Esas No: 2015/2925
Karar No: 2019/277
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu 2015/2925 Esas 2019/277 Karar Sayılı İlamı
"İçtihat Metni"
MAHKEMESİ :İş Mahkemesi
Taraflar arasındaki “tazminat” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda İstanbul Anadolu 6. İş Mahkemesince maddi tazminat istemini yönünden davanın kabulüne, manevi tazminat istemin yönünden kısmen kabulüne dair verilen 10.09.2013 tarihli, 2004/13 E., 2013/361 K. sayılı karar davalı vekilinin temyizi üzerine Yargıtay 21. Hukuk Dairesinin 10.02.2014 tarihli, 2013/20242 E., 2014/1719 K. sayılı kararı ile;
“...Dosyadaki yazılara, toplanan delillerle kararın dayandığı kanuni gerektirici nedenlere ve temyiz nedenlerine göre davalı şirket vekilinin aşağıdaki bendin kapsamı dışında kalan diğer temyiz itirazlarının reddine,
Dava, 13.08.2002 tarihindeki iş kazasında yaralanan sigortalının maddi ve manevi zararlarının giderilmesi istemlerine ilişkindir.
Mahkemece, mahkemece 75.000,00TL maddi, 20.000,00TL manevi tazminatın davalıdan tahsiline karar verilmiştir.
Dosya kapsamındaki kayıt ve belgelerden, 13.08.2002 tarihindeki zararlandırıcı olayın iş kazası olduğu, kaza nedeniyle sigortalının %35,20 oranında sürekli iş göremezliğe maruz kaldığı, kazanın oluşumunda %50 oranında davacı kusuru ,%50 oranında ise davalı kusurunun bulunduğu, maddi tazminat davasının 24.09.2004 tarihinde 1.000,00TL bedelli olarak açıldığı, davacının 17.07.2013 tarihli ıslah dilekçesi ile müddeabihi 74.000,00TL daha artırdığı, davalı yana 26.07.2013 tarihinde tebliğ olunan ıslah dilekçesi sonrasında davalı şirket vekilinin 29.07.2013 tarihinde ve süresinde zamanaşımı def"in de bulunulduğu anlaşılmıştır.
Dava konusunun iş kazasından kaynaklanan zararların tazminine ilişkin olduğunun kabulü sonrasında işbu davada uyuşmazlık konusu olan öncelikli husus, bu tür davalarda gerek 818 sayılı B.K.’nun 125. maddesi gereğince gerekse 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu"nun 146.maddesinde belirtilen 10 yıllık zaman aşımı süresinin dolup dolmadığı noktasında toplanmaktadır.
Uygulama ve öğretide kabul edildiği üzere, zamanaşımı failin ve zararın öğrenildiği tarihten başlatılmalıdır. Zarar görenin zararı öğrenmesi demek, zararın varlığı, mahiyeti ve esaslı unsurları hakkında bir dava açma ve davanın gerekçelerini göstermeye elverişli bütün hal ve şartları öğrenmiş olması demektir.
Somut olayda, davacının 13.08.2002 tarihindeki iş kazasına ilişkin maddi tazminat isteminin 1.000,00TL si dışındaki kısmının 10 yıllık zamanaşımı süresi geçtikten sonra 17.07.2013 tarihli ıslah dilekçesi ile talep edildiği ve davalı yanca ıslahen artırılan maddi tazminat kısmına ilişkin süresinde zamanaşımı def"inde bulunduğu anlaşıldığından Mahkeme"nin ıslahen artırılan maddi tazminat isteminin kabulüne karar verilmesi hatalı olmuştur.
Mahkemece, bu maddi ve hukuki olgular göz önünde tutulmaksızın yazılı şekilde hüküm kurulması usul ve yasaya aykırı olup bozma nedenidir.
O halde, davalı şirket vekilinin bu yönleri amaçlayan temyiz itirazları kabul edilmeli ve hüküm bozulmalıdır...”
gerekçesi ile bozularak dosya yerine geri çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
HUKUK GENEL KURULU KARARI
Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki belgeler okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Dava iş kazası nedeniyle maddi ve manevi tazminat istemine ilişkindir.
Davacı vekili, 24.09.2004 tarihli dava dilekçesiyle, davalı şirketin çalışanı olan müvekkilinin şoför olarak görev yaptığı 13.08.2002 tarihinde gerçekleşen trafik kazasında ağır şekilde yaralandığını, uzun bir süre tedavi gördüğünü, ancak beline takılan protezler sayesinde yürüyebildiğini, hâlen daha çalışamayacak durumda olduğunu, genç yaşta çalışma gücünü kaybeden müvekkilinin manevi bakımdan da çöküntüye uğradığını, 22.07.2004 tarihli ihtarname ile davalı şirketten mağduriyetinin giderilmesinin talep edilmesine rağmen olumlu sonuç alınamadığını ileri sürerek 40.000.000(E)TL manevi tazminat ile fazlaya ilişkin hakları saklı kalmak kaydıyla ihtaren talep ettiği 60.000.000(E)TL maddi tazminatın şimdilik 1.000.000(E)TL’si toplamı 41.000.000(E)TL tazminatın olay tarihinden itibaren işleyecek yasal faizi ile birlikte davalıdan tahsiline karar verilmesini talep ve dava etmiş, 17.07.2013 havale tarihli ıslah dilekçesi ile maddi tazminat istemi yönünden talep sonucunu 75.000TL’ye yükseltmiştir.
Davalı vekili davanın reddi gerektiğini savunmuş, ıslaha karşı beyan dilekçesinde zamanaşımı def’ini dile getirmiştir.
Mahkemece on yıllık zamanaşımı süresinin maluliyet oranının tespit edildiği tarihten başlayacağı, dosyadaki maluliyete ilişkin raporlar ve son olarak 20.12.2010 tarihli Adli Tıp Kurumu raporunda maluliyet oranının tespit edilmiş olduğu ve iyileşme süresinin de kaza tarihinden itibaren 18 aya kadar uzayabileceğinin karar altına alındığı gerekçesi ile zamanaşımı def’i yerinde görülemeyerek maddi tazminat isteminin kabulü ile 75.000TL’nin, manevi tazminat isteminin de kısmen kabulü ile 20.000TL tazminatın olay tarihinden itibaren işleyecek yasal faizi ile tahsiline karar verilmiştir.
Davalı vekilinin temyizi üzerine hüküm Özel Dairece yukarıda karar başlığında yazılı gerekçelerle bozulmuştur.
Bozma kararına karşı yerel mahkeme önceki gerekçelerini tekrar etmek ve Adli Tıp Kurumu raporundaki tespitlere göre davacının bedensel zararının gelişim gösterdiği, zamanaşımı başlangıcı olarak hastalık seyrinin/gelişiminin tamamlandığı tarihin esas alınması gerektiği, bu nedenle davalının zamanaşımı def’inin yerinde olmadığı da açıklanmak suretiyle direnme kararı verilmiştir.
