konusu kararda; eski hukuka göre mümkün ve geçerli olan muvazaa ve nam-ı müstear iddialarının, Medeni Kanunun yürürlüğünden sonra taşınmaz mallar hakkında dinlenip dinlenemeyeceği tartışılmıştır.
Anılan kararda; çeşitli sebep ve amaçlarla bir taşınmaz kaydına gerçek malik yerine başka bir nam ve bir sözleşmede akitlerden biri yerine üçüncü bir şahsın gösterilmesinin mümkün olduğu, bu gibi hallerde vekilin kendi namına ve müvekkili hesabına yaptığı tasarruflarda olduğu gibi hukuki bir durum veya herhangi bir maksatla üçüncü şahıslardan gerçeği gizleme gayesi güdülebileceği, “kötüniyetli ve haksız gizlemeler” dışında, belirtilen olasılıklara göre açılacak bir davanın, gerçekten, ya mevcut bir hakka dayanarak bir el değiştirme veya bir hakkın korunması niteliğini taşıyacağı; bu durumun da, temsil ve vekalet ilişkisinde, mülkiyette halefiyet esası olarak kabul edilmiş bir husus olup, halefiyeti düzeltme amacıyla öncelikle mülkiyetin vekile aidiyeti düşünülse bile, temsil hükümlerine aykırı olduğundan bunun korunması ve devamına hükmolunamıyacağı, zira Borçlar Kanununun “müvekkil vekiline karşı muhtelif borçlarını ifa edince vekilin kendi namına ve müvekkili hesabına üçüncü şahıstaki alacağı müvekkilin olur” hükmünün bu düşünceyi doğruladığı, öte yandan gerek taşınır, gerek taşınmaz mallara ilişkin olsun nam-ı müstear hadiselerinde, meselenin bir istihkak ve mülkiyet davası niteliğini geçemeyeceğinden, ne resmi senet, ne de şekil meselesinin bahse konu olamıyacağı,meselenin akitte ve isimde muvazaayı kapsamına alan Borçlar Yasasının 18.maddesi kapsamında düşünülmesinin kanunun amacına uygun düşeceğine, değinildikten sonra sonuçta, nam-ı müstear davalarının dinlenebilir ve yazılı delil ile isbatının mümkün olduğuna, hükmolunmuştur.
İçtihadı Bileştirme kararlarının konularıyla sınırlı,sonuçlarıyla bağlayıcı bulunduğu tartışmasızdır. Nam-ı müstear için düzenleme getiren 1947 tarihli kararın, teminat amacıyla temlike dair inanç sözleşmelerini kapsadığı da kuşkusuzdur. Uygulamada anılan sözleşmeler gerek özü, gerek işleyişi açısından,genelde muvazaa, özelde ise nam-ı müstear başlıkları altında nitelendirilegelmektedir.
Belirtilen İçtihadı Birleştirme Kararında da değinildiği üzere;inanç sözleşmeleri bir yandan mülkiyeti nakil borcu doğurması bakımından tarafları bağlayıcı, diğer yandan,mülkiyetin naklinin sebebini teşkil etmesi açısından tasarruf işlemlerini bünyesinde barındıran sözleşmelerdir.Bu durumda koşulların oluşması halinde taşınmaz mülkiyetini nakil özelliğini taşıdığı kabul edilmelidir.
İçtihadı Birleştirme kararının sonuç bölümünde ifade olunduğu üzere, inançlı işleme dayalı olup dinlenilirliği kabul edilen iddiaların isbatı, şekle bağlı olmayan yazılı delildir. İnanç sözleşmesi olarak adlandırılan bu belgenin sözleşmeye taraf olanların imzasını içermesi gereklidir. Bunun dışındaki bir kabul, hem İçtihadı Birleştirme kararının kapsamının genişletilmesi, hemde taşınmazların tapu dışı satışlarına olanak sağlamak anlamını taşıyacağından kendine özgü bu sözleşmelerle bağdaştırılamaz.
Somut olaya gelince; yukarıda değinilen ilkeler gözetildiğinde, mahkemece, taraflar arasında düzenlenen yazılı bir belgenin bulunmadığı bu sebeple ve 05.02.1947 tarih, 20/6 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı gözetilmek suretiyle davanın reddine karar verilmiş olması kural olarak doğrudur.
Ancak, her ne kadar taraflar arasında yazılı bir belge düzenlenmediği görülmekte ise de, banka aracılığıyla davalının hesabına çeşitli tarihlerde ödemelerde bulunulduğu ve kredinin bu şekilde kapatılmış olduğu, ayrıca ödemelere ilişkin banka dekontlarının da dosyaya ibraz edildiği sabittir.
Gerçektende, taraflar arasındaki ilişki ve çekişmenin çözüme kavuşturulması bakımından yukarıda değinilen İçtihadı Birleştirme Kararı uyarınca yazılı belge ile ispatı gerekmekte ve fakat böylesine bir belgenin bulunmadığı anlaşılmakta ise de; davalının bankadaki hesabına yatırılan paralara ilişkin dekontların bu ilişki ile bağlantılı olduğunun saptanması halinde güçlü delil teşkil edeceği ve çekişmenin giderilmesinde gözardı edilemeyeceği tartışmasızdır.
