Esas No: 2014/19158
Karar No: 2017/2018
Karar Tarihi: 18.04.2017
Yargıtay 1. Hukuk Dairesi 2014/19158 Esas 2017/2018 Karar Sayılı İlamı
"İçtihat Metni"
MAHKEMESİ :ASLİYE HUKUK MAHKEMESİ
Taraflar arasında görülen tapu iptali ve tescil / tazminat davası sonunda, yerel mahkemece davanın kabulüne ilişkin olarak verilen karar davalılar tarafından yasal süre içerisinde duruşma istekli temyiz edilmiş olmakla, duruşma günü olarak saptanan 18.04.2017 Salı günü için yapılan tebligat üzerine temyiz edenler vekili Avukat ... ile temyiz edilen davacı ... ve vekili Avukat ... geldiler, duruşmaya başlandı, süresinde verildiği ve kayıt olunduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra gelen vekillerin sözlü açıklamaları dinlendi, duruşmanın bittiği bildirildi, iş karara bırakıldı. Bilahare Tetkik Hakimi ... tarafından düzenlenen rapor okundu, düşüncesi alındı. Dosya incelenerek gereği görüşülüp düşünüldü:
-KARAR-
Dava, muris muvazaası iddiasıyla tapu iptali-tescil ve tazminat isteklerine ilişkin olarak açılmıştır.
Getirtilen kayıt ve belgelerden:
1) Dava konusu 2857 ada 2 parsel (iki katlı ev) sayılı taşınmazın tamamı muris ...adına kayıtlı iken, murisin 27.12.1995 tarihli resmi akitte taşınmazın intifa hakkını üzerinde bırakarak çıplak mülkiyetinin yarı payını eşi ..."ya, yarı payını da damadı (eşi ..."dan olma kızı ...nin kocası) ..."a satış yoluyla devrettiği;
..."ın 28.10.2003 tarihli resmi akitte kendisine asaleten ..."ya vekaleten hareketle taşınmazı dava dışı ..."e sattığı; sonrasında da taşınmazın satışlar yoluyla 23.02.2010 tarihinde dava dışı ..."ye, 10.02.2011 tarihinde de ... Tur. A.Ş."ye geçtiği;
2) Dava konusu 127 ada 54 parsel sayılı taşınmazın (bir daireye karşılık gelen) 24/400 payının dava dışı kişi adına kayıtlı iken, 11.11.2003 tarihinde satış suretiyle muris ... adına tescil edildiği;
Murisle ..."nın ölümünden sonra, anılan taşınmazın mirasçılara intikal ettiği ve mirasçılardan ... paylarını temlik etmesiyle, 10.02.2010 tarihinde taşınmazın 3/50 payının ... 3/50 payının ise ... adlarına tescil edildiği görülmektedir.
Diğer taraftan, muris ..."ın 08.03.2008 tarihinde, kocası olan muris ...ın ise 23.10.2008 tarihinde öldükleri; geride mirasçıları olarak ...dan olma) kızları ... ve (1990 yılında ölen İbrahim ve ...dan olma oğulları ...en olma) torunları ... ile ..."dan önceki eşi Sultan"dan olma kızı ..."dan olma oğlu (1981"de ölen ..."dan olma torunları ... ve ..."in kaldığı sabittir.
Davacı ..., muris dedesi ..."deki 2857 ada 2 parsel sayılı taşınmazını eşi ..."dan önceki evliliğinden olma çocuklarından mal kaçırmak amacıyla eşi ..."ya devretmek istediğini, tapuda işlem yapılırken taşınmazın 1/2 payının ..."ya, 1/2 payının da muris dedesinin ..."dan olma kızı ..."nin kocası olan ...a devredildiğini; ...ın, dedesi İbrahim ile babaannesi ..."yı kandırarak bu payı üzerine geçirdiğini; sonradan taşınmazın üçüncü kişilere satıldığını, elde edilen paranın bir kısmı ile ile babaannesi ... üzerine Küçükyalı"da 127 ada 54 nolu parselde bir daire alındığını, kalan paranın da davalı ... tarafından kendi babasına ait taşınmaza dublex daire yapımında kullanıldığını; babaannesi ..."nın ölümünden sonra da dairenin tamamının kendisine verilmesi gerekirken yarı payının davalı ... adına tescil edildiğini; işlemlerin muvazaalı olduğunu ve miras payının zedelendiğini ileri sürerek, 127 ada 54 nolu parselde dairenin davalı ... adına olan payının iptaliyle adına tesciline; 2857 ada 2 nolu parselin satılması nedeniyle zedelenen miras payı karşılığında da tazminata karar verilmesini istemiştir.