Direnme kararı davalı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; somut olayda iş kazası nedeniyle maddi ve manevi tazminat talebinde bulunan davacının 17.07.2013 tarihli ıslah dilekçesiyle talep ettiği maddi tazminat yönünden zamanaşımının gerçekleşip gerçekleşmediği noktasında toplanmaktadır.
Uyuşmazlığın çözümünde öncelikle hizmet sözleşmesi ve işverenin iş kazasından kaynaklanan sorumluluğunun niteliği üzerinde durmakta yarar vardır.
İlk olarak belirtilmelidir ki işçi kavramının tanımında hizmet sözleşmesinden hareket edilmekteyse de yürürlükten kalkan 1475 sayılı İş Kanunu’nda bu sözleşmenin tanımına ilişkin bir hükme yer verilmemiştir. 4857 sayılı İş Kanunu’nun 8. maddesinde, “İş sözleşmesi, bir tarafın (işçi) bağımlı olarak iş görmeyi, diğer tarafın (işveren) da ücret ödemeyi üstlenmesinden oluşan sözleşmedir.” tanımlaması yapılmıştır.
818 sayılı Borçlar Kanunu’nun 313/1. maddesinin “Hizmet akdi, bir mukaveledir ki onunla işçi, muayyen veya gayri muayyen bir zamanda hizmet görmeyi ve iş sahibi dahi ona bir ücret vermeği taahhüt eder.” şeklindeki tanımında sadece hizmet ve ücret unsurları belirgin iken, 4857 sayılı yeni İş Kanunu’nda, daha önce Anayasa Mahkemesi ve öğretinin de kabul ettiği gibi “bağımlılık” unsuruna da yer verilmiştir.
01.07.2012 tarihinde yürürlüğe giren 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun 393/1. maddesinde ise hizmet sözleşmesi “işçinin işverene bağımlı olarak belirli veya belirli olmayan süreyle işgörmeyi, işverenin de ona zamana ve yapılan işe göre ücret ödemeyi üstlendiği sözleşme” olarak tanımlanmıştır.
Bu hâliyle hizmet sözleşmesi bir yanda işçinin iş görme borcunu, öte yanda işverenin ücret ödeme borcunu ihtiva eden, taraflardan her birinin öteki tarafın edimine karşı borç yüklendiği iki taraflı bir sözleşme olarak tanımlanabilir.
Hizmet sözleşmesinden kaynaklanan iş ilişkisi ise işçi yönünden işverene içten bağlılık (sadakat borcu), işveren yönünden işçiyi korumak ve gözetmek borcu şeklinde ortaya çıkar. Gerçekten işçi, işverenin işi ve işyeri ile ilgili çıkarlarını korumak, çıkarlarına zarar verebilecek davranışlardan kaçınmak, buna karşı işveren de işçinin kişiliğine saygı göstermek, işçiyi korumak, işyeri tehlikelerinden zarar görmemesi için iş sağlığı ve güvenliği önlemlerini almak, işçinin özlük hakları ve diğer maddi çıkarlarının gerektirdiği uygun bildirimlerde ve davranışlarda bulunmak, işçinin çıkarına aykırı davranışlardan kaçınmakla yükümlüdür. İşveren gözetme borcu gereği çalıştırdığı işçileri iş yerinde meydana gelen tehlikelerden korumak, onların yaşam, bedensel ve ruhsal sağlık bütünlüklerini korumak için iş yerinde teknik ve tıbbi önlemler dâhil olmak üzere bilimsel ve teknolojik gelişmelerin gerekli kıldığı tüm önlemleri almak zorundadır.
İş kazasının vuku bulduğu tarihte yürürlükte bulunan 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun 332. maddesinde;
"İş sahibi, aktin özel hâlleri ve işin mahiyeti noktasından hakkaniyet dairesinde kendisinden istenebileceği derecede çalışmak dolayısıyla maruz kaldığı tehlikelere karşı icap eden tedbirleri ittihaza ve münasip ve sıhhi çalışma mahalleri ile işçi ile birlikte ikamet etmekte ise sıhhi yatacak bir yer tedarikine mecburdur.
İş sahibinin yukarıdaki fıkra hükmüne aykırı hareketi neticesinde işçinin ölmesi hâlinde onun yardımından mahrum kalanların bu yüzden uğradıkları zararlara karşı isteyebilecekleri tazminat dahi akde aykırı hareketten doğan tazminat davaları hakkındaki hükümlere tabi olur." düzenlemesine yer verilmiştir.
10.03.2003 tarihli 4857 sayılı İş Kanunu’nun "İşverenlerin ve İşçilerin Yükümlülükleri" kenar başlıklı 77. maddesinin birinci fıkrasında da, işverenler işyerlerinde iş sağlığı ve güvenliğinin sağlanması için gerekli her türlü önlemi almak, araç ve gereçleri noksansız bulundurmak, işçiler de iş sağlığı ve güvenliği konusunda alınan her türlü önleme uymakla yükümlü kılınmışlardır.
Mevzuatta bulunan bir kısım boşluklar bu kez kanun koyucu tarafından 30.06.2012 tarihli 6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu ile doldurulmaya çalışılmış ve işyerlerinde iş sağlığı ve güvenliğinin sağlanması ve mevcut sağlık ve güvenlik şartlarının iyileştirilmesi için işveren ve çalışanların görev, yetki, sorumluluk, hak ve yükümlülüklerinin düzenlemesi amacıyla anılan Kanun’un 37. maddesiyle 4857 sayılı Kanun’un 77. ve devamı bir kısım maddeler yürürlükten kaldırılarak, iş sağlığı ve güvenliği konusunda yeni düzenlemeler getirilmiştir.
Bunun yanında 6331 sayılı Kanun’a paralel olarak, 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun 332. maddesi gelişen teknoloji ve diğer veriler gözetilerek revize edilmiş ve 01.07.2012 tarihinde yürürlüğe giren 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun 417. maddesi düzenlemiştir. İlgili madde;
“İşveren, hizmet ilişkisinde işçinin kişiliğini korumak ve saygı göstermek ve işyerinde dürüstlük ilkelerine uygun bir düzeni sağlamakla, özellikle işçilerin psikolojik ve cinsel tacize uğramamaları ve bu tür tacizlere uğramış olanların daha fazla zarar görmemeleri için gerekli önlemleri almakla yükümlüdür.
İşveren, işyerinde iş sağlığı ve güvenliğinin sağlanması için gerekli her türlü önlemi almak, araç ve gereçlerin noksansız bulundurmak; işçiler de iş sağlığı ve güvenliği konusunda alınan her türlü önleme uymakla yükümlüdür.
