
Esas No: 2017/1225
Karar No: 2019/326
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu 2017/1225 Esas 2019/326 Karar Sayılı İlamı
"İçtihat Metni"
MAHKEMESİ :Asliye Hukuk Mahkemesi
Taraflar arasındaki "tapu iptali ve tescil" davasından dolayı yapılan yargılama sonunda (kapatılan) Kadıköy 2. Asliye Hukuk Mahkemesince davanın reddine dair verilen 21.06.2012 tarihli ve 2010/338 E., 2012/353 K. sayılı kararın davacılar vekili tarafından temyizi üzerine, Yargıtay 1. Hukuk Dairesinin 14.11.2013 tarihli ve 2013/8427 E., 2013/15913 K. sayılı kararı ile;
"... Dava, muris muvazaası hukuksal nedenine dayalı tapu iptali, tescil,tazminat ve ecrimisil isteğine ilişkindir.
Mahkemece, davanın reddine karar verilmiştir.
Dosya içeriği ve toplanan delillerden, davacılar miras bırakanı .......’ın 27.11.2008 tarihinde dul ve çocuklu olarak öldüğü geride mirasçı olarak 8 çocuğun kaldığı,murisin adına kayıtlı 3 parsel sayılı taşınmazda 6 bağımsız bölümden oluşan apartmanın 4 no’lu bağımsız bölümünü 28.12.1993 tarihinde davalılardan 21.01.1973 doğumlu oğlu ...’a satış suretiyle devrettiği, onun da söz konusu 4 no’lu daireyi 03.11.1997 tarihinde diğer davalı ...’e satış suretiyle temlik ettiği anlaşılmaktadır.
Davacılar, miras bırakanının davalıya yapmış olduğu temlikin mirasçıdan mal kaçırma amaçlı ve muvazaalı olduğunu ileri sürerek eldeki davayı açmış, mahkemece yapılan yargılama sonucu, temliklerin muvazaalı olmadığı ve muvazaa iddialarının da kanıtlanamadığı gerekçesiyle davanın reddine karar verildiği görülmüştür.
Bilindiği üzere, uygulamada ve öğretide "muris muvazaası" olarak tanımlanan muvazaa, niteliği itibariyle nispi (mevsuf-vasıflı) muvazaa türüdür. Söz konusu muvazaada miras bırakan gerçekten sözleşme yapmak ve tapulu taşınmazını devretmek istemektedir. Ancak mirasçısını miras hakkından yoksun bırakmak için esas amacını gizleyerek, gerçekte bağışlamak istediği tapulu taşınmazını, tapuda yaptığı resmi sözleşmede iradesini satış veya ölünceye kadar bakma sözleşmesi doğrultusunda açıklamak suretiyle devretmektedir.
Bu durumda yerleşmiş Yargıtay İçtihatlarında ve l.4.1974 tarih 1/2 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında açıklandığı üzere görünürdeki sözleşme tarafların gerçek iradelerine uymadığından, gizli bağış sözleşmesi de Medeni Kanunu"nun 706, Borçlar Kanunu"nun 213 (TBK m.237) ve Tapu Kanunun 26. maddelerinde öngörülen şekil koşullarından yoksun bulunduğundan, saklı pay sahibi olsun veya olmasın miras hakkı çiğnenen tüm mirasçılar dava açarak resmi sözleşmenin muvazaa nedeni ile geçersizliğinin tespitini ve buna dayanılarak oluşturulan tapu kaydının iptalini isteyebilirler.
Hemen belirtmek gerekir ki bu tür uyuşmazlıkların sağlıklı, adil ve doğru bir çözüme ulaştırılabilmesi, davalıya yapılan temlikin gerçek yönünün diğer bir söyleyişle miras bırakanın asıl irade ve amacının duraksamaya yer bırakmayacak biçimde ortaya çıkarılmasına bağlıdır. Bir iç sorun olan ve gizlenen gerçek irade ve amacın tespiti ve aydınlığa kavuşturulması genellikle zor olduğundan bu yöndeki delillerin eksiksiz toplanılması yanında birlikte ve doğru şekilde değerlendirilmesi de büyük önem taşınmaktadır. Bunun için de ülke ve yörenin gelenek ve görenekleri, toplumsal eğilimleri, olayların olağan akışı, miras bırakanın sözleşmeyi yapmakta haklı ve makul bir nedeninin bulunup bulunmadığı, davalı yanın alış gücünün olup olmadığı, satış bedeli ile sözleşme tarihindeki gerçek değer arasındaki fark, taraflar ile miras bırakan arasındaki beşeri ilişki gibi olgulardan yararlanılmasında zorunluluk vardır.
Öte yandan, miras bırakan tarafından sağlığında hak dengesini gözeten, kabul edilebilir ölçüde ve tüm mirasçıları kapsar biçimde bir paylaştırma yapılmışsa, mal kaçırmak kastından söz edilmeyeceğinden olayda 1.4.1974 tarih 1/2 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararının uygulanamayacağı da kuşkusuzdur.
Somut olaya yukarıdaki ilkeler ışığında bakıldığında, miras bırakanın adına kayıtlı 3 parsel sayılı taşınmazda 6 bağımsız bölümden oluşan apartmanda 1, 2, ve 3 nolu bağımsız bölümlerin halen muris adına kayıtlı olduğu, murisin başka eşten olma çocuğu davacı ...,aynı eşten olma çocukları davacı ..., davalı ..., dava dışı......, ....., ....., ...... ve ......"i mirasçı olarak bıraktığı, murisin dava dışı çocuğu...... ve ....."e de dava konusu 3 parselde bağımsız bölümler temlik ettiği ve onlar ve kayıt malikleri aleyhine eldeki davanın davacıları tarafından muris muvazaası hukuksal nedenine dayalı olarak dava açıldığı, davacı ... ile murisin diğer çocukları arasında Vahit"in murisin çocuğu olup olmadığına dair davanın görüldüğü ve davacı ..."in murisin çocuğu olduğunun Adli Tıp Kurumu raporu ile saptandığı ve yine aralarında tazminat davasının olduğu görülmektedir.