Davalılar ... ile kocası ..., iddiaların doğru olmadığını, muvazaa bulunmadığını belirtip davanın reddini savunmuşlardır.
Mahkemece, ileri sürülen iddiaların kanıtlandığı gerekçesiyle davanın kabulüne karar verilmiştir.
Hemen belirtilmelidir ki, bir davada maddi olgu ve olayları (vakıaları) bildirmek taraflara, bildirilen bu olay ve olgulara göre hukuki nitelendirmeyi yapmak, uyuşmazlığı çözüme ulaştıracak kanun hükmünü bulup uygulamak hâkime aittir.
Ne var ki, mahkemece yapılan nitelendirmenin isabetli olduğunu söyleyebilmek mümkün değildir.
Somut olayda, dava dilekçesinin içeriği ve iddiaların ileri sürülüş biçiminden; muris ..."ın dava konusu 2857 ada 2 parsel sayılı taşınmazla ilgili olarak eşi ... ile damadı ..."a yaptığı temlik hakkında "taraf muvazaası" ve "hile" hukuksal nedenlerine; dava konusu 127 ada 54 parsel sayılı taşınmazdaki daireye isabet eden pay ile ilgili olarak yapılan alım ve temlikler hakkında da "inançlı işlem" hukuksal nedenine dayanıldığı anlaşılmaktadır.
Bilindiği üzere; muvazaa, kısaca irade ve beyan arasında bilerek yaratılan uyumsuzluk şeklinde tanımlanabilir. Muvazaada taraflar üçüncü kişileri aldatmak amacıyla gerçek iradelerine uymayan, aralarında hüküm ve sonuç doğurmayan bir görünüş yaratmak için anlaşarak bazen aslında bir sözleşme yapma iradesi taşımadıkları halde görünüşte bir sözleşme yapmaktadırlar (mutlak muvazaa) veya gerçek iradelerine uygun olarak yaptıkları sözleşmeyi iradelerine uymayan görünüşteki bir sözleşme ile gizlemektedirler (nisbi muvazaa). Yanlar, ister salt bir görünüş yaratmak için, ister başka bir sözleşmeyi gizlemek amacıyla sözleşme yapsınlar görünüşteki sözleşme gerçek iradelerine uymadığından, tabandaki sözleşme de tapulu taşınmazlarda şekil koşullarını taşımadığından geçersizdir.
Her ne kadar, muvazaayı düzenleyen 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu"nun(TBK) 19. (818 sayılı Borçlar Kanunu"nun(BK) 18.) maddesinde ve öteki kanun hükümlerinde muvazaalı sözleşmelerin hüküm ve sonuçları hakkında bir açıklık bulunmamakta ise de; taraflar arasında alacak ve borç ilişkisi doğurmayacağı, muvazaanın varlığının hiçbir süreye bağlı olmaksızın her zaman ileri sürülebileceği, mahkemece kendiliğinden (resen) göz önünde bulundurulması gerektiği, belirli bir sürenin geçmesi, sebebin ortadan kalkması veya ilgililerin olur (icazet) vermesi ile geçerli hale gelmeyeceği uygulamada ve bilimsel görüşlerde ortaklaşa kabul edilmektedir.
Bunun yanında, muvazaa nedeniyle geçersiz sözleşmeye dayanılarak bir taşınmazın tapuda temliki yapılmışsa bu tescil yolsuz bir tescil hükmündedir. Tapuda yapılan temlik ve tesciller illi işlemler olduğundan tapunun dayanağı sözleşme geçersiz ise tapu kaydının da 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu"nun(TMK) 1025. maddesine göre iptali gerekir. Ayrıca muvazaalı sözleşmeler yapıldığı andan itibaren taraflar arasında hüküm ve sonuç doğurmayacağından açılan dava sonunda verilen karar, yenilik doğurucu (inşaî) bir hüküm değil açıklayıcı (ihdasî) bir hüküm durumundadır.