İşverenin yukarıdaki hükümler dâhil, kanuna ve sözleşmeye aykırı davranışı nedeniyle işçinin ölümü, vücut bütünlüğünün zedelenmesi veya kişilik haklarının ihlaline bağlı zararların tazmini, sözleşmeye aykırılıktan doğan sorumluluk hükümlerine tabidir.” şeklinde düzenlenmiştir.
Görüldüğü üzere gerek Borçlar Kanunu ile İş Kanunu’nda ve gerekse İş Kanunu’nun ilgili hükümlerini yürürlükten kaldıran 6331 sayılı Kanun’da işverenin hizmet sözleşmesinden kaynaklanan işçiyi gözetme borcunun kapsamı belirlenmiştir. İş kazası meydana geldiğinde iş sağlığı ve güvenliğine ilişkin mevzuata aykırı hareket eden işveren hizmet sözleşmesinden doğan işçiyi gözetme borcunu yerine getirmemiş olacağından sözleşmeye aykırı davranmış sayılacaktır. Bu nedenle bu konuda işverenin sorumluluğu her şeyden önce akdi bir sorumluluk esasına dayanır (Süzek, S.: İş Hukuku, 15. baskı, İstanbul 2018, s. 440). İsviçre hukukunda da yükümlülükleri ifa etmeyen işverenin gözetim borcuna aykırılıktan doğan sorumluluğunun akitten doğan sorumluluk olduğu hem doktrin hem de içtihatlarda kabul edilmiştir (Kaplan, E. T.: İşverenin Hukuki Sorumluluğu, Ankara 1992, s. 63).
Sonuç itibariyle denilebilir ki iş kazası işverenin hizmet sözleşmesinden doğan işçiyi gözetme borcuna aykırı davranması söz konusu olduğundan iş kazasından kaynaklanan tazminat davalarında sözleşmeye aykırılığa dayalı sorumluluk hükümlerinin uygulanması gerekmektedir.
İşverenin iş kazasında kaynaklanan sorumluluğunun sözleşmeye aykırılıktan doğan sorumluluk hükümlerine tabi olduğunu belirttikten sonra zamanaşımı kavramı ve başlangıcı üzerinde durulmalıdır.
Zaman, doğal ve sosyal yaşamda olduğu kadar, hukukta da önemli etkilere sahip olan bir kavramdır. Gerçekten, hukukta normların yürürlüğü, hakların kazanılması ve kaybedilmesi, yaptırımların uygulanması belirli sürelere bağlanmıştır. Ancak, hukukun her dalında sürelerin türleri ve nitelikleri farklı olup, değişik sonuçlar doğurmaktadır (Tutumlu, M. A.: Türk Borçlar Hukukunda Zamanaşımı ve Uygulaması, 2. baskı, Ankara 2001, s. 25).
Özel hukukta teknik bir kavram olan zamanaşımı bir hakkın kazanılmasında veya kaybedilmesinde yasanın kabul etmiş olduğu sürenin tükenmesi anlamına gelmektedir (Velidedeoğlu, H.V.: Türk Medeni Hukuku, c.1, cüz I, 6.., İstanbul 1959, s.274).
Zamanaşımı, alacak hakkının belli bir süre kullanılmaması yüzünden, dava edilebilme niteliğinden yoksun kalmasını ifade etmektedir. Sonucu alacak hakkına son verme değil, onu eksik borç hâline getirme olarak ortaya çıkmaktadır. Zamanaşımına ilişkin düzenlemelerin temelinde iddia edilen alacağın, aradan uzun zaman geçmiş olmasına rağmen kullanılmaması karşısında borçlunun oldukça uzak geçmişte kalan bir borçtan doğabilecek ihtilaflara karşı korunması, kendi alacağına karşı uzun süre kayıtsız kalan kimsenin bu hakkının artık korunmaya layık olmadığını kabul etmiş sayılması yatmaktadır. Diğer bir ifadeyle özel hukukta teknik bir kavram olan zamanaşımı, bir hakkın kazanılmasında veya kaybedilmesinde yasanın kabul etmiş olduğu sürenin tükenmesi anlamına gelmektedir.
İş kazası sonucu işverenin sorumluluğu sözleşmeye aykırılığa dayandığından 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun 146-161 (mülga 818 sayılı Borçlar Kanununun 125-140.) maddeleri arasında düzenlenen zamanaşımı hükümlerinin uygulanması gerekmektedir. İlgili maddeler arasında düzenlenen zamanaşımı, hakkın ileri sürülmesini engelleyici nitelikte olup, alacak hakkı alacaklı tarafından yasanın öngördüğü süre ve koşullar içinde talep edilmediğinde etkin bir hukuki himayeden, başka bir deyişle dava yoluyla elde edilebilme olanağından yoksun bırakılmaktadır.
Zamanaşımına uğrayan alacağın tahsili hususunda devlet kendi gücünü kullanmaktan vazgeçmekte, böylece söz konusu alacağın ödenip ödenmemesi keyfiyeti borçlunun iradesine bırakılmaktadır. Şu hâlde zamanaşımına uğrayan alacak ortadan kalkmamakla beraber artık doğal bir borç (Obligationaturalis) hâline gelmektedir.Ancak belirtmek gerekir ki, alacağın salt zamanaşımına uğramış olması, onun eksik bir borca dönüşmesi için yeterli olmayıp borçlunun kendisine karşı açılmış olan alacak davasında alacaklıya yönelik bir def"ide bulunması gerekir (Reisoğlu, S.: Borçlar Hukuku Genel Hükümler, İstanbul 1998, s.334 vd.; Kuru/Arslan/Yılmaz: Medeni Usul Hukuku, Ankara 1995, s.304 vd.; Üstündağ, S.: Medeni Yargılama Hukuku, İstanbul 1997, s.346 vd.; Pekcanıtez/Atalay/Özekes: Medeni Usul Hukuku, Ankara 2009, s.323; Tutumlu: s.2., HGK’nın 05.05.2010 tarihli ve 2010/8-231 E., 2010/2553 K.; 3.5.2006 tarihli ve 2006/4-232 E. - 269 K. sayılı kararları).
Yargıtayın istikrar kazanmış son uygulamalarına göre, zamanaşımı hukuki niteliği itibariyle, maddi hukuktan kaynaklanan bir def"i olup, usul hukuku anlamında ise bir savunma aracıdır [Kuru, s.1761; Von Tuhr,A.:Borçlar Hukuku (C.Edege Çevirisi), Ankara 1983, Cilt:1-2, s.688 vd.; Canbolat, F.:Def’i ve İtiraz Arasındaki Farklar ve İleri Sürülmesinin Hukuki Sonuçları, EÜHF Dergisi, Cilt:III, Sayı:1, Kayseri 2008, s.255 vd.; HGK’nın 06.04.2011 tarihli ve E:2010/9-629, K:2011/70; 09.10.2013 tarihli ve E:2013/4-36, K:2013/1457; 12.03.2014 tarihli ve E:2013/4-544, K:2013/315 sayılı kararları].