Esasen yukarıda da değinildiği üzere muris muvazaası hukuksal nedenine dayalı olarak açılan davaların hukuki dayanağını teşkil eden 01.04.1974 tarih ve 1/2 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında miras bırakanın gerçek iradesinin mirasçıdan mal kaçırma olması halinde uygulanabilirliğinin kabulü gerekir. Bir başka ifade ile murisin iradesi önem taşımaktadır.
Mahkemece toplanan deliller yukarıda açıklanan ilkeler çerçevesinde değerlendirildiğinde, miras bırakının yapmış olduğu temlikle ilgili olarak gerçek amaç ve iradesinin mirasçıdan mal kaçırmak olduğu ve bu amaçla temliklerin gerçekleştirildiği gözetildiğinde işlemin muvazaalı olduğu tartışmasızdır. Diğer davalı ..."in ise bedel ödediğini kanıtlayamadığı ve davalı ..."in komşusu olduğu anlaşıldığından taraflar arasındaki ilişkiyi bilen veya bilebilecek durumda olup, iyiniyet iddiasında bulunamayacağı açıktır.
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu"nun 07.02.1990 tarih ve 1989/3–602 Esas 1990/56 karar sayılı ilamında kabul edildiği gibi murisin mirasçılarından mal kaçırmak amacıyla yaptığı muvazaaya dayanan devir ve temlikler geçersiz olduğundan, davaya konu taşınmazı muvazaalı olarak iktisap eden davalının işgali iyi niyetli sayılamaz ve kendisinden mal kaçırılan davacılar, murisin ölüm tarihinden başlayarak dava tarihine kadar geçen süre için ecrimisil isteyebilirler.
Bilindiği üzere; muvazaa nedenine dayalı olarak verilen kararlar yenilik doğurucu değil, açıklayıcı nitelik taşırlar.
Bu suretle oluşan kararlara konu işlemler yapıldıkları tarihten itibaren butlanla malüldür ve yapılmamış sayılırlar.
Öte yandan, muvazaalı işleme taraf olan, kişinin iyiniyetli olduğundan sözetme olanağı da yoktur. Tarafı bulunduğu işlem yok hükmünde olup, bu suretle oluşan tescil de yolsuz tescil niteliğinde olduğundan, murisin ölüm tarihinden itibaren ecrimisil talep edilebilir.
Hal böyle olunca açılan tapu iptali ve tescil davasının kabulü ile belirlenecek ecrimisil miktarına hükmedilmesi gerekirken yanılgılı değerlendirme ile yazılı olduğu üzere hüküm kurulmuş olması doğru değildir..."
gerekçesi ile bozularak dosya yerine geri çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
HUKUK GENEL KURULU KARARI
Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki belgeler okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Dava, muris muvazaası hukuksal nedenine dayalı tapu iptali ve tescil, olmadığı takdirde tazminat ve ecrimisil isteğine ilişkindir.
Davacılar vekili, tarafların ortak murisi (babaları) ......."ın 27.11.2008 tarihinde dul olarak öldüğünü, geride tamamı çocukları olan sekiz mirasçısının kaldığını, davaya konu 3 parselde kayıtlı altı adet bağımsız bölümden oluşan apartmanın muris adına kayıtlı iken, murisin 4 numaralı daireyi 28.12.1993 tarihinde davalı ..."a satış suretiyle temlik ettiğini, Muammer"in ise öteki mirasçıların dava açarak hak taleplerini engellemek amacıyla taşınmazı 03.11.1997 tarihinde davalı ..."e sattığını, bunun gerçek bir satış olmadığını, adı geçen davalının halen davalı ..."e aylık 700TL kira ödediğini, esasen tüm temliklerin baştan itibaren muvazaalı olduğunu, keza murisin 5 numaralı daireyi 21.10.1993 tarihinde dava dışı oğlu...... Bıyık"a, 6 numaralı daireyi ise 05.02.1993 tarihinde diğer oğlu ..... Bıyık"a tapuda satış göstermek suretiyle devrettiğini, mirasçıdan mal kaçırma amacı taşıyan temliklerin satış değil bağış niteliğinde olduğunu, keza Sosyal Güvenlik Kurumundan emekli olan murisin o tarihlerde paraya ihtiyacının bulunmadığını, ölünceye kadar apartman dairelerinden birinde oğlu...... ile oturup, diğer beş dairenin de kirasını aldığını, evladına daire satmak için hiç bir haklı nedeninin bulunmadığını, taşınmazın 1977-1978 yıllarında muris ile davacı ... tarafından inşa edildiğini, murisin bu altı bağımsız bölüm dışında başka bir mal varlığının da olmadığını ileri sürerek, tapu kaydının davacıların miras payı oranında iptal edilerek adlarına tesciline, bunun mümkün olmaması halinde bu paylara isabet eden bedelin tahsiline ve ayrıca dava tarihinden geriye doğru beş yıllık dönem için fazlaya ilişkin hakları saklı kalmak üzere 1.000,00TL ecrimisilin tahsiline karar verilmesini talep ve dava etmiştir.