Öte yandan, muvazaanın varlığını iddia eden taraf veya bunların ardılı (halefi) sıfatı ile hareket eden, başka bir anlatımla sözleşmenin yanlarından birine teb"an dava açan kişi TMK"nın 6. maddesi gereğince bu iddiasını ispat etmek zorundadır. Senede bağlı bir sözleşmeye karşı muvazaa iddiası, 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu"nun(HMK) 200. ve 201. (1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu"nun(HUMK) 288. ve 290.) maddelerinde belirtildiği üzere ancak yazılı delille kanıtlanabilir. Sözleşme HMK"nın 203. (HUMK"nun 293.) maddesinde sözü edilen yakın akrabalar arasında yapılmış olsa dahi, muvazaanın yazılı delille ispat edilmesi gerekir. Böyle bir sözleşmenin resmi şekilde yapılması halinde bile olayın özelliği itibariyle adi yazılı delilin yeterli olacağı öğretide ve kararlılık kazanmış yargısal içtihatlarda ortaklaşa kabul edilmiştir. İşte bu görüşten hareketle, 5.2.1947 tarih 20/6 sayılı İçtihatları Birleştirme Kararında taraf muvazaası ve takma ad (namı-müstear) davalarında iddianın ancak yazılı delille kanıtlanabileceği kabul edilmiştir.
"Hile" (aldatma) ise, genel olarak bir kimseyi irade beyanında bulunmaya, özellikle sözleşme yapmaya sevk etmek için onda kasten hatalı bir kanı uyandırmak veya esasen var olan hatalı bir kanıyı koruma yahut devamını sağlamak şeklinde tanımlanır. Hatada yanılma, hilede ise yanıltma söz konusudur. 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu"nun(TBK) 36/1. (818 sayılı Borçlar Kanunu"nun(BK) 28/1.) maddesinde açıklandığı gibi; taraflardan biri diğer tarafın kasıtlı aldatmasıyla sözleşme yapmaya yöneltilmişse, yanılma(hata) esaslı olmasa bile aldatılan taraf için sözleşme bağlayıcı sayılamaz. Değinilen koşulların varlığı halinde aldatılan taraf hakkını kullanmak suretiyle hukuki ilişkiyi geçmişe etkili (makable şamil) olarak ortadan kaldırabilir ve verdiği şeyi geri isteyebilir.
Ayrıca, hile her türlü delille ispat edilebileceği gibi iptal hakkının kullanılması hiç bir şekle bağlı değildir. Hilenin öğrenildiği tarihten itibaren bir yıllık hak düşürücü süre içerisinde karşı tarafa yöneltilecek bir irade açıklaması, defi yahut dava yoluyla da kullanılabilir.
İnançlı işleme gelince; inanç sözleşmesi inananla inanılan arasında yapılan, onların hak ve borçlarını belirleyen, inançlı muamelenin sona erme sebeplerini ve devredilen hakkın inanılan tarafından inanana geri verme (iade) şartlarını içeren borçlandırıcı bir muameledir. Bu sözleşme, taraflarının hak ve borçlarını kapsayan bağımsız bir akit olup, alacak ve mülkiyetin naklinin hukuki sebebini teşkil eder.
Taraflar böyle bir sözleşme ve buna bağlı işlemle genellikle teminat teşkil etmek veya idare olunmak üzere mal varlığına dahil bir şey veya hakkı aynı amacı güden olağan hukuki muamelelerden daha güçlü bir hukuki durum yaratarak inanılana inançlı olarak kazandırmak için başvururlar. Başka bir deyişle, bu işlemle borçlu, alacaklısına malını rehin edecek yani yalnızca sınırlı ayni bir hak tanıyacak yerde, malının mülkiyetini geçirerek rehin hakkından daha güçlü, daha ileri giden bir hak tanır.
Sözleşmenin ve buna bağlı temlikin, değinilen bu özellikleri nedeniyle, taşınmazı inanç sözleşmesi ile satan kimsenin artık sadece ödünç almış olduğu parayı geri vererek taşınmazını kendisine temlik edilmesini istemek yolunda bir alacak hakkı; taşınmazı inanç sözleşmesi ile alan kimsenin de borcun ödenmesi gününe kadar taşınmazı başkasına satmamak ve borç ödenince de geri vermek yolunda yalnızca bir borcu kalmıştır.