Nitekim, Türk-İsviçre Öğretisinde ağırlıklı görüşün ve İsviçre Federal Mahkemesinin de, zamanaşımını maddi hukuka ilişkin bir kavram olarak kabul ettikleri anlaşılmaktadır (Erdem, M.:Özel Hukukta Zamanaşımı, 1. baskı, İstanbul 2010, s.8, dipnot 15-16).
Mülga 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun 125. maddesine göre “Bu kanunda başka suretle hüküm mevcut olmadığı takdirde her dava on senelik müruru zamana tabidir”. Yine Türk Borçlar Kanunu’nun 146. maddesinde benzer bir düzenleme ile “Kanunda aksine bir hüküm bulunmadıkça, her alacak on yıllık zamanaşımına tabidir.” hükmü yer almaktadır.
Kanun koyucu hem mülga Borçlar Kanunu’nun 125. maddesi hem de Türk Borçlar Kanunu’nun 146. maddesi ile alacak haklarının tabi olacağı genel zamanaşımı süresini düzenlemiş olup, ancak aksine bir yasal düzenleme olmayan hâllerde on yıllık sürenin uygulanması gerektiği açıktır. İş kazası hâlinde de zamanaşımının süresine yönelik ayrı bir düzenleme bulunmadığından on yıllık zamanaşımı süresi uygulanacaktır.
Türk Borçlar Kanunu’nun 149. (BK 128.) maddesi uyarınca ise zamanaşımı, alacağın muaccel olmasıyla işlemeye başlar. Muacceliyet, bir borç ilişkisinde, alacaklının edimi isteyebileceği ve borçlunun da bu isteme uyarak, edimi ifa etmekle yükümlü olduğu anı belirler. Bir başka deyişle, söz konusu anda borç ifa kabiliyeti kazanır ve alacaklı yine o anda edimi kabul etmekle yükümlü olur. Bir alacağın ya da borcun muaccel olması, ilke olarak edimin ifası için öngörülmüş bulunan vadenin dolmasıyla gerçekleşir.
Borca aykırılık hâlinde tazminat alacağının zamanaşımı ise bu alacağın doğduğu andan itibaren işlemeye başlar (Oğuzman/Öz: Borçlar Hukuku Genel Hükümler, C.1, 16. bası, İstanbul 2018, s. 594). İş kazası hâlinde alacağın doğduğu zaman ise alacağın yani hakkın doğduğu andır. İş kazasına dayalı tazminat davalarında zamanaşımına tabi olan hak işçinin kaza nedeniyle uğradığı zararları karşılamak için tazminat davası açabilme hakkıdır. Bu hak ise iş kazasıyla birlikte doğmaktadır (Akın, L.: İş Kazasından Doğan Maddi Tazminat, Ankara 2001, s. 283). Bu durumda iş kazası hâlinde TBK’nın 149. (BK 125.) maddesinde belirtilen “on yıllık” zamanaşımı süresinin başlangıç tarihi kural olarak iş kazasının meydana geldiği tarihtir (Akın, s. 283; Kaplan, s. 154; Kılıçoğlu, M.: Tazminat Hukuku, İstanbul 2005, s. 464; Güneren, A.: İş Kazası ve Meslek Hastalığından Kaynaklanan Maddi ve Manevi Tazminat Davaları, 3. Baskı, Ankara 2018, s. 1268; Çelik, A. Çelik: Tazminat ve Alacaklarda Sorumluluk ve Zamanaşımı, 3. Baskı, Ankara 2018, s. 584; Hukuk Genel Kurulunun 15.05.2015 tarihli ve 2013/21-2216 E.,2015/1349 K. sayılı kararı ).
Buna karşılık, ortaya çıkan zarar, kendi özel yapısı içerisinde sonradan değişme eğilimi gösteriyor, kısaca zararı doğuran eylem veya işlemin doğurduğu sonuçlarda (zararın nitelik veya kapsamında) bir değişiklik ortaya çıkıyor ise, artık, “gelişen durum” ve dolayısıyla, gelişen bu durumun zararın nitelik ve kapsamı üzerinde ortaya çıkardığı değişiklikler (zarardaki değişme) söz konusu olacaktır. Böyle hâllerde, zararın kapsamını belirleyecek husus gelişmekte olan bu durumdur ve bu gelişme sona ermedikçe zarar henüz tamamen gerçekleşmiş olamayacağı için zamanaşımı süresi bu gelişen durumun durduğunun veya ortadan kalktığının öğrenilmesiyle birlikte işlemeye başlayacaktır.
Önemle belirtilmelidir ki, burada sözü edilen “gelişen durum” kavramı uygulamada çoğu kez yanlış anlaşıldığı şekilde, doğan zararın kapsamının zarar görence tam olarak öğrenilmesinin herhangi bir nedenle geciktiği (örneğin, buna ilişkin bilirkişi raporunun geç alındığı) durumlara ilişkin olan, böylesi bir durumu ifade eden bir kavram değildir. Başka bir anlatımla, gelişen durum kavramı salt zarar doğuran işlem ya da eylemin sonuçlarının gelişmesini ve bu nedenle zarar görenin bu konularda bilgi sahibi olabilmesinin zorunlu olarak bu gelişmenin tamamlanacağı ana kadar gecikmesini ifade eder (Hukuk Genel Kurulunun 06.11.2002 tarihli ve 2002/4-882 E., 2002/874 K.; 10.06.2015 tarihli ve 2014/21-282 E.,2015/1548 K.; 01.03.2017 tarihli ve 2014/21-2372 E., 2017/379 K. sayılı kararları).
Nitekim tüm bu hususlar Hukuk Genel Kurulunun 05.02.2019 tarihli, 2018/21-523 E., 2019/70 K. sayılı kararında da aynen benimsenmiştir.
Yapılan açıklamalardan sonra somut olaya gelindiğinde;
Davacı davalı şirketin işçisi olarak çalıştığı sırada 13.08.2002 tarihinde gerçekleşen trafik kazası ile yaralanmış, 24.09.2004 tarihli dava dilekçesi ile davacı vekili vuku bulan olay nedeniyle doğan manevi zararlarının ve kısmi dava suretiyle bir kısım maddi zararlarının tazmini talep etmiştir. Uyuşmazlık ıslahla talep edilen maddi tazminat istemleri yönünden zamanaşımının gerçekleşip gerçekleşmediğine ilişkin olup, mahkemece 20.12.2010 tarihli Adli Tıp Kurumu raporuna göre davacının iyileşmesinin on sekiz aya kadar uzayabileceği ve bu dönemde %100 malul sayılması gerektiği yönündeki mütalaa da esas alınarak iyileşme süresi de eklendiğinde ıslah tarihi itibariyle zamanaşımının gerçekleşmediği sonucuna varılmıştır. Ne var ki, dosya içerisindeki 16.06.2007 tarihli “Sürekli İş Göremezlik Tespit Kararı”na göre davacının maluliyeti tıpkı aradan üç yıldan fazla süre geçtikten sonra tanzim edilen Adli Tıp Kurumu raporundaki gibi %35,2 olarak belirlenmiş ve kontrol muayenesinin gerekmediği açıklanmış olup, yukarıda da izah edildiği üzere iyileşme sürecinin zamanaşımının başlangıcının hesaplanmasına etki eden gelişen durum olarak kabul edilemeyeceğinin ve yine kısmi dava açılması hâlinde zamanaşımının ancak dava edilen değer yönünden kesileceğinin anlaşılmasına göre (HGK’nın 16.03.2016 tarih, 2014/4-896 E., 2016/332 K. sayılı kararı) ıslah tarihi itibariyle 818 sayılı BK’nın 125. maddesinde öngörülen on yıllık zamanaşımının gerçekleştiğinin kabulü gerekir.
