1. Hukuk Dairesi 2015/2430 E. , 2017/5333 K.
"İçtihat Metni"MAHKEMESİ :ASLİYE HUKUK MAHKEMESİ
DAVA TÜRÜ : TAPU İPTALİ VE TESCİL
Taraflar arasında görülen tapu iptali ve tescil davası sonunda, yerel mahkemece davanın kısmen kabulüne ilişkin olarak verilen karar taraf vekillerince yasal süre içerisinde temyiz edilmiş olmakla dosya incelendi, Tetkik Hakimi ..."nun raporu okundu, açıklamaları dinlendi, gereği görüşülüp düşünüldü;
-KARAR-
Dava, inançlı işlem hukuksal nedenine dayalı tapu iptal ve tescil isteğine ilişkindir.
Davacılar, davacı ..."ın maliki olduğu 2694 ada 4 parsel sayılı taşınmazda kayıtlı 7 nolu bağımsız bölümün 12/04/2005 tarihinde diğer davacı ... tarafından vekâleten davalıya satış suretiyle devredildiğini ancak yapılan satışın gerçek bir satış olmayıp, davacılardan ..."in kardeşi olan dava dışı ..."in borçlarına kredi temin etmek amacı ile yapıldığını, davalının kullanmış olduğu kredinin taksitlerinin de bu anlaşma gereği davacı ..."in kardeşi ... tarafından her ay düzenli olarak ödendiğini ve 2012 yılı Mayıs ayında kredi borcunun sona erdiğini, devrin inançlı işlem ile gerçekleştiğini ileri sürerek dava konusu taşınmazın tapu kaydının iptali ile davacılardan ... adına tapuya kayıt ve tesciline karar verilmesini istemişlerdir.
Davalı, dava konusu taşınmazı davacı ...’dan resmi senetle 12/04/2005 tarihinde 20.500,00TL karşılığında satın aldığını, alınan kredinin davacıların kardeşi ve dayısı olan ..."in borçları için kullanıldığını, kredi taksitlerinin ... tarafından ödenmemesi üzerine yaklaşık 20.000,00TL ödeme yaparak kredi borcunu kapattığını, sözleşme başlıklı belgenin inanç sözleşmesinin unsurlarını taşımadığını, resmi şekilde yapılmadığından geçerliliğinin bulunmadığını belirterek davanın reddini savunmuştur.
Mahkemece, davanın kısmen kabul kısmen reddi ile dava konusu 7 nolu bağımsız bölümün tapusunun iptali ile taşınmazın önceki maliki davacı ... adına tapuya kayıt ve tesciline, taşınmaz bedeli ve ödenen kredi borcunun iadesi hususunda davalı tarafından harcı yatırılmak suretiyle usulüne uygun olarak açılan bir dava bulunmadığından bu hususta karar verilmesine yer olmadığına ve davacı ... tarafından açılan davanın dava şartı yokluğu nedeniyle usulden reddine karar verilmiştir.
Dosya içeriği ve toplanan delillerden; çekişme konusu taşınmazın davacı ... adına kayıtlı iken 28.8.2003 tarihinde davacı ...’a satıldığı, 15.4.2005 tarihinde de davacı ... adına vekâleten davacı ... tarafından 20.500-TL bedelle davalıya satış suretiyle temlik edildiği, davacı ..., davalı ve dava dışı ... arasında imzalanan 13.4.2005 tarihli ‘’sözleşme’’ başlıklı belgeye göre ... davalı tarafından çekilen 35.000-TL konut kredisinin dava dışı ...’nin borcu için kullanılacağı, 36 ay vadeli kredinin geri ödemesinin bitiminden sonra dava konusu taşınmazın davacı ...’e devredileceğinin kararlaştırıldığı anlaşılmaktadır.
Bilindiği üzere; inanç sözleşmesi, inananla inanılan arasında yapılan, onların hak ve borçlarını belirleyen, inançlı muamelenin sona erme sebeplerini ve devredilen hakkın, inanılan tarafından inanana geri verme (iade) şartlarını içeren borçlandırıcı bir muameledir. Bu sözleşme, taraflarının hak ve borçlarını kapsayan bağımsız bir akit olup, alacak ve mülkiyetin naklinin hukuki sebebini teşkil eder.
Taraflar böyle bir sözleşme ve buna bağlı işlemle genellikle, teminat teşkil etmek ve iade edilmek üzere, mal varlığına dahil bir şey veya hakkı, aynı amacı güden olağan hukuki muamelelerden daha güçlü bir hukuki durum yaratarak, inanılana inançlı olarak kazandırmak için başvururlar.
Diğer bir anlatımla, bu işlemle borçlu, alacaklısına malını rehin edecek, yani yalnızca sınırlı ayni bir hak tanıyacak yerde, malının mülkiyetini geçirerek rehin hakkından daha güçlü, daha ileri giden bir hak tanır.