Davalı ... vekili, iddianın gerçek dışı olduğunu, satışın yapıldığı 1993 yılında murisin emekli olmadığını, çalışmadığı için sigorta primlerini isteğe bağlı olarak kendisi ödeyerek 1998 yılında emekli olduğunu, paraya ihtiyaç duyduğu için taşınmazı sattığını, zira eşinin kanser hastası olduğunu, sağlık güvencesi bulunmadığından tedavi için murisin yüklü miktarda masraf yapıp borçlandığını, bu arada murisin oğlu...... ile oturmadığını, 3 numaralı dairede oturduğunu ve bu dairenin halen içindeki eşyalar ile durduğunu, kızı ......"nin nişan ve düğün masrafları ile eşinden boşanarak eve dönen kızı ..... ve çocuklarının geçim masrafları nedeniyle de murisin çok ciddi olarak paraya ihtiyaç duyduğunu, ayrıca yeniden evlenmek için de bir kenarda parası olsun istediğini tüm bu nedenlerle davacı ..."da dahil olmak bütün çocuklarını toplayarak daireleri 30.000.000TL bedelle satacağını, kendilerinin almaması halinde müteahhit Metin Hiçyılmaz"ın bu fiyattan alacağını söylediğini, davalı ... ve iki kardeşinin oturdukları daireleri bu tutarı ödeyerek satın aldıklarını, davacı ..."ın ise bir iki bilezik getirip üstünü sonra ödeyeceğini söylediğini, ancak murisin bunu kabul etmediğini, bu şekilde öncelikle çocuklarına teklifte bulunmasının toplumun geleneklerine uygun olduğunu, murisin aldığı paranın büyük bir kısmını Türk Ticaret Bankası Altınyol Şubesinde kızı ...... ile birlikte açtığı hesaba yatırdığını, taşınmazın gerçek değerinin 30.000.000TL olduğunu ancak bedelin tapuda düşük gösterildiğini, davalı ..."in satış tarihinden çok öncesinden beri kardeşleri...... ve ..... ile birlikte müteahhitlik yaptığını, satış bedelinin bir kısmını sattığı araç bedeliyle, kalan kısmını ise birikimleri ve eşinin altınlarını bozdurarak karşıladığını, murisin de 1995 ve 1998 yıllarında iki kez imam nikahı kıydığını ve yüklü miktarda altın taktığını, aracılara da para verdiğini, tüm bunları satış bedelleri ile karşıladığını, terekeden mal kaçırma amacındaki murisin kalan üç daireyi kendi üzerinde tutmayacağını, diğer taraftan davalı ..."in taşınmazı 200.000.000TL bedelle ..."e sattığını, onun da aldıktan sonra yüksek miktarda para harcayarak evi tamamen yenilediğini, muvazaalı bir temlikte bu denli bir masraf yapılmasının mümkün olmadığını, davalı ..."in ise satıştan elde ettiği parayla minibüs alıp iki yıl boyunca servis taşımacılığı yaptığını, davalılar arasında muvazaalı temlik bulunduğu yönündeki iddianın da doğru olmadığını belirterek, davanın reddine karar verilmesini istemiştir.
Davalı ... vekili, müvekkilinin tapu sicilindeki kayda iyi niyetle güvenerek iktisapta bulunduğunu, bunun aksini ispat yükünün davacı tarafa ait olduğunu, davalı ..."in taşınmazı satın aldıktan dört yıl sonra müvekkiline sattığını, muvazaalı bir devir için dört yıl beklemeyeceğini, müvekkilinin diğer davalıya 700,00TL kira ödediği yönündeki iddianın gerçek dışı olduğunu, keza dava tarihindeki rayiç kirasının bile ancak 350,00TL olduğunu, davalının evi satın aldıktan sonra hemen hemen satış parası kadar masraf yaparak taşınmazı baştan sona yenilediğini, tüm tesisatını değiştirdiğini, muvazaalı bir satışta bu denli büyük bir masraf yapmasının mümkün olmadığını, böyle bir durumun hayatın olağan akışına aykırı olduğunu, taşınmazı satan Muammer"in de elde ettiği para ile bir minibüs alarak iki yıl boyunca servis taşımacılığı yaptığını, ortada danışıklı bir temlikin bulunmadığını, ecrimisil talebinin de haksız olduğunu belirterek davanın reddine karar verilmesini istemiştir.
Yerel mahkemece, davacı tanıkları taşınmazın bedelsiz olarak satıldığı beyanında bulunmuş ise de beyanlarının duyumdan ibaret olduğu, davalı tanıklarının birbirini destekleyen samimi beyanlarına göre murisin eşi öldükten sonra daireleri öncelikle çocuklarına 30.000.000TL bedelle satmayı önerdiği, bu bedeli veren çocuklarına daireleri sattığı, iradesinin diğer mirasçılardan mal kaçırmak olmadığı, aynı teklifi davacılara da yaptığı ancak davacıların taleplerinin olmadığı, bu nedenle muvazaanın sabit olmadığı, yine davalılar arasındaki satışın muvazaalı olduğuna ilişkin bir delil sunulmadığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir.
Davacılar vekilinin temyizi üzerine karar, Özel Dairece yukarıda karar başlığında açıklanan gerekçelerle bozulmuştur.
Mahkemece, murisin üzerine tescilli üç dairesinin daha bulunduğu, mal kaçırmayı amaçlaması halinde bu daireleri de devredebileceği halde bunu yapmadığı, tapuda gösterilen bedel ile gerçek değer arasındaki farkın da tek başına muvazaanın varlığını kabul etmek için yeterli olmadığı, ayrıca paraya ihtiyacı olan murisin bütün çocuklarına aynı teklifi yaptığı, gerçek iradesinin mal kaçırmak olmadığı gerekçesiyle önceki kararda direnilmiş, direnme kararı davacılar vekilince temyiz edilmiştir.
Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; ortak miras bırakan tarafından davalı oğluna satış suretiyle yapılan temlikin gerçekte mirasçıdan mal kaçırma amaçlı ve muvazaalı olup olmadığı, ikinci el konumundaki davalı ..."in de muvazaayı bilen ya da bilmesi gereken kişilerden olup olmadığı, burada varılacak sonuca göre tapu iptali ve tescil isteğinin kabulüne ve bu bağlamda murisin ölüm tarihi ile dava tarihi arası için belirlenecek ecrimisilin tahsiline karar verilmesinin gerekip gerekmediği noktasında toplanmaktadır.