Değişik bir bakış açısıyla taşınmazın mülkiyeti inanılana (alacaklıya) geçmiştir. Taşınmazda inanarak satanın (borçlu) mülkiyet hakkı kalmadığı gibi, alıcının bu mülkiyet hakkı üzerinde kurulmuş olan bir rehin hakkından da söz edilemez.
Bu durumda; gayrimenkul rehni bakımından geçerliliği olan 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu"nun(TMK) 873. maddesinin inanç sözleşmelerine dayalı temlike konu taşınmazlar bakımından uygulama yeri olmadığı da kuşkusuzdur. Nitekim bu düşünce Hukuk Genel kurulunun 23.5.1990 günlü ve l990/1-202-315 sayılı kararında da aynen benimsenmiştir.
İnanç sözleşmeleri, tarafların karşılıklı iradelerine uygun bulunduğu için, onlara karşılıklı borç yükleyen ve alacak hakkı veren geçerli sözleşmelerdir (818 sayılı Borçlar Kanunu(BK) madde 81; 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu(TBK) madde 97). Anılan sözleşmelerde taraflar, sözleşmenin kendilerine yüklediği hak ve borçları belirlerken inançlı işlemin sona erme sebeplerini, devredilen hakkın inanılan tarafından inanana iade şartlarını, bu arada tabii ki süresini de belirleyebilirler. Bunun dışında, akde aykırı davranışın yaptırımına da sözleşmelerinde yer verebilirler. Buna dair akit hükümleri de BK"nın 19. ve 20., TBK"nın 26. ve 27. maddelerine aykırılık teşkil etmediği sürece geçerli sayılır.
İnanç sözleşmesine göre alacaklı olan taraf, ödeme günü gelince alacağını elde etmek için dilerse teminat için temlik edilen şeyi “ifa uğruna edim” olarak kendisinde alıkoyabileceği gibi, o şeyi açık artırma yoluyla veya serbestçe satıp satış bedelinden alma yoluna da başvurabilir. Bu sonuçlar kendine özgü bu akdin tabiatında mevcuttur. Sözleşme ile öngörülen ifa süresi içerisinde sırf sözleşmeyi imkansız kılmak amacıyla muvazaalı olarak yapılan temliklerin yasal koruma altında tutulamıyacağı izahtan varestedir. Mer"i hukuk sistemimizde her hangi bir düzenleme olmamasına karşın, inanç sözleşmelerinin yukarıda değinilen ilkeler çerçevesinde uygulama yeri bulan kendine özgü bir müessese olduğu öğreti ve uygulamada kabul edilegelen bir olgudur.
İnanç sözleşmelerinin, tarafları arasında onların gerçek iradelerini ve akitten amaçladıklarını yansıtması bakımından geçerli olduğu, taraflarına Borçlar Kanunu çerçevesinde nisbi haklarını talep etme olanağını verdiği tartışmasızdır.
Burada üzerinde durulması gereken husus, taşınmaz mallar ya da şekle bağlı akitlerde inanç sözleşmelerinin ne gibi hukuki sonuç doğuracağıdır. Diğer bir anlatımla, sözleşmede öngörülen koşulların gerçekleşmesi halinde, taşınmaz mülkiyetinin naklinin sebebini oluşturup oluşturmayacağıdır.
Uygulamada mesele, 5.2.1947 tarihli, 20/6 sayılı İnançları Birleştirme Kararı ile ilişkilendirilip, bu karar dayanak yapılmak suretiyle çözüme gidilmektedir.
Söz konusu kararda, eski hukuka göre mümkün ve geçerli olan muvazaa ve nam-ı müstear iddialarının, Medeni Kanun"un yürürlüğünden sonra taşınmaz mallar hakkında dinlenip dinlenemeyeceği tartışılmıştır.