Sözleşmenin ve buna bağlı temlikin, değinilen bu özellikleri nedeniyle, taşınmazı inanç sözleşmesi ile satan kimsenin artık sadece, ödünç almış olduğu parayı geri vererek taşınmazını kendisine temlik edilmesini istemek yolunda bir alacak hakkı; taşınmazı, inanç sözleşmesi ile alan kimsenin de borcun ödenmesi gününe kadar taşınmazı başkasına satmamak ve borç ödenince de geri vermek yolunda yalnızca bir borcu kalmıştır.
Diğer bir bakış açısıyla taşınmazın mülkiyeti inanılana (alacaklıya) geçmiştir. Taşınmazda inanarak satanın (borçlu) mülkiyet hakkı kalmadığı gibi, alıcının bu mülkiyet hakkı üzerinde kurulmuş olan bir rehin hakkından da söz edilemez.
Bu durumda; gayrimenkul rehni bakımından geçerliliği olan 4721 s. Türk Medeni Kanununun (TMK) 873. maddesinin inanç sözleşmelerine dayalı temlike konu taşınmazlar bakımından uygulama yeri olmadığı da kuşkusuzdur. Nitekim bu düşünce Hukuk Genel kurulunun 23.5.1990 gün ve l990/1-202-315 sayılı kararında da aynen benimsenmiştir.
Bilindiği gibi, inanç sözleşmeleri, tarafların karşılıklı iradelerine uygun bulunduğu için, onlara karşılıklı borç yükleyen ve alacak hakkı veren geçerli sözleşmelerdir. (818 s. Borçlar Kanunu 818 s. Borçlar Kanununun (BK). m.; 6098 s. Türk Borçlar Kanununun (TBK) 97. m.) Anılan sözleşmelerde, taraflar, sözleşmenin kendilerine yüklediği hak ve borçları belirlerken, inançlı işlemin sona erme sebeplerini; devredilen hakkın inanılan tarafından inanana iade şartlarını, bu arada tabii ki süresini de belirleyebilirler. Bunun dışında, akde aykırı davranışın yaptırımına da sözleşmelerinde yer verebilirler. Buna dair akit hükümleri de TBK"nin 26 ve 27. maddelerine aykırılık teşkil etmediği sürece geçerli sayılır.
İnanç sözleşmesine ve buna bağlı işlemle alacaklı olan taraf, ödeme günü gelince alacağını elde etmek için dilerse; teminat için temlik edilen şeyi “ ifa uğruna edim “ olarak kendisinde alıkoyabileceği gibi; o şeyi, açık artırma yoluyla veya serbestçe satıp satış bedelinden alma yoluna da başvurabilir. Bu sonuçlar kendine özgü bu akdin tabiatında mevcuttur. Sözleşme ile öngörülen ifa süresi içerisinde, sırf sözleşmeyi imkansız kılmak amacıyla muvazaalı olarak yapılan temliklerin yasal koruma altında tutulamayacağı izahtan varestedir. Meri hukuk sistemimizde her hangi bir düzenleme olmamasına karşın, inanç sözleşmelerinin yukarıda değinilen ilkeler çerçevesinde uygulama yeri bulan kendine özgü bir müessese olduğu, öğreti ve uygulamada kabul edilegelen bir olgudur.
İnanç sözleşmelerinin tarafları arasında, onların gerçek iradelerini ve akitten amaçladıklarını yansıtması bakımından geçerli olduğu;taraflarına Borçlar Kanunu çerçevesinde nispi haklarını talep etme olanağını verdiği tartışmasızdır.
Burada üzerinde durulması gereken husus,taşınmaz mallar yada şekle bağlı akitlerde inanç sözleşmelerinin ne gibi hukuki sonuç doğuracağıdır. Diğer bir anlatımla,sözleşmede öngörülen koşulların gerçekleşmesi halinde, taşınmaz mülkiyetinin naklinin sebebini oluşturup oluşturmayacağıdır.
Bilindiği üzere; uygulamada mesele, 5.2.1947 tarih 20/6 sayılı İçtihadı Birleştirme kararı ile ilişkilendirilip, bu karar dayanak yapılmak suretiyle çözüme gidilmektedir.
Söz konusu kararda; eski hukuka göre mümkün ve geçerli olan muvazaa ve nam-ı müstear iddialarının, Medeni Kanunun yürürlüğünden sonra taşınmaz mallar hakkında dinlenip dinlenemeyeceği tartışılmıştır.