İrade ve beyan arasında bilerek yaratılan uyumsuzluk şeklinde tanımlanan muvazaa, pozitif hukukumuzda 6098 sayılı Türk Borçlar Kanununun 19. (mülga 818 sayılı Borçlar Kanununun 18.) maddesinde düzenlenmiş ve anılan maddede, "Bir sözleşmenin türünün ve içeriğinin belirlenmesinde ve yorumlanmasında, tarafların yanlışlıkla veya gerçek amaçlarını gizlemek için kullandıkları sözcüklere bakılmaksızın, gerçek ve ortak iradeleri esas alınır." hükmüne yer verilmiştir.
Buna göre muvazaa; tarafların üçüncü kişileri aldatmak amacı ile ve fakat kendi gerçek iradelerine uymayan ve aralarında hüküm ve sonuç doğurmayan bir görünüş yaratmak hususunda anlaşmalarıdır, şeklinde tanımlanabilir.
Muvazaa daha çok sözleşmenin yorumuyla ilgili olduğundan, öğreti ve uygulamada kapsamlı olarak incelenmiş ve belirli kurallara bağlanmıştır. Gerek öğretide ve gerekse uygulamada muvazaa, mutlak ve nispi muvazaa olarak iki gruba ayrılmaktadır; mutlak muvazaada taraflar herhangi bir hukuki işlem yapmayı (oluşturmayı) istemezler, yalnız görünüşte bir hukuki işlem için gerekli irade açıklamasında bulunurlar; nispi muvazaada ise taraflar gerçekten belli bir hukuki işlem yapmak isterler, ancak onu saklamak amacıyla, bir başka hukuki işlemin kurulduğu görünüşünü/intibaını yaratmak üzere irade açıklamasında bulunurlar.
Taraflar ister yalnız bir görünüş yaratmayı, ister ikinci bir gizli işlem yapmayı arzu etmiş olsunlar, görünüşteki (zahiri) işlem tarafların gerçek iradelerine uymadığından, ilke olarak herhangi bir sonuç doğurmaz. Muvazaada görünüşteki işlemin her türlü hukuki sonuçtan yoksun olması, tarafların ortak iradelerinin bu yolda olmasından kaynaklanmaktadır.
Eldeki davanın konusunu oluşturan ve "muris muvazaası" olarak isimlendirilen muvazaa türünün ise Türk Hukukunda büyük bir yeri ve önemi vardır. Muvazaa davalarının büyük bölümü muris muvazaasına ilişkin bulunmaktadır.
Az yukarıda açıklanan Türk Borçlar Kanununun genel hükmü dışında muris muvazaasına ilişkin bir düzenleme kanunlarımızda yer almamaktadır. Muris muvazaası kaynağını daha çok Yargıtay İçtihatlarından ve bilimsel görüşlerden almakta ise de esas kaynağını 1.4.1974 tarih ve 1/2 sayılı İçtihatları Birleştirme Kararı oluşturmaktadır.
1.4.1974 tarih ve 1/2 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı ile "Bir kimsenin; mirasçısını miras hakkından yoksun etmek amacıyla, gerçekte bağışlamak istediği tapu sicilinde kayıtlı taşınmaz malı hakkında tapu sicil memuru önünde iradesini satış doğrultusunda açıklamış olduğunun gerçekleşmiş bulunması hâlinde, saklı pay sahibi olsun ya da olmasın miras hakkı çiğnenen tüm mirasçıların, görünürdeki satış sözleşmesinin Borçlar Kanununun 18. maddesine dayanarak muvazaalı olduğunu ve gizli bağış sözleşmesinin de şekil koşulundan yoksun bulunduğunu ileri sürerek dava açabileceklerine ve bu dava hakkının geçerli sözleşmeler için söz konusu olan Medeni Kanunun 507 ve 603. maddelerinin sağladığı haklara etkili olmayacağına" karar verilmiştir.
Anılan kararın salt adalet duygusu ve kamu vicdanını rahatsız edebilecek sonuçlar doğurduğu gerekçesiyle değiştirilmesi için yapılan başvuru üzerine Yargıtay İçtihatları Birleştirme Büyük Genel Kurulunun 16.3.1990 tarih ve 1989/1 E., 1990/2 K. sayılı kararında ise, "...Bu karar toplumun özel koşul ve gereksinimleri dikkate alınarak çıkarılmıştır. Şöyle ki, özellikle küçük kırsal bölgelerde kız çocuklarını mirastan mahrum etmek amacıyla muris, erkek çocuğu ile anlaşarak gerçekte bağışlama istediği malvarlığını, kötüniyetle satış göstermek suretiyle devir işlemini gerçekleştirmektedir. Bunun yanında eşin ölümü veya boşanma sebebiyle yeniden evlenen erkek, önceki eşinden olma çocuklarını sonraki eşin etkisiyle mirastan mahrum etmek amacıyla sonraki çocuklara gerçekte bağışlamak istediği malvarlığını satış göstermek suretiyle onlara intikal ettirmektedir. İşte, 1.4.1974 gün ve 1/2 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı esas itibariyle muvazaalı tasarruflar karşısında gerek kız çocuklarını erkek çocuklarla eşit miras hakkına kavuşturmak ve gerekse murisin çocukları arasında eşitliği sağlamak amacıyla çıkarılmış olup, bu düzenlemenin toplumun ihtiyaçlarına cevap verdiği ve hukuk önünde eşitliği sağladığı tartışma götürmeyecek kadar açıktır. Bu çözüm tarzının değiştirilmesini haklı kılacak hiç bir neden görülmemiştir." şeklindeki açıklamalarla 1.4.1974 gün ve 1/2 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararının Türk Hukukunda benimsenmesinin sebeplerine de değinilerek, değiştirilmesine yer olmadığına karar verilmiştir.