Hukuk Genel Kurulunda yapılan görüşmelerde, uyuşmazlıkta haksız fiil sorumluluğuna ilişkin hükümlerin uygulanması gerektiği, bu hâlde BK’nın 60. maddesi hükmüne göre zamanaşımının başladığının kabulünün de ancak fail ve fiilin, zararın mahiyeti ve esaslı unsurlarının, hakkında bir talepte bulunmaya yeter şekilde öğrenilmesine bağlı olduğu, davacının, davalının eylemi nedeniyle doğan zararın mahiyet ve miktarını ancak mahkemece bilirkişi eliyle yapılan hesaplama sonunda öğrenebileceği gözetildiğinde, dosya kapsamı itibariyle hesap bilirkişinin raporundan sonra bir yıllık zamanaşımı süresi içerisinde ıslahla maddi tazminat istemlerinin dile getirilmiş olması nedeniyle yerel mahkemece davalının zamanaşımı def’ini yerinde görmeyen yerel mahkeme kararının yerinde olduğu yönünde dile getirilen görüş ile dava açılırken fazlaya ilişkin saklı tutulan hakların ıslahla istenmesinin ayrı bir dava olmadığı, bu nedenle bu kısım yönünden de zamanaşımının işlemeyeceği yönünde dile getirilen görüşler açıklanan nedenlerle Kurul çoğunluğu tarafından benimsenmemiştir.
Sonuç itibariyle, Hukuk Genel Kurulunca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uymak gerekirken önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır.
Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.
S O N U Ç: Davalı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu"nun Geçici 3. maddesine göre uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu"nun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA, istek hâlinde temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine, karar düzeltme yolu kapalı olmak üzere 12.03.2019 tarihinde yapılan ikinci görüşmede oy çokluğu ile karar verildi.
KARŞI OY
Uyuşmazlık; 13.08.2002 tarihinde davalıya ait işyerinde şoför olarak çalışan, yaptığı iş sırasında trafik kazası sonucu yaralanan ve bu kaza nedeniyle 24.09.2004 tarihli dava dilekçesi ilemaddi ve manevi tazminat talebinde bulunan davacının maluliyet oranının Adli Tıp Kurumu tarafından 20.12.2010 tarihli kararı ile belirlenmesi üzerine 17.07.2013 tarihli ıslah dilekçesiyle talep ettiği maddi tazminat yönünden zamanaşımının gerçekleşip gerçekleşmediği noktasında toplanmaktadır.
Yerel mahkeme “on yıllık zamanaşımı süresinin maluliyet oranının tespit edildiği tarihtenbaşlayacağı, dosyadaki maluliyete ilişkin raporlar ve son olarak 20.12.2010 tarihli adli tıpraporunda maluliyet oranının tespit edilmiş olduğu ve iyileşme süresinin de kaza tarihindenitibaren 18 aya kadar uzayabileceğinin karar altına alındığı gerekçesi ile buna göre ıslahın zamanaşımı süresinde yapıldığı” gerekçesine dayanırken, temyiz incelemesi yapan özel Daire ise “ıslah tarihi itibariyle on yıllık zamanaşımı gerçekleştiğinden ıslahla arttırılan maddi tazminat isteminin reddi gerektiği gerekçesi ile kararı bozmuştur.
Direnme kararı üzerine Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun çoğunluk görüşü ile Özel Daire kararı benimsenerek, “zamanaşımının kazanın meydana geldiği tarihten itibaren başlayacağı ve ıslah tarihine göre ıslah ile arttırılan miktarın zamanaşımına uğradığı” gerekçesi ile yerel mahkeme kararı bozulmuştur.
Uyuşmazlığın çözümü için uygulanacak zamanaşımı süresinin ve bu sürenin hangi tarihte başlayacağının tespiti gerektiği kuşkusuzdur.
Bilindiği üzere, hukuk düzenince korunan kişisel değerlerin tamamı kişilik hakkının konusunu oluşturur. Kişisel değerler, insanın insan oluşu nedeniyle sahip olduğu vücut, sağlık, yaşam gibi bedensel bütünlüğe bağlı değerler ile ruhsal bütünlük, faaliyet özgürlüğü gibi ruhsal değerleri kapsar.
6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu"nun (TBK) 56. maddesinde bedensel zararlardan doğan manevi tazminat düzenlenmiş ve bir kimsenin bedensel bütünlüğünün zedelenmesi durumunda, hâkimin olayın özelliklerini göz önünde tutarak, zarar görene uygun bir miktar paranın manevi tazminat olarak ödenmesine karar verebileceği, ağır bedensel zarar veya ölüm hâlinde ise zarar görenin veya ölenin yakınlarının da manevi tazminat olarak uygun bir miktar paranın ödenmesini talep edebileceği hüküm altına alınmıştır.
Tazminat ilişkisinden doğan talepler de hukuki nitelikleri itibariyle bir alacak hakkı olmakla birlikte, kanun koyucu bunları tabi oldukları zamanaşımı süresi yönünden, alacak haklarına ilişkin zamanaşımı süresini düzenleyen TBK"nın 146 (818 sayılı BK. Mad.125) ve devamı hükümlerinden ayırmıştır.
Somut uyuşmazlıkta, taraflar arasında iş sözleşmesi ilişkisi olması ve iş görme edimi yerine getirilirken, iş kazası meydana gelmesi, tazminatın sözleşme ilişkisinde doğmasına neden olacaktır. Ancak aradaki sözleşmesel ilişki eylemi, haksız fiil olmaktan çıkarmayacaktır.Zira bedensel bütünlüğe yönelik bir hukuka aykırı fiil vardır.
Uyuşmazlıkta önem taşıyan, davacının zararın varlığını öğrenmesi koşuludur.
Belirtilmek gerekir ki, zamanaşımın işlemeye başlaması için zarar görenin, zarar veren eylem veya olayı değil, zararı öğrenmesi gerekir. Zararı öğrenme de davacının bilimsel olarak değerlendirme olanağı olduğu anda gerçekleşir.
