11. Hukuk Dairesi 2015/9675 E. , 2016/4394 K.
"İçtihat Metni"
MAHKEMESİ :ASLİYE HUKUK MAHKEMESİ
(FİKRÎ VE SINAÎ HAKLAR HUKUK MAHKEMESİ)
Taraflar arasında görülen davada ... Asliye Hukuk Mahkemesi’nce verilen 08.04.2015 tarih ve 2014/410-2015/144 sayılı kararın Yargıtayca incelenmesi davacılar vekili tarafından istenmiş ve temyiz dilekçesinin süresi içinde verildiği anlaşılmış olmakla, dava, 6100 sayılı Kanun"un geçici 3/2. maddesi delaletiyle uygulanması gereken HUMK"nın 3156 sayılı Kanun ile değişik 438/1 maddesi hükmü gereğince miktar veya değer söz konusu olmaksızın duruşmalı olarak incelenmesi gereken dava ve işlerin dışında bulunduğundan duruşma isteğinin reddiyle incelemenin dosya üzerinde yapılmasına karar verildikten sonra dava dosyası için Tetkik Hakimi ... tarafından düzenlenen rapor dinlendikten ve yine dosya içerisindeki dilekçe, layihalar, duruşma tutanakları ve tüm belgeler okunup, incelendikten sonra işin gereği görüşülüp, düşünüldü:
Davacılar vekili, müvekkillerinin ve davalının babaları olan muris ..."ın "..." isimli markayı davalıya muvazaalı olarak devrettiğini ileri sürerek, davalının marka üzerindeki kaydının iptali ile veraset ilamındaki hisseleri oranında davacılar adına tesciline karar verilmesini talep etmiştir.
Davalı vekili, davanın reddini savunmuştur.
Mahkemece, dava konusu markanın noter sözleşmesi ile davalıya devredildiği, sözleşmedeki amacın markanın devri olduğu, hukuki işlemin satış mı yoksa bağış mı olduğunun bir öneminin bulunmadığı, tarafların sadece yapılan hukuki işlemin şeklen geçerliliği üzerinde durabileceği, marka devri sözleşmesinin tüm yasal unsurları taşıdığı gerekçesi ile davanın reddine karar verilmiştir.
Kararı davacılar vekili temyiz etmiştir.
Dava, muvazaa iddiasına dayalı marka devri sözleşmesinin iptali istemine ilişkin olup, mahkemece yazılı gerekçe ile davanın reddine karar verilmiştir.
İrade ve beyan arasında bilerek yaratılan uyumsuzluk şeklinde tanımlanan muvazaa, dava tarihi itibariyle yürürülükte olan 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun 18. maddesinde düzenlenmiş ve anılan maddede, “bir aktin şekil ve şartlarını tayinde, iki tarafın gerek sehven, gerek akitteki hakiki maksatlarını gizlemek için kullandıkları tabirlere ve isimlere bakılmayarak, onların hakiki ve müşterek maksatlarını aramak lazımdır” hükmüne yer verilmiştir.
O halde muvazaa; tarafların üçüncü kişileri aldatmak amacı ile ve fakat kendi gerçek iradelerine uymayan ve aralarında hüküm ve sonuç doğurmayan bir görünüş yaratmak hususunda anlaşmalarıdır, şeklinde tanımlanabilir. Bir başka ifadeyle, irade açıklamasında bulunan taraflar bu açıklamanın kendisine yapıldığı kişi, irade açıklamasının sonuç doğurmaması konusunda anlaşmışlar, yalnız gerçek bir hukuki işlemin bulunduğu görüşünü yaratmayı istemişlerse, muvazaadan söz edilir.
Muvazaa daha çok sözleşmenin yorumuyla ilgili olduğundan, öğreti ve uygulamada muvazaa kapsamlı olarak incelenmiş ve belirli kurallara bağlanmıştır. Gerek öğretide, gerek uygulamada muvazaa, mutlak ve nispi muvazaa olarak iki gruba ayrılmaktadır; mutlak muvazaada taraflar herhangi bir hukuki işlem yapmayı (oluşturmayı) istemezler, yalnız görünüşte bir hukuki işlem için gerekli irade açıklamasında bulunurlar; nispi muvazaada ise taraflar gerçekten belli bir hukuki işlem yapmak isterler, ancak onu saklamak amacıyla, bir başka hukuki işlemin kurulduğu görüşünü yaratmak üzere irade açıklamasında bulunurlar.