Anılan kararda; çeşitli sebep ve amaçlarla bir taşınmaz kaydına gerçek malik yerine başka bir nam ve bir sözleşmede akitlerden biri yerine üçüncü bir şahsın gösterilmesinin mümkün olduğu, bu gibi hallerde vekilin kendi namına ve müvekkili hesabına yaptığı tasarruflarda olduğu gibi hukuki bir durum veya herhangi bir maksatla üçüncü şahıslardan gerçeği gizleme gayesi güdülebileceği, “kötüniyetli ve haksız gizlemeler” dışında, belirtilen olasılıklara göre açılacak bir davanın, gerçekten ya mevcut bir hakka dayanarak bir el değiştirme veya bir hakkın korunması niteliğini taşıyacağı, bu durumun da temsil ve vekalet ilişkisinde mülkiyette halefiyet esası olarak kabul edilmiş bir husus olup, halefiyeti düzeltme amacıyla öncelikle mülkiyetin vekile aidiyeti düşünülse bile, temsil hükümlerine aykırı olduğundan bunun korunması ve devamına karar verilemiyeceği, zira TBK"nın 509. maddesindeki “Vekilin, kendi adına ve vekâlet veren hesabına gördüğü işlerden doğan üçüncü kişilerdeki alacağı, vekâlet verenin vekile karşı bütün borçlarını ifa ettiği anda, kendiliğinden vekâlet verene geçer.” hükmünün bu düşünceyi doğruladığı belirtilmiş; öte yandan, gerek taşınır gerek taşınmaz mallara ilişkin olsun, nam-ı müstear hadiselerinde mesele bir istihkak ve mülkiyet davası niteliğini geçemeyeceğinden, ne resmi senet ne de şekil meselesinin bahse konu olamıyacağına, meselenin akitte ve isimde muvazaayı kapsamına alan BK"nın 18., TBK"nın 19. maddesi kapsamında düşünülmesinin kanunun amacına uygun düşeceğine değinildikten sonra, sonuçta nam-ı müstear davalarının dinlenebilir ve yazılı delil ile isbatının mümkün olduğuna hükmolunmuştur.
İçtihadı Bileştirme kararlarının konularıyla sınırlı, sonuçlarıyla bağlayıcı bulunduğu tartışmasızdır. Nam-ı müstear için düzenleme getiren 1947 tarihli kararın, teminat amacıyla temlike dair inanç sözleşmelerini kapsadığı da kuşkusuzdur. Uygulamada anılan sözleşmeler gerek özü gerek işleyişi açısından genelde muvazaa, özelde ise nam-ı müstear başlıkları altında nitelendirilmektedir.
Belirtilen İçtihadı Bileştirme kararında da değinildiği gibi; inanç sözleşmeleri bir yandan mülkiyeti nakil borcu doğurması bakımından tarafları bağlayıcı, diğer yandan mülkiyetin naklinin sebebini teşkil etmesi açısından tasarruf işlemlerini bünyesinde barındıran sözleşmelerdir. Bu durumda, koşulların oluşması halinde taşınmaz mülkiyetini nakil özelliğini taşıdığı kabul edilmelidir.
İçtihadı Birleştirme kararının sonuç bölümünde ifade olunduğu üzere, inançlı işleme dayalı olup dinlenilirliği kabul edilen iddiaların isbatı, şekle bağlı olmayan yazılı delildir. İnanç sözleşmesi olarak adlandırılan bu belgenin, sözleşmeye taraf olanların imzasını içermesi gereklidir. Bunun dışındaki bir kabul, hem İçtihadı Birleştirme Kararının kapsamının genişletilmesi, hem de taşınmazların tapu dışı satışlarına olanak sağlamak anlamını taşıyacağından, kendine özgü bu sözleşmelerle bağdaştırılamaz.
Hal böyle olunca; yukarıda değinilen ilkeler çerçevesinde gerekli araştırmanın yapılması, taraf delillerinin toplanması ve sonucuna göre bir karar verilmesi gerekirken, yanılgılı nitelendirme ile yazılı olduğu üzere hüküm kurulması isabetsizdir.
Davalıların temyiz itirazı açıklanan nedenlerden ötürü yerindedir. Kabulü ile, hükmün (6100 sayılı Yasanın geçici 3.maddesi yollaması ile) 1086 sayılı HUMK"un 428.maddesi gereğince BOZULMASINA, 02.01.2017 tarihinde yürürlüğe giren Avukatlık Ücret Tarifesi gereğince gelen temyiz edenler vekili için 1.480.00.-TL. duruşma vekâlet ücretinin temyiz edilenden alınmasına, alınan peşin harcın temyiz edene geri verilmesine, 18.04.2017 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.