Zarar, zarar verici fiil veya olayın zarar görenin hukuki varlık ve değerleri üzerindeki olumsuz etki ve sonuçlardır. Zararın öğrenilmesinden amaç, zarar verici olayı değil, zararın varlık ve niteliğini, unsurlarını, kapsamını öğrenmektir (Eren, F.; Borçlar Hukuk Genel Hükümler, Ankara 2017, s.). Zararın varlığı ve bütün unsurları öğrenilmeden, zarar görenin dava yoluyla talep edeceği tazminat hakkında yeterli bir değerlendirme yapamayacağı açıktır. Hukuka aykırı bir eylem işlenilmesine karşın, onun doğuracağı zarar henüz ortaya çıkmamış, zararın ortaya çıkması için eylem tarihinden itibaren bir takım etkenlerin gerçekleşmesi veya belli bir zamanın geçmesi gerekiyor ise zararın bütün unsurlarıyla birlikte öğrenilmesi mümkün değildir. Oysa ki, zarar görenin mahkeme önünde ciddi bir dava açarak tazminat isteminde bulunabilmesi ve bu istemini objektif bir şekilde destekleyen, etkili gerekçelerini ortaya koyabilmesi için oluşan zararın niteliğini, kapsamını ve bütün unsurlarını öğrenmesi gerekir. Aksi hâlde, doğal olarak zamanaşımı süresi de işlemeye başlamayacaktır.
Bazı hâllerde, gerek zararı doğuran eylem veya işlemin ne olduğu ve kim tarafından gerçekleştirildiği ve gerekse zararın kapsam ve miktarı aynı anda ve tam bir açıklıkla belirlenebilir. Böyle durumlarda, zarar görenin uğradığı zararın varlığını, zarar verenin kim olduğunu, kapsam ve miktarının neden ibaret bulunduğunu öğrendiği andan itibaren, zarar verenden bunun tazminini isteme hakkının doğacağı ve bu hakkına ilişkin yasal zamanaşımı süresinin de o tarihte başlayacağı açıktır.
Buna karşılık, ortaya çıkan zarar, kendi özel yapısı içerisinde sonradan değişme eğilimi gösteriyor, zararı doğuran eylem veya işlemin doğurduğu sonuçlarda (zararın nitelik veya kapsamında) bir değişiklik ortaya çıkıyor ise artık "gelişen durum" ve dolayısıyla gelişen bu durumun zararın nitelik ve kapsamı üzerinde ortaya çıkardığı değişiklikler (zarardaki değişme) söz konusu olacaktır. Böyle hâllerde zararın kapsamını belirleyecek husus, gelişmekte olan bu durumdur ve bu gelişme sona ermedikçe zarar henüz tamamen gerçekleşmiş olmayacağı için zamanaşımı süresi bu gelişen durumun durduğunun veya ortadan kalktığının öğrenilmesiyle birlikte işlemeye başlayacaktır.
Nitekim, Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 16.11.2002 gün ve 2002/4-882 E., 2002/874 K.; 01.03.2017 gün ve 2014/21-2372 E., 2017/379 K. sayılı kararlarında da aynı hususlar kabul edilmiştir. Karar da açıkça gelişen durum kavramı “salt zarar doğuran işlem ya da eylemin sonuçlarının gelişmesini ve bu nedenle zarar görenin bu konularda bilgi sahibi olabilmesinin zorunlu olarak bu gelişmenin tamamlanacağı ana kadar gecikmesini ifade ettiği” belirtilmiş ve nihai raporun öğrendiği tarihin zamanaşımına esas tarih olacağı vurgulanmıştır. Keza Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 18.12.2002 gün ve 2002/21-1103 Esas, 2002/1067 sayılı kararında iş kazası sonucu yararlanan işçinin açtığı tazminat davasında, ek dava için zamanaşımının sürekli iş göremezlik raporunun kesinleştiği tarih olarak kabul edilmiştir. Yargıtay Hukuk Genel Kurulu 15.05.2015 gün ve 2013/21-2216 Esas, 2015/1349 Karar sayılı kararında da açıkça zamanaşımının sürekli iş göremezlik oranının kesin olarak saptandığı anda başlayacağını belirtmiştir.
Özellikle somut olayda olduğu gibi bedensel bütünlüğün zarar gördüğü ve tedavinin uzunca bir süreye yayıldığı durumlarda, oluşan zararın miktarı tıbbi bakım ve tedavi sonucunda düzenlenen hekim raporuyla belirli bir açıklığa kavuşmaktadır. Yukarıda anlatılan şekilde gelişen durumun bulunduğu, zararın niteliği ve kapsamının bu nedenle sonradan öğrenildiği hallerde zamanaşımının zararın kesin miktarının öğrenildiği tarihten başlayacağı Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun bir çok kararında (15.11.200 gün ve 2000/21-1609 E, 2000/1699 K, 21.03.2001 gün ve 2001/4-258 E., 2001/276 K.; 05.06.2002 gün ve 2002/4-470 E., 2002/477 K.; 15.05.2015 gün ve 2013/21-2035 E., 2015/1345 K. ve 01.03.2017 gün ve 2014/21-2372 E., 2017/379 K.) belirtilmiştir.
Kaldı ki, henüz tedavinin tamamlanmadığı, zararın kapsam ve miktarı konusunda belirsizliğin devam ettiği bir aşamada, zarar göreni süre aşımı kaygısıyla dava açmaya zorlamak hak arama özgürlüğü ve adil yargılanma hakkına da zarar verecektir.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, şahsi yaralanmayla ilgili tazminat davalarında dava açma hakkının, tarafların uğradığı zararı gerçekte değerlendirebildiğinde kullanılması gerektiğine (Eşim/Türkiye, Başvuru Numarası: 59601/09, Karar Tarihi:17.09.2013) hükmetmiştir.
Keza AİHM, işyerinde 1965-1978 yılları arasında çalışan ve 2004 yılında ölen HowaldMoor’un işyerinde asbest maruz kalması nedeni ile 2005 yılında mirasçıları tarafından açılan davada, 27 yıl sonra açılan davada İsviçre Federal Mahkemesinin on yıllık zamanaşımı süresinin zararın ortaya çıktığı andan değil, olayın oluş anından itibaren başlayacağını belirterek davacının taleplerinin zamanaşımına uğradığı gerekçesi ile verdiği karara karşı başvuru üzerine “kişinin belli bir hastalıktan muzdarip olduğunu bilemeyeceğinin bilimsel olarak kanıtlanmış olduğu durumlarda bu gerçeğin zamanaşımı süresinin hesaplanmasındaAvrupa İnsan Hakları Mahkemesi, kişinin zararı değerlendirebildiğinde bu hakkı kullanmasına olanak sağlamış ve bir anlamda zararın öğrenilmesini, olay tarihine göre zamanaşımın kesen bir olgu olarak kabul etmiştir. Dava açıldığında her yargısal işlemin zamanaşımını kestiğini kabul etmek gerekir. Maddi ve manevi tazminat davası devam ederken, kişinin bedensel bütünlüğüne yönelik eylemin, gerçekleştirdiği zararın öğrenilmesine yönelik, örnekte maluliyet oranının belirlenmesini zamanaşımın kesen neden olarak kabul etmek gerekir.