Taraflar ister yalnız bir görünüş yaratmayı, ister ikinci bir gizli işlem yapmayı arzu etmiş olsunlar, görünüşteki (zahiri) işlem tarafların gerçek iradelerine uymadığından, ilke olarak herhangi bir sonuç doğurmaz. Muvazaada görünüşteki işlemin her türlü hukuki sonuçtan yoksun olması, tarafların ortak iradelerinin bu yolda olmasından kaynaklanmaktadır.
Şu halde, özellikle mevsuf (nispi) muvazaada ilke olarak görünüşteki işlemin altına saklanan ve tarafların içerik ve sonuçlarıyla birlikte gerçekleştirmek istedikleri işlem (gizli sözleşme) geçerlidir. Bu geçerliliğin, tarafların gerçek ve uygun iradelerinin bu yolda olmasından kaynaklandığı ve onun, muvazaalı hukuki işlemin altına gizlenmiş olmasının, ilke olarak geçerliliğini etkilemediği her türlü duraksamadan uzaktır.
Ne var ki; muvazaada, gizli işlem şekle bağlıysa ve bu gizli işleme ilişkin irade açıklamaları şekle uygun yapılmamışsa, görünüşteki işlem yapılırken yasaların öngördüğü şekle uyulmuş olması, gizli işlemdeki şekle aykırılığı gidermez. Bu durumda, görünüşteki işlem tarafların gerçek iradelerini yansıtmadığından her hangi bir sonuç doğurmadığı gibi, gizli işlem dahi şekle aykırılıktan dolayı geçersizdir.
Nitekim bu ilke, 07.10.1953 gün ve 8/7 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararında çok açık bir şekilde dile getirilmiş; tapuda kayıtlı taşınmaz malın muvazaalı satış işlemiyle miras hakkından yoksun edilen kimselerin dava hakkına ilişkin uyuşmazlığın irdelendiği 01.04.1974 gün ve 1/2 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararı’nda da, tüm mirasçıların görünüşteki satış sözleşmesinin Borçlar Kanunu’nun 18.maddesine dayanarak muvazaalı olduğu ve gizli bağış sözleşmesinin de şekil koşulundan yoksun bulunduğunu ileri sürerek dava açabilecekleri sonucuna varılmıştır.
Hemen belirtilmelidir ki; taşınmaz mallar dışındaki değerlerde, eş söyleyişle taşınır mal, alacak ve haklarda, zilyetliğin geçişi yollarından olan kısa elden teslim, zilyetliğin havalesi ve hükmen teslim ile bağışlama yapılabileceği, burada özel olarak bir biçim öngörülmediği kuşkusuzdur. Nitekim 818 sayılı Borçlar Kanunu"nun 237/1. maddesi, “Elden bağışlama, bağışlayanın bir şeyi bağışlanana teslim etmesiyle vücut bulur.” hükmünü amirdir.
Şu durumda, taşınmazların şekil şartına bağlı olmaksızın elden bağışlanabilme olanağı bulunmadığı halde; taşınır mallar ve alacakların zilyetliğinin devri konusunda bir geçerlik şekli öngörülmediğinden, hukuken taşınır eşya niteliğinde sayılan değerlerin bağışlanması ya da bağış amacıyla bedelsiz olarak devredilmesi işlemi hukuken geçerlidir. O halde; taşınır mal, alacak ve haklarda muvazaa iddiasının dinlenmesi olanaklı değildir.