1.4.1974 gün ve 1/2 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı, miras bırakanın tapulu taşınmazlarının temliklerinde yaptığı muvazaalı işlemlere ilişkindir.
Muris muvazaasında, miras bırakan ile sözleşmenin karşı tarafı, aralarında yaptıkları bağış sözleşmesini genellikle satış veya ölünceye kadar bakma sözleşmesi ile gizlemektedirler. Başka bir anlatımla, miras bırakan ile karşı taraf malın gerçekten temliki hususunda anlaşmışlardır. Görünüşteki ve gizlenen sözleşmelerin her ikisinde de samimi olarak temlik istenmektedir. Ne var ki, görünüşteki satış veya ölünceye kadar bakma sözleşmesinin vasfı (niteliği) muvazaalı sözleşme ile değiştirilmekte, ayrıca gizli bir bağış sözleşmesi düzenlenmektedir. Görünüşteki sözleşmenin vasfı (niteliği) tamamen değiştirildiğinden, muris muvazaası aynı zamanda "tam muvazaa" özelliği de taşımaktadır.
Muris muvazaası da öteki nispi (mevsuf-vasıflı) muvazaalar gibi dört unsurdan oluşur.
a-Görünüşteki Sözleşme: Miras bırakanın, mirasçıdan mal kaçırmak, onların kendilerinden mal kaçırıldığı yönünde yapacakları itirazları, açacakları davaları önlemek, başka bir anlatımla onları aldatmak için karşı taraf ile anlaşarak, gerçek iradesine uygun düşmeyecek ve hiçbir hüküm ve sonuç doğurmayacak biçimde düzenlediği sözleşmeye görünüşteki sözleşme denir.
b-Üçüncü Şahısları (Mirasçıları) Aldatmak Amacı: Muris muvazaasına bu açıdan bakıldığında, öteki nispi muvazaalardan farkı mirasçıları aldatmak amacıyla yapılmasıdır. Daha açık anlatımıyla, muris muvazaasında aldatmak isteyen (muvazaalı işlem yapan) miras bırakan, aldatılmak istenen ise mirasçıdır. Oysa muris muvazaası dışında kalan mutlak ve nispi muvazaalarda aldatılmak istenen üçüncü kişinin mirasçı olması şart değildir.
Muvazaalı sözleşme yapıldığı sırada mal kaçırılmak, aldatılmak istenen bir mirasçının veya mirasçıların bulunması, aldatmak amacının (kastının) gerçekleşmesi için yeterlidir. Bu durumda miras bırakanın ölüm tarihine göre mirasçı olan ve terekeden miras hakkı alması gereken mirasçının, kendisinin henüz mirasçılık sıfatını kazanmadığı tarihte yapılan muvazaalı işleme karşı durarak, muvazaanın tespiti için murisin ölümünden sonra dava açmakta hukuki yararının ve hakkının bulunduğu açıktır. Muvazaalı sözleşmenin yapıldığı tarihte mirasçı olmamasının muvazaa davası açma hakkına hiçbir etkisi yoktur. Esasen bir mirasçı muvazaa nedeniyle açtığı bir iptal ve tescil davası sonunda muris muvazaasının varlığını ispat edip o taşınmazın terekeye dönmesini sağladığı takdirde, muvazaalı sözleşme tarihinde mirasçı olmayıp da, miras bırakanın ölüm tarihinde mirasçılık sıfatını kazanan mirasçı o taşınmazdan pay aldığına göre, kendisine, muvazaalı sözleşme tarihinde mirasçı olmaması nedeniyle dava açma hakkı tanınmaması açık bir çelişki yaratacağı gibi, hukuk mantığına da uygun düşmez.
Miras bırakan sağlığında mallarını mirasçıları arasında, makul ölçüler içerisinde, dengeli bir biçimde paylaştırmışsa, artık mirasçıdan mal kaçırmak, onları aldatmak kastı ve iradesi bulunmadığından, muris muvazaasından söz etmek mümkün olmaz.
Bu gibi temliklerde miras bırakanın amacı mirasçıdan mal kaçırmak değil, mallarını sağlığında mirasçılar arasında pay etmektir. Uygulamada “denkleştirme” olarak da tanımlanan bu paylaştırmanın kabulü için, miras bırakanın tüm mirasçılar arasında paylaştırma yapması, paylaştırmada tam bir eşitlik olmasa dahi makul ve hoşgörü ile karşılanabilecek bir denge kurması gerekir.
Miras bırakan sadece mirasçılardan birine veya birkaçına pay vermişse veya paylaştırmada makul ve hoşgörü sınırlarını aşan bir dengesizlik bulunuyorsa, paylaştırma değil mirasçıdan mal kaçırma amacı üstün tutulmuş sayılacağından, aldatmak unsuru teşekkül edecektir. Bu takdirde de pay almayan veya az pay verilen mirasçı veya mirasçıların dava açmak hakları doğacaktır.
Denkleştirmenin var olup olmadığının anlaşılabilmesi içim tüm mirasçılara verilen mal ve kıymetlerin; tanık dinlemek, ilgili mercilerden bilgi ve belge istemek, tüm taraf delillerini toplamak, uzman bilirkişi aracığı ile her bir mirasçıya verilen mal ve değerleri birbirleri ile kıyaslamak gerekir.
c-Tarafların Beyanları ile İradeleri Arasında İsteyerek Meydana Getirdikleri Uyumsuzluğu Açıklayan Muvazaa Anlaşması: Muris muvazaasındaki muvazaa anlaşması, miras bırakan ile karşı taraf arasında görünüşte yapılan sözleşmenin niteliğini değiştiren sözleşmedir.