Anayasa Mahkemesi de, itfaiye eri olarak çalışan ve yangına müdahale sırasında yaralanan bir başvurucunun, sağlık durumunda meydana gelen değişikliklerin ve buna ilişkin sağlık raporlarının dava açma süresine etkisi hakkında bir gerekçeye yer verilmeksizin, salt zararı doğuran eylemin meydana geldiği tarih baz alınarak açılan davada süre aşımı bulunduğu şeklinde yapılan değerlendirmenin, mahkemeye erişim hakkına yönelik katı bir yorum olduğu sonucuna vararak, başvurucunun mahkemeye erişim ve adil yargılanma hakkının ihlal edildiğine (H.K. Başvurusu, Başvuru Numarası: 2013/7400, Karar Tarihi: 05.11.2015) karar vermiştir. Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 20.12.2017 tarih ve 2017/3-2786 Esas ve 2017/2016 Karar sayılı ilamında da bu kararlara vurgu yapılmıştır.
Keza Anayasa Mahkemesi, idari eylemden kaynaklanan ve yaralanan asker kişinin başvurusunda yukarda belirtilen AHİM’in Eşim ve HowaldMoor ve diğerleri kararlarına atıf yaparak “idari eylemden kaynaklı tam yargı davası açılması için gerekli olan eylemin idariliği, zarar, eylem ile zarar arasında illiyet bağı koşullarının tümünün oluştuğundan sağlık raporunun kesinleştiği tarih itibariyle haberdar olduğunun kabulüne imkan bulunmadığını, tebliğinin gerektiğini, tebliğin zararın öğrenme tarihi olduğunu, aksine kabulün mahkemeye erişim hakkına müdahale olduğunu belirtmiştir(A. Yıldırım Başvurusu. Başvuru Numarası: 2014/18135. Karar tarihi:20.09.2017).
Dosya içeriğine göre davacı davalıya işveren ait araçta trafik kazası nedeni ile 13.08.2002 tarihinde iş kazası geçirmiş olup, 21.08.2002 tarihinde ameliyat geçirmiş, 13.08.2003 tarihine kadar istirahat raporu verilmiştir. Davacı 22.07.2004 tarihli noter ile davalıdan 60 milyar maddi tazminat talep etmiştir. Olayın iş kazası olduğu kurum tarafından 08.02.2007 tarihinde bildirilmiştir. Sürekli iş göremezlik tespit kararı 15.06.2007 tarihinde verilmiş ve davacının % 35,2 oranında maluliyeti olduğu kabul edilmiştir. Ancak davalının itirazı nedeni ile Yüksek Sağlık Kurulu 03.06.2009, Adli Tıp Kurumu ise 20.12.2010 tarihinde maluliyet oranı ile ilgili rapor vermişlerdir. Bu halde kesin rapor tarihi 20.12.2012 tarihidir. Kusur oranı raporu ise 29.03.2012 tarihinde dosyaya girmiştir. Tüm bunlar gelişen durum kapsamındadır. Zamanaşımının gelişen durumlar ve davacının meydana gelen zararı bilimsel olarak raporu değerlendirebileceği tarihte başlatıldığında, ıslah tarihindeki talep zamanaşımına uğramamıştır. Kaldı ki yerel mahkeme Özel Dairenin bozmasına göre davacının tedavisinin bittiği kaza tarihinden sonra 18 ayın bitimine göre 10 yıllık sürenin dolmadığını da gerekçe yapmıştır.Yerel mahkemenin direnme kararı, emsal Hukuk Genel Kurulu, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ve Anayasa Mahkemesi kararlarına uygundur. Direnme kararının onanması gerekirken bozulması isabetli olmamıştır. Bu nedenle sayın çoğunluğun görüşüne katılınmamıştır.
KARŞI OY
Dava iş kazası sebebiyle maddi ve manevi tazminat istemine ilişkindir. Mahkemece verilen maddi tazminat isteminin kabulü, manevi tazminat isteminin kısmen kabulüne dair karar davalı vekilinin temyizi üzerine Özel Dairece ıslah tarihi itibariyle on yıllık zamanaşımı gerçekleştiğinden, ıslah ile artırılan maddi tazminat isteminin reddi gerektiği gerekçesi ile bozulmuştur. Mahkemece önceki kararda direnilmesi ve bu kararın davalı tarafça temyizi üzerine Hukuk Genel Kurulunda yapılan inceleme sonunda sayın çoğunlukça direnme hükmünün bozulmasına karar verilmiş olup, bu görüşe katılmıyorum.
Davacı, davalı şirketin çalışanı olup (şoför) 13/08/2002 tarihinde kullandığı iş yeri aracının lastiğinin patlaması sonucu meydana gelen trafik kazasında yaralanmıştır.
Dava 24/09/2004 tarihinde açılmış, maluliyet oranına ilişkin adli tıp raporu 20/12/2010 tarihinde, kusur raporu 29/03/2012 tarihinde, hesap raporu 01/08/2012 ve 27/05/2013 tarihlerinde alınmış, ıslah dilekçesi ise 17/07/2013 tarihinde verilmiştir.
Mahkemece on yıllık zamanaşımı süresinin maluliyet oranının tespit edildiği tarihten itibaren başlayacağı, maluliyetin Adli Tıp Kurumunun 20/12/2010 tarihli raporu ile tespit edildiği, iyileşme süresinin de (18) aya kadar uzayabileceğinin belirtildiği gerekçe gösterilerek zamanaşımı itirazı reddedilmiş, maddi tazminat isteminin kabulüne, manevi tazminat isteminin kısmen kabulüne karar verilmiş, davalının temyizi üzerine Özel Dairece diğer temyiz itirazları reddedilmiş, ıslah tarihi itibariyle 10 yıllık zamanaşımı süresinin dolduğu, bu nedenle maddi tazminat talebinin reddi gerektiği gerekçesiyle hüküm bozulmuş, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Uyuşmazlık zamanaşımının başlangıcında hangi tarihin esas alınacağı noktasında toplanmaktadır.
Zamanaşımı kurallarının katı ve şekilci bir biçimde uygulanmasının AİHS’nin 6. maddesinde düzenlenmiş olan adil yargılanma hakkını ihlal ettiği AİHM’nin birçok kararında vurgulanmıştır.