Marka hakkı, hak sahibi tarafından herkese karşı ileri sürülebilir haklardan olduğu için mutlak haktır. Mutlak haklar için doktrinde yapılan mallar veya kişiler üzerindeki mutlak haklar ayrımında ise marka hakkı, mallar üzerindeki haklardan biridir. Daha dar kapsamda ise marka hakkının, gayri maddi mallar üzerindeki mutlak haklardan biri olduğu söylenebilir. Zira markanın maddi bir varlığı yoktur; marka, üzerine konulduğu eşyadan farklı olarak soyut bir varlıktır ve ticari işletmenin gayri maddi malvarlığı içinde yer almaktadır. Dairemizin İİK m. 86 düzenlemesinin menkuller hakkında olduğu, dolayısıyla marka haczinde uygulanma imkanının bulunmadığına ilişkin 09.03.2000 tarihli 8623/2232 sayılı kararında da markanın menkul mal özelliği taşımadığı belirtilmiştir. Marka hakkı, sahibine inhisari yetkiler veren ve gayri maddi bir nitelik arz eden sınai mülkiyet hakkıdır.
Davaya konu edilen ""..."" markası, marka sicilinde tarafların miras bırakanı adına kayıtlı iken, davacıların kardeşleri olan davalı ile miras bırakan arasında noterde yapılan 02.05.2008 tarihli sözleşme ile davalıya satılıp, davalı adına sicile tescil edilmiştir.
556 sayılı KHK 15. maddesi uyarınca tescilli bir marka üzerindeki sağlar arası işlemler yazılı şekle tabidir. Aynı KHK 16. maddesinde markanın tescil edildiği mal veya hizmetlerin tümü veya bir kısmı için devredilebileceği ve ikinci fıkra hükmü hariç olmak üzere, bir markanın devrinin, mahkeme kararının sonucu olan devir hariç, yazılı olarak yapılacağı ve devrin taraflardan birinin talebi üzerine sicile kayıt edileceği hüküm altına alınmıştır.
Bu açık düzenlemeler karşısında, böyle bir sözleşmenin geçerli olmasının yazılı şekil koşuluna bağlı olduğu kuşkusuzdur. Aynı hükümler gereği marka hakkının bağışlanmasına dair sözleşmelerin de yazılı yapılması zorunludur.
Görüldüğü gibi marka sicilinde kayıtlı markaların, nitelikleri itibariyle mülkiyetlerinin devri taşınır ve taşınmazlardan farklı olarak, özel bir düzenleme ile yazılı geçerlilik koşuluna bağlanmıştır. Bunun sonucu olarak, alıcı ancak satış senedinde belirtilen hukuki neden gereğince markanın mülkiyetini kazanabilecektir. O nedenle, satış ise satış, bağış ise bağış sözleşmesinin yazılı olarak düzenlenmesi sonucunda marka hakkının devri gerçekleşebilecektir. Eğer bu konuda yanlar arasında bir danışıklık varsa, gerçekte bağış yapıldığı halde görünürde geçerli olarak yazılı devir sözleşmesi ile satış gibi gösterilmişse ve gerçek iradeleri yazılı olarak düzenlenen senette birleşmemiş olması nedeniyle marka hakkına ilişkin mülkiyet de devralan alıcıya geçmeyecektir. Yanların gerçek iradeleri ile senede yansıyan görünürdeki iradeleri birleşmediğinden, geçerli hukuki bir sonuç ortaya çıkmış sayılmayacak ve delillerin imkân vermesi koşulu ile 818 sayılı BK 18. maddesi anlamında danışıklı bir işlemin varlığının kabul edilmesi gündeme gelecektir. Bu sonuçta işlemin iptaline neden olacaktır.
Somut olayda davacılar, muris ve davalı arasında yapılan görünürdeki işlemin markanın satışına ilişkin, ancak gizli sözleşmenin ise markanın bağışlanmasına ilişkin bulunduğunu ileri sürdüklerine göre, miras bırakanın kendilerinden mal kaçırmak amacıyla muvazaalı sözleşme yaptığını ileri sürerek, esasen de kendi haklarına dayanmak suretiyle bu davayı açtıklarından, mahkemece yukarıda yapılan açıklamalar ışığında, taraflarca ileri sürülen deliller değerlendirilerek oluşacak sonuca göre bir karar vermek gerekirken yapılan devir sözleşmesinin şekli unsurları taşıdığı gerekçesi ile davanın reddine karar verilmesi doğru görülmemiş, hükmün temyiz eden davacılar yararına bozulması gerekmiştir.
SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenle, davacılar vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün temyiz eden davacılar yararına BOZULMASINA, ödedikleri temyiz peşin harcın istekleri halinde temyiz edenlere iadesine, 20.04.2016 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.