Muvazaa sözleşmesi hiçbir şekil koşuluna bağlı değildir. Yazılı yapıldığı gibi çok kez de sözlü yapılabilmektedir. Uygulamada muvazaa anlaşmasının çok zaman gizli sözleşme ile bir arada, hatta onunla iç içe yapıldığı görülmektedir. Ancak gizli sözleşme ile birlikte yapılması muvazaa sözleşmesinin ayrı bir sözleşme olması niteliğini ortadan kaldırmaz.
Gerek "taraf" gerekse "muris muvazaasında" muvazaa anlaşmasının varlığı muvazaanın oluşması için şarttır. Muvazaa anlaşmasını miras bırakan bizzat veya vekili aracılığı ile yapabilir. Miras bırakanın görünüşteki sözleşmeyi bizzat yapması, muvazaa anlaşmasını vekili aracılığı ile yapmasına engel teşkil etmez.
Muvazaa anlaşmasının görünüşteki sözleşmeden önce veya en geç onunla aynı zamanda yapılması gerekir. Daha sonra yapılan sözleşme bu muvazaa sözleşmesini değil, önceki geçerli sözleşmeyi değiştiren ikinci bir sözleşme niteliğini taşır.
d-Gizli Sözleşme: Muris muvazaasının son unsuru, tüm nispi muvazaalarda olduğu gibi gizli sözleşmedir. Miras bırakan malını bağış yoluyla devretmek istemekte, bu iradesine uygun bir sözleşme yapmaktadır. Ne var ki, bu sözleşmeyi gerçek iradesine uygun olmayan başka nitelikteki bir sözleşmenin arkasına gizlemektedir. Gerçek iradesine uygun olmayan, bilinen ve açıklanan sözleşmeye "görünüşteki sözleşme", gerçek iradesine uygun olan, ancak saklanan, gizli kalan sözleşmeye de "gizli sözleşme" denmektedir.
Muris muvazaasında gizli sözleşme daima bağış sözleşmesi şeklinde yapılmaktadır. O halde muris muvazaasında öteki mirasçılardan gizlenen, malın temliki değil, temlik sözleşmesinin niteliğidir. Gizli sözleşme bulunmadığı takdirde muris muvazaasından söz etme olanağı yoktur.
Bu noktada; görünürdeki sözleşme tarafların gerçek iradelerine uymadığından, gizli sözleşme de şekil koşullarından yoksun bulunduğundan, miras hakkı çiğnenen tüm mirasçılar resmi sözleşmenin muvazaa nedeniyle geçersizliğinin tespitini ve tapu kaydının iptalini isteyebilirler.
Saklı pay sahibi olsun veya olmasın, her mirasçı mirastan mal kaçırmak amacıyla miras bırakan tarafından yapılan muvazaalı sözleşmenin geçersizliğinin tespitini, bu sözleşmeye dayanılarak bir tapu kaydı oluşmuşsa tapu kaydının iptali ile pay oranında adına tescilini veya eski hâle getirilmesini (terekeye döndürülmesini) isteyebilir. Mirasçı, muvazaalı sözleşmenin dışında kaldığından ve ona karşı koyduğundan üçüncü kişi durumundadır. Her ne kadar mirasçı muvazaalı sözleşme yapan kişinin ardılı (külli halefi) ise de miras bırakan muvazaalı sözleşme yaparak kanunen kendisine intikal etmesi gereken miras hakkına mani olup onun tamamını veya bir bölümünü başkasına intikal ettirdiğinden, bu sözleşmeye karşı koymakta, onun geçersizliğini istemektedir.
Görülüyor ki, miras bırakanın iradesi ile mirasçının yararı çatışmaktadır. Bir bakıma mirasçı kanuni hakkını miras bırakana karşı korumaya çalışmaktadır. Miras bırakanın iradesine karşı dava açmaktadır. Bu itibarla muris muvazaası davasında mirasçının üçüncü kişi sıfatıyla hareket ettiği kuşkusuzdur.
Elbette miras bırakan saklı pay dışındaki mallarını kanunların öngördüğü biçimde serbestçe tasarruf etme ve başkasına dilediği gibi temlik etme hakkına sahiptir. Ancak mallarını kanuna uymayan şekilde temlik ettiği takdirde, öldükten sonra zarar gören mirasçının bu tasarrufa karşı koyma, geçersizliğinin tespitini isteme hakkının bulunduğunun da kabulü gerekir.
Öteki deyişle, miras bırakanın nasıl ki saklı pay dışındaki mallarını kanuna uygun biçimde devretme hakkı varsa, mirasçının da miras bırakanın kanuna aykırı biçimde düzenlediği ve kendisini miras hakkından yoksun bırakan hukuki tasarruflarına karşı koyma, yapılan temlik ve tescilin iptalini isteme hakkı vardır.
Asıl olan miras bırakanın terekesinin kanunlarda öngörülen şekilde mirasçılarına intikal etmesidir. Miras bırakanın saklı pay dışındaki mallarda dilediği gibi tasarruf etme hakkı varsa da, bu temliki yaparken kanunlarda öngörülen şekil koşuluna uymak zorundadır. Şekil koşuluna uyulmadığı taktirde, kanun gereği malik olacak mirasçının şekil noksanlığından dolayı bu temlikin iptalini istemekte hukuki yararı vardır.
Bununla birlikte, miras bırakan bağış sözleşmesini görünüşte satış veya ölünceye kadar bakma sözleşmesi gibi ivazlı bir sözleşme arkasına gizleyerek, mirasçının saklı payını da temlik etmiştir. Miras bırakanın bu kötü niyeti ve onunla işbirliği içerisindeki karşı tarafın kötü niyete dayanan hakkı kanun tarafından korunamaz.