“…Mahkeme, olaydaki zamanaşımı kuralının yorumunu çevreleyen muhtemel belirsizlikler olduğu tartışmasının ötesinde, başvurucunun davasında bu kuralın uygulanma şeklinin oldukça şekilci olduğunu belirtmektedir… Mahkeme zamanaşımlarının kural olarak mahkemeye erişim ile ilgili meşru usul sınırlamaları olmakla birlikte onların ilgili uygulama koşullarının ihmaliyle yorumlanmalarının Sözleşmenin ihlaliyle sonuçlanacağını yinelemektedir. (bkz. Benzer yönde Neshev / Bulgaristan. B. No: 40857, 28/10/2004, 38). … Mahkeme bununla birlikte bir bütün olarak değerlendirildiğinde, yerel mahkemelerce bir usul kuralının açık ve tutarlı bir dayanağa sahip olmayacak şekilde katı olarak uygulanmasının, özellikle başvurucunun taleplerinin altında yatan olağanüstü koşullar göz önünde bulundurulduğunda, başvurucunun tazminat taleplerinin incelenmesi yönünden mahkemeye erişim hakkından mahrum bırakılması sonucuna yol açmaktadır.” (Kurşun/Türkiye, 30/10/2018 Başvuru No: 22677/19).
“Süre koşulu gibi dava açmaya ilişkin usul kuralları birden fazla yoruma neden olabilecek nitelikte ise mahkemeye erişim hakkı kapsamında o yorumlardan birinin davayı açmak isteyen kişileri engelleyecek şekilde katı bir şekilde kullanılmaması veya söz konusu koşulların katı bir uygulamaya tabi olmaması gerekir.” (Beles ve diğerleri/ Çek Cumhuriyeti, B.No: 47273/99, 12/11/2002).
“…tazminat davasının ileri sürülen bir kusur veya ihmale dayandığı durumlarda, başvurucunun yalnızca bu kusur veya ihmalin sonuçlarından haberdar olduğu veya haberdar olması gerektiği andan itibaren yani haklarının ihlal edildiğiyle ilgili belge ya da karardan haberdar olduğu tarihten itibaren dava açma süresi işleyebilecektir.” (Yeşilkaya-Türkiye, B. No: 47157/10, 26/05/2015).
Esasen Yargıtay Hukuk Genel Kurulu kararlarında da BK. 125. maddesinde düzenlenen (10) yıllık zamanaşımı süresinin maluliyet oranının tespitine ilişkin raporun öğrenilmesinden itibaren başlayacağı kabul edilmektedir.
Benzer bir olaya ilişkin olarak Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 15/05/2015 tarihli, 2013/2216 esas, 2015/1349 sayılı kararında “Gerçekten, davacının 17/05/2002 tarihinde açtığı eldeki davada, Sosyal Sigortalar Kurumu Sağlık ve Maluliyet İşleri Daire Başkanlığı tarafından 13/09/2004 tarihinde iş kazası nedeniyle meydana gelen yaralanmanın maluliyeti gerektirmediğinin tespit edildiğini öğrenmiştir. Davacının, beden gücü kayıp oranının tartışmalı bulunması ve 15/02/2005 tarihinde açılan sürekli iş göremezlik oranının tespiti istemi ile dava edilmesi üzerine Sosyal Sigorta Yüksek Sağlık Kurulunun 17/07/2007 tarihli raporu ile sigortalının geçirmiş olduğu iş kazası nedeniyle maluliyet gerekmediğine karar verilmiştir. Bunun üzerine sorunun çözümü için Adli Tıp Kurumundan görüş sorulmuş ve Adli Tıp Kurumu 3. İhtisas Dairesinin 25 Ağustos 2008 tarihli raporu ile davacının sürekli iş göremezlik oranının %20,2 olduğu tespit edilmiştir. İtiraz üzerine Adli Tıp Kurumu Genel Kurulunun 16 Nisan 2009 tarihli kararı ile davacının sürekli iş göremezlik oranı %20,2 olarak son ve kesin olarak saptanmıştır. İşte davacı ortaya çıkan bu yeni ve kesin olguya dayalı olarak istemde bulunduğuna göre davanın zamanaşımına uğradığını kabul etmek mümkün değildir.” kabulüne yer verilmiştir.
Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 18/12/2002 tarihli, 2002/1103 esas, 2002/1067 sayılı kararında ise iş kazası sonucu yaralanan işçinin açtığı tazminat davasında, ek dava için zamanaşımı başlangıcı sürekli iş göremezlik raporunun kesinleştiği tarih olarak kabul edilmiştir.
Somut olayda; davacı 13/08/2002 tarihinde meydana gelen kaza ile ilgili olarak 24/09/2004 tarihinde dava açmış, Sosyal Güvenlik Kurumu Genel Sağlık Sigortası Genel Müdürlüğünün 15/06/2007 onay tarihli Sürekli İş Göremezlik Derecesi Tespit Kararı ile maluliyet oranı %35,2 olarak belirlenmiş, itiraz üzerine Sosyal Sigorta Yüksek Sağlık Kurulundan görüş sorulmuş ve bu Kurulun 03/06/2009 tarihli kararı ile maluliyet oranı %35,2 olarak belirlenmiş, davalının itirazı üzerine son olarak Adli Tıp Kurumundan rapor alınmış ve 20/12/2010 tarihli rapor ile maluliyet oranı %35,2 olarak tespit edilmiştir. Davacı ıslahını bu tarihten itibaren BK. 125. maddesinde belirtilen 10 yıllık zamanaşımı süresi içinde yapmış olduğundan maddi tazminat talebinin zamanaşımına uğradığının kabulü mümkün olmayıp, HGK’nın yukarıda belirtilen 15/05/2015 tarihli ve 2013/2216 esas, 2015/1349 sayılı kararı aynı yöndedir.
Davacı davasını süresinde açmış, yargılama boyunca üzerine düşen tüm yükümlülüklerini yerine getirmiştir. Davayı uzatmaya yönelik bir fiili yoktur. Buna rağmen yargılama uzun sürmüş, raporlar gecikmeli olarak alınmış ve ıslah da bu raporlardaki belirlemelere göre yapılmıştır. Ancak bu durum davacının kusurundan kaynaklanmamıştır. Yargılamanın uzun sürmesinin sonucunun, ıslah ile artırılan maddi tazminatın zamanaşımına uğradığı şeklindeki bir kabul ile davacıya yansıtılması, AİHM’nin yukarıda belirtilen kararlarında ifade edildiği üzere zamanaşımı kurallarının katı ve şekilci bir biçimde uygulanmasıdır.
Tüm bu nedenlerle, maddi tazminat talebinin kabulüne ilişkin direnme kararının doğru olduğu düşüncesi ile sayın çoğunluğun aksi yöndeki görüşüne katılmıyorum.
Bu alandan sadece bu kararla ilintili POST üretebilirsiniz. Bu karardan bağımsız tamamen kendinize özel POST üretmek için TIKLAYINIZ
Sayın kullanıcılarımız, siteden kaldırılmasını istediğiniz karar için veya isim düzeltmeleri için bilgi@abakusyazilim.com.tr adresine mail göndererek bildirimde bulunabilirsiniz.