Ne varki, mahkemece yukarıda sözü edilen banka dekontları bakımından bir değerlendirme yapılmamış, yazılı delil başlangıcı veya güçlü delil teşkil edip etmeyeceği hususu irdelenmemiş, eksik tahkikatla yetinilmek suretiyle neticeye gidilmiştir.
Hal böyle olunca, banka dekontlarının yazılı delil başlangıcı veya güçlü delil teşkil edip etmeyeceği yönünde gerekli araştırmanın yapılması, soruşturmanın eksiksiz tamamlanması, sonucuna göre bir karar verilmesi gerekirken, eksik soruşturmayla yetinilerek yazılı olduğu üzere karar verilmiş olması doğru değildir...”) gerekçesi ile bozularak dosya yerine geri çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda aşağıda açıklanan gerekçelerle direnilmiştir.
TEMYİZ EDEN : Davacı vekili
HUKUK GENEL KURULU KARARI
Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Dava, inançlı işlem iddiasına dayalı, tapu iptali ve tescil istemine ilişkindir.
Öncelikle Hukuk Genel Kurulu görüşmeleri sırasında mahkemece verilen temyize konu kararın yeni hüküm niteliğinde olup olmadığı, yani ortada bir direnme kararı bulunup bulunmadığı ön sorun olarak görüşülmüştür.
Buna göre,yerel mahkemenin verdiği ilk kararda inanç sözleşmesine dayanılarak tapuda satış yapıldığının iddia edilmesi halinde bu iddianın alım satımdan önce yazılı olarak düzenlenen inanç sözleşmesi ile ispat edilmesi gerektiği, davacı tarafın tapudaki alım satımdan önce yanlar arasında yazılı şekilde inanç sözleşmesi yapıldığını iddia ve ispat edemediği, davanın niteliğine, dava değerine ve davalı tarafın açıkça onay vermemiş bulunmasına göre, davacı tarafın tanık dinletme isteminin de kabul edilmeyeceği, davacının tapu kaydında “okudum” ibaresiyle resmi senedi imzalamasına, resmi senette taşınmazın davalıya 32.000,00 YTL karşılığı satıldığının belirtilmesine, davanın tapudaki alım satımdan önce düzenlenen inanç sözleşmesiyle ispat edilememiş olduğu gerekçesi ile davanın reddine dair verilen karar, Özel Dairece, yukarda açıklandığı şekilde her ne kadar taraflar arasında yazılı bir belge düzenlenmediği görülmekte ise de, banka aracılığıyla davalının hesabına çeşitli tarihlerde ödemelerde bulunulduğu ve kredinin bu şekilde kapatılmış olduğu, ayrıca ödemelere ilişkin banka dekontlarının da dosyaya ibraz edildiğinin sabit olduğu, taraflar arasındaki ilişki ve çekişmenin çözüme kavuşturulması bakımından iddianın yazılı belge ile ispatı gerekmekte ve fakat böylesine bir belgenin bulunmadığı anlaşılmakta ise de; davalının bankadaki hesabına yatırılan paralara ilişkin dekontların bu ilişki ile bağlantılı olduğunun saptanması halinde güçlü delil teşkil edeceği ve çekişmenin giderilmesinde gözardı edilemeyeceğinin tartışmasız olduğu, ne var ki, mahkemece yukarıda sözü edilen banka dekontları bakımından bir değerlendirme yapılmadığı, yazılı delil başlangıcı veya güçlü delil teşkil edip etmeyeceği hususunun irdelenmediği, eksik tahkikatla yetinilmek suretiyle neticeye gidildiği,bu nedenle banka dekontlarının yazılı delil başlangıcı veya güçlü delil teşkil edip etmeyeceği yönünde gerekli araştırmanın yapılması, soruşturmanın eksiksiz tamamlanması, sonucuna göre bir karar verilmesi gerektiği bildirilerek bozulmuş olup, yerel mahkemece bu kez, HUMK.nun 292.maddesine göre yazılı delil başlangıcından söz edilebilmesi için aleyhine yazılı delil başlangıcı kabul edilecek kişi tarafından diğer taraf yararına yazılmış veya verilmiş bir belge olması gerektiği, eldeki davada davalının, davacı yararına yazdığı veya davacıya verdiği herhangi bir belge bulunmadığı, yani yasal anlamda yazılı delil başlangıcı olmadığı, inanç sözleşmesinin yazılı delille ispatının gerekmesine göre getirtilen banka ekstre suretlerinin inanç sözleşmesinin varlığını ispat eder şekilde güçlü delil olarak da görülmediği gerekçesi ile direnme kararı verilmiştir.
Yukarıda açıklandığı üzere;yerel mahkeme, özel dairenin bozma ilamında araştırılması gerektiği bildirilen hususları irdeleyerek önceki hükümden farklı, yeni bir hüküm tesis etmiştir. Dolayısıyla ortada bir direnme kararı bulunmadığı için, böylesi bir hükmün temyizen incelenmesi görevi, Hukuk Genel Kurulu"na değil, ilgili Özel Daireye ait olacaktır.
Bu nedenle, dosyanın, temyiz incelemesi yapılmak üzere 1.Hukuk Dairesine gönderilmesi gerekir.
S O N U Ç : Yukarıda açıklanan nedenle, temyiz incelemesi yapılmak üzere dosyanın 1.Hukuk Dairesine gönderilmesine, 18.11.2009 gününde oybirliğiyle karar verildi.