Muris muvazaası davası açacak kişinin muvazaalı sözleşme yapan miras bırakanın mirasçısı olması yeterlidir. Saklı pay sahibi mirasçı olması gerekmez. Dava açan mirasçı üçüncü kişi durumunda olduğundan, davasını her türlü delil ile ispat edebilir.
Nitekim aynı ilkeler Hukuk Genel Kurulunun 16.06.2010 tarih ve 2010/1-295 E., 2010/333 K. sayılı kararında da benimsenmiştir.
Belirtilmelidir ki bu tür uyuşmazlıkların sağlıklı, adil ve doğru bir çözüme ulaştırılabilmesi, davalıya yapılan temlikin gerçek yönünün diğer bir söyleyişle miras bırakanın asıl irade ve amacının duraksamaya yer bırakmayacak biçimde ortaya çıkarılmasına bağlıdır. Bir iç sorun olan ve gizlenen gerçek irade ve amacın tespiti ve aydınlığa kavuşturulması genellikle zor olduğundan bu yöndeki delillerin eksiksiz toplanılması yanında birlikte ve doğru şekilde değerlendirilmesi de büyük önem taşınmaktadır. Bunun için de ülke ve yörenin gelenek ve görenekleri, toplumsal eğilimleri, olayların olağan akışı, miras bırakanın sözleşmeyi yapmakta haklı ve makul bir nedeninin bulunup bulunmadığı, davalı yanın alım gücünün olup olmadığı, satış bedeli ile sözleşme tarihindeki gerçek değer arasındaki fark, taraflar ile miras bırakan arasındaki beşeri ilişki gibi olgulardan yararlanılmasında zorunluluk vardır.
Tüm bu açıklamalar ışığında somut olaya bakıldığında; davacılar ve davalının kardeş, murisin ise tarafların babası olduğu, murisin davacı ... dışındaki çocuklarının eşi Keziban ile ortak çocukları oldukları, Vahit"in ise evlilik dışı ilişkisinden 1959 yılında dünyaya geldiği ve 14.01.1976 tarihinde baba hanesinde nüfusa kaydedildiği, ancak nüfustaki kaydına rağmen murisin adı geçen oğlunun varlığını ölünceye kadar ailesinden ve çevresinden gizlediği, diğer taraftan davaya konu bağımsız bölümle birlikte üzerinde toplam altı daire bulunan apartmanın tamamı muris adına kayıtlı iken murisin 4 numaralı bağımsız bölümü 28.12.1993 tarihinde davalı ..."a, 5 numaralı bağımsız bölümü 21.10.1993 tarihinde oğlu...... Bıyık"a, 6 numaralı bağımsız bölümü ise 05.02.1993 tarihinde oğlu ..... Bıyık"a satış suretiyle temlik ettiği, dava konusu taşınmazın devrine esas resmî akitte gösterilen bedelin 20.000.000TL, mahkemece yapılan keşif sonucunda saptanan gerçek bedelin ise çok daha yüksek olduğu, murisin mal varlığının ise bahsi geçen bu altı bağımsız bölümden ibaret olduğu anlaşılmaktadır. Değerler arasında açık ve aşırı bir fark bulunduğu gibi miras bırakanın aynı yıl içerisinde üç ayrı taşınmazını birden satmasını gerektirecek nitelikte büyük bir ihtiyaç durumu dosyaya yansımamıştır. Ayrıca davalı ... temlik tarihinde yirmi yaşında olup, satış bedelinin bir kısmını eşinin altınlarını bozdurmak suretiyle temin ettiğini savunmuş ise de nüfus kayıtlarına göre temlikten çok sonra 1999 yılında evlendiği, böyle olunca alım gücünün bulunduğunu kanıtlayamadığı anlaşılmış; davacı tanıklarının murisin o yıllarda durumunun iyi olduğu, taşınmaz satmaya ihtiyacının bulunmadığı ve dava konusu bağımsız bölümü davalıya bağışladığı yönündeki beyanları da dikkate alındığında, Kurul çoğunluğu tarafından miras bırakanın terekeden mal kaçırma iradesiyle hareket ettiği ve yapılan temlikin gerçekte satış olmayıp bağış niteliğinde olduğu sonuç ve kanaatine varılmıştır.
Muris tarafından yapılan temlikin danışıklı olduğunun anlaşılmasından sonra eldeki davada halen kayıt maliki olan davalı ..."in iyi niyetli olup olmadığı ve dolayısıyla ikinci temlikin korunup korunmayacağı hususunun tartışılması gerekmektedir.
Hukukumuzda diğer çağdaş hukuk sistemlerinde olduğu gibi kişilerin huzur ve güven içerisinde alış verişte bulunmaları, satın aldıkları şeylerin ileride kendilerinden alınabileceği endişelerini taşımamaları, dolayısıyla toplum düzenini sağlamak düşüncesiyle, alan kişinin iyi niyetinin korunması ilkesi kabul edilmiştir.
Belirtilen bu ilke Türk Medeni Kanununun (TMK) 1023. maddesinde aynen "Tapu kütüğündeki tescile iyi niyetle dayanarak mülkiyet veya bir başka aynî hak kazanan üçüncü kişinin bu kazanımı korunur." şeklinde yer almış; aynı ilke tamamlayıcı madde niteliğinde bulunan 1024. maddesinde başka bir şekilde tekrarlanarak, "Bir aynî hak yolsuz olarak tescil edilmiş ise, bunu bilen veya bilmesi gereken üçüncü kişi bu tescile dayanamaz." denilerek, iyi niyetli olmayan üçüncü kişilerin kazanımı hükümsüz sayılmıştır.