Anılan kararda; çeşitli sebep ve amaçlarla bir taşınmaz kaydına gerçek malik yerine başka bir nam ve bir sözleşmede akitlerden biri yerine üçüncü bir şahsın gösterilmesinin mümkün olduğu, bu gibi hallerde vekilin kendi namına ve müvekkili hesabına yaptığı tasarruflarda olduğu gibi hukuki bir durum veya herhangi bir maksatla üçüncü şahıslardan gerçeği gizleme gayesi güdülebileceği, “kötüniyetli ve haksız gizlemeler” dışında,belirtilen olasılıklara göre açılacak bir davanın, gerçekten, ya mevcut bir hakka dayanarak bir el değiştirme veya bir hakkın korunması niteliğini taşıyacağı; bu durumun da, temsil ve vekalet ilişkisinde, mülkiyette halefiyet esası olarak kabul edilmiş bir husus olup, halefiyeti düzeltme amacıyla öncelikle mülkiyetin vekile aidiyeti düşünülse bile, temsil hükümlerine aykırı olduğundan bunun korunması ve devamına hükmolunamayacağı, zira TBK"nin 509. maddesindeki “Vekilin, kendi adına ve vekâlet veren hesabına gördüğü işlerden doğan üçüncü kişilerdeki alacağı, vekâlet verenin vekile karşı bütün borçlarını ifa ettiği anda, kendiliğinden vekâlet verene geçer.” hükmünün bu düşünceyi doğruladığı, öte yandan gerek taşınır, gerek taşınmaz mallara ilişkin olsun nam-ı müstear hadiselerinde, meselenin bir istihkak ve mülkiyet davası niteliğini geçemeyeceğinden, ne resmi senet, ne de şekil meselesinin bahse konu olamayacağı, meselenin akitte ve isimde muvazaayı kapsamına alan TBK"nin 19.maddesi kapsamında düşünülmesinin kanunun amacına uygun düşeceğine, değinildikten sonra sonuçta, nam-ı müstear davalarının dinlenebilir ve yazılı delil ile ispatının mümkün olduğuna, hükmolunmuştur.
İçtihadı Bileştirme kararlarının konularıyla sınırlı, sonuçlarıyla bağlayıcı bulunduğu tartışmasızdır. Nam-ı müstear için düzenleme getiren 1947 tarihli kararın, teminat amacıyla temlike dair inanç sözleşmelerini kapsadığı da kuşkusuzdur. Uygulamada anılan sözleşmeler gerek özü, gerek işleyişi açısından ,genelde muvazaa, özelde ise nam-ı müstear başlıkları altında nitelendirilegelmektedir.
Belirtilen İçtihadı Birleştirme Kararında da değinildiği üzere;inanç sözleşmeleri bir yandan mülkiyeti nakil borcu doğurması bakımından tarafları bağlayıcı, diğer yandan, mülkiyetin naklinin sebebini teşkil etmesi açısından tasarruf işlemlerini bünyesinde barındıran sözleşmelerdir. Bu durumda koşulların oluşması halinde taşınmaz mülkiyetini nakil özelliğini taşıdığı kabul edilmelidir.
İçtihadı Birleştirme kararının sonuç bölümünde ifade olunduğu üzere, inançlı işleme dayalı olup dinlenilirliği kabul edilen iddiaların ispatı, şekle bağlı olmayan yazılı delildir. İnanç sözleşmesi olarak adlandırılan bu belgenin sözleşmeye taraf olanların imzasını içermesi gereklidir. Bunun dışındaki bir kabul, hem İçtihadı Birleştirme kararının kapsamının genişletilmesi, hemde taşınmazların tapu dışı satışlarına olanak sağlamak anlamını taşıyacağından kendine özgü bu sözleşmelerle bağdaştırılamaz.
Somut olaya gelince; davacıların borç ilişkisinin kaynağını davacı ...’in ve davalının imzasını taşıyan "sözleşme"" başlıklı belgeye dayandırdığı anlaşılmaktadır. Dosya kapsamına ve incelenen delillere göre, inançlı işlem olgusunun varlığı imzası inkar edilmeyen belge ile sabit olup davalı tarafından dosyaya ibraz edilen dekonta göre 23.03.2012 tarihinde 18.052,32-TL ödeme yapılarak kredi borcunun kapatıldığı anlaşılmaktadır.
Bilindiği üzere; 6098 Türk Borçlar Kanunu 97. maddesi (Borçlar Kanunu"nun 81. maddesi) hükmü uyarınca, kendi edimini yerine getirmeyen, karşı edimin ifasını isteyemez. Buna göre, mahkemece davacılara önel verilmek suretiyle davalının ödediği kredi tutarının mahkeme veznesine depo ettirilmesi gerekeceği kuşkusuzdur.
Ne var ki, mahkemece davacıların ödemesi gereken miktar açıkça tespit edilerek bu bedelin mahkeme veznesine depo etmeleri için önel verilmeden sonuca gidildiği anlaşılmıştır.
Hâl böyle olunca; davalı tarafından ... çekilen kredi için dava dışı ... tarafından yapılan geri ödemelerin bilirkişi raporu ile tespit edilmesi ve kalan kısım açıkça saptanarak mahkeme veznesine depo etmeleri için davacılara önel verilmesi, depo ettikleri takdirde sonucuna göre karar verilmesi gerekirken yanılgılı değerlendirme ile yazılı şekilde karar verilmesi doğru olmadığı gibi taleple bağlı kalınarak ilk kayıt maliki olan davacı ... için tapu iptal ve tescil hükmü kurulması gerekirken diğer davacı ... adına tapu iptal ve tescil hükmü kurulması da isabetsiz olmuştur.
Taraf vekillerinin temyiz itirazları açıklanan nedenlerden ötürü yerindedir. Kabulü ile, hükmün (6100 sayılı Yasanın geçici 3.maddesi yollaması ile) 1086 sayılı HUMK"un 428.maddesi gereğince BOZULMASINA, alınan peşin harcın temyiz edene geri verilmesine, 12.10.2017 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.