Anılan yasal düzenlemeye göre, tapu sicilinde ismi geçen kişinin gerçek hak sahibi olduğuna inanan veya kendinden beklenen tüm özeni göstermesine rağmen gerçek malik olmadığını, tapu sicilinde yolsuzluk bulunduğunu bilmesi imkânsız olan kişinin iktisabı korunur. Bu nedenle iktisapta bulunan kişinin iyi niyetli olup olmadığının tam olarak tespiti büyük önem taşımaktadır. Yüzeysel ve şekilci bir araştırmanın büyük mağduriyetlere yol açacağı, kişilerin Devlete ve adalete olan güvenini sarsacağı, yasa koyucunun amacının da ilk bakışta şeklen iyi niyetli gözükeni değil, gerçekten iyi niyetli olan kişiyi korumak olduğu hususlarının daima göz önünde tutulması, bu yönde tüm delillerin toplanıp derinliğine irdelenmesi ve değerlendirilmesi gerekmektedir.
Somut olayda ikinci temlikin yapıldığı ve hâlen kayıt maliki olan davalı ..."in taşınmazı kendisine devreden diğer davalının sırf komşusu olması nedeniyle muvazaalı temliki bilen ya da bilmesi gereken kişi olarak kabulü mümkün değildir.
O hâlde, dosyadaki araç kayıtlarından davalı ..."in çekişmeli taşınmazın satışından yaklaşık beş ay sonra 18 kişilik bir minibüs satın aldığı ve bu hususun adı geçen davalının evin satışından elde ettiği para ile minibüs alarak iki yıl boyunca servis taşımacılığı yaptığı yönündeki savunma ile uyumlu olduğu gözetilerek, son kayıt malikinin iyi niyetli olup olmadığının yukarıdaki ilkeler uyarınca araştırılması, öncelikle taşınmazın kim ya da kimler tarafından kullanıldığının duraksamaya yer bırakmayacak şekilde saptanması, ikinci devrin yapıldığı tarih itibariyle gerçek değerinin ne olduğunun belirlenmesi, ayrıca hiç kimsenin emaneten kendisine devredilen taşınmaza büyük harcama gerektiren tadilatlar yapmayacağı dikkate alınarak davalı tarafça gösterilen ancak dinlenmeyen tanıkların bu konudaki beyanlarının alınarak davalı ..."in evi satın aldıktan sonra savunmasında belirttiği gibi büyük bir tadilat yaptırıp yaptırmadığı hususunun açıklığa kavuşturulması ve iyi niyet konusunda hükme yeterli bir araştırma yapıldıktan sonra karar verilmesi gerekmektedir.
Hukuk Genel Kurulundaki görüşmeler sırasında, davacı tarafça murisin diğer mirasçılarından mal kaçırmasını gerektirir bir nedeninin varlığının ortaya konulup kanıtlanamadığı gibi dosyada dinlenen davacı tanık beyanlarının da soyut ifadelerden ibaret olduğu, murisin gerçek irade ve amacının ortaya çıkarılması için tarafların kız kardeşi olan ve davalı tanığı olarak beyanda bulunan ......, ...... ve ....."in beyanlarının önemli olduğu, keza bu kişilerin olayların içinde oldukları gibi davanın kazanılmasında menfaatlerinin de bulunduğu, bu beyanlar ile dosya kapsamı bir arada değerlendirildiğinde sosyal güvencesi bulunmayan murisin kanser hastası olan ve 1991 yılında vefat eden eşi için tedavi giderleri yaptığı, diğer taraftan önceden ilk iki katı tamamlanan binadaki diğer dairelerin davalı ve dava dışı kardeşleri ..... ile......"nin emek ve katkılarıyla yaptırıldığı, 1993 yılına gelindiğinde murisin emeklilik prim borçlarını ödemek için paraya ihtiyacı olduğu, bu sebeple çocuklarını toplayarak öncelikle daireleri içinde oturan çocuklarına satmak istediğini açıkladığı, bunun üzerine davalı ve iki kardeşinin oturdukları daireleri aynı yılın değişik tarihlerinde bedellerini ödeyerek satın aldıkları, dairelerin yapımındaki katkıları nedeniyle satış bedellerinin düşük tutulmasının normal olduğu, kaldı ki tapuda gösterilen bedelin gerçek değere göre düşük olmasının tek başına muvazaa olgusunun kabulü için yeterli olmadığı, murisin satış bedelinin bir kısmıyla prim borçlarını ödeyerek ileriki yıllarda emekli olduğu, bir kısmını ise eşinin ölümünden sonra iki kez imam nikahı kıyması nedeniyle ev eşyaları ve aldığı altınlar için harcadığı, ayrıca satış tarihinden sonra bir kızını evlendirdiği, boşanarak eve dönen diğer kızı ve çocuklarına baktığı, yine dosyada mevcut banka kayıtlarına göre paranın bir kısmını da müstakil olarak kendi adına açtırdığı hesaplar ile kızı ..."la açtırdıkları ortak hesaba yatırdığının anlaşıldığı, altı ayrı bağımsız bölümün maliki olan murisin mal kaçırma amacını taşıması halinde bunların tamamını devretme olanağı varken sadece üçünü satmış olmasının da mal kaçırma kastının bulunmadığını gösterdiği, tüm bu hususlara değinen yerel mahkeme kararının yerinde olup onanması gerektiği görüşü ileri sürülmüş ise de bu görüş yukarıda açıklanan gerekçelerle Kurul çoğunluğu tarafından benimsenmemiştir.
Hâl böyle olunca; direnme kararı yukarıda açıklanan bu değişik gerekçe ve nedenlerden dolayı bozulmalıdır.
SONUÇ: Davacılar vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile direnme kararının yukarıda açıklanan değişik gerekçe ve nedenlerden dolayı 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanununun Geçici 3. maddesine göre uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanununun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA, istek hâlinde temyiz peşin harcının yatıranlara geri verilmesine, aynı Kanunun 440. maddesi uyarınca kararın tebliğ tarihinden itibaren on beş gün içerisinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere 21.03.2019 tarihinde yapılan ikinci görüşmede oy çokluğu ile karar verildi.