17. Hukuk Dairesi 2015/18616 E. , 2017/1456 K.
"İçtihat Metni"
MAHKEMESİ :Asliye Hukuk Mahkemesi
Taraflar arasındaki tasarrufun iptali davasının yapılan yargılaması sonunda verilen hükmün duruşmalı olarak temyizen tetkiki davacılar vekilince istenmiş olmakla duruşma için tayin edilen 14.02.2017 Salı günü davacılar vekili Av. ... geldi. Davalı ... vekili Av. ... geldi. Davalı ... tarafından gelen olmadı. Temyiz dilekçesinin süresi içinde verildiği anlaşıldıktan ve hazır bulunan davacılar vekili, davalı ... vekili dinlendikten sonra dosya incelendi, gereği düşünüldü.
-K A R A R-
Davacılar vekili, müvekkillerinden ...’in ...ile evli iken 26.05.2005 tarihinde ...’e verdiği vekaletname ile müvekkili adına kayıtlı dava konusu 1809 ada 74 parselin 17.02.2010 tarihinde davalı ...’ya sattığını ancak bu satış sırasında ....’in fiil ehliyetine sahip olmadığını, davalı ...’nın ...’e kendisine en iyi şekilde bakacağı her işini yapacağı vaadinde bulunarak güvenini kazandığını, sağlıklı düşünemeyen ...’in bu telkinler ile taşınmazı bedelsiz olarak devrettiğini, daha sonra da ...’nın taşınmazı diğer davalı ...’a devrettiğini, müvekkili İhsan’ın ...’i oğlu olarak vasi tayin edildiğini, belirterek geçersiz olarak yapılan tescil işleminin iptali ile müvekkili ... adına tesciline karar verilmesini talep etmiştir.
Davalı ... vekili, müvekkilinin ...’in akli melekeleri ve hukuki ehliyetinin olup olmadığını bilebilecek durumda olmadığını, satışın ...’in verdiği vekaletname ile yapılmış ise de ... aracılığı ile yapıldığını, daha sonra dava dışı ... aracılığı ile ...’a satıldığını ancak bu şahısların da müvekkilini dolandırdıklarından haklarında suç duyurusunda bulunduklarını, haksız açılan davanın reddini istemişlerdir.
Davalı ... vekili, dava konusu taşınmazında içinde bulunduğu alanda müvekkilinin 2005 yılından beri kiracı olarak bulunduğunu, davalı ...’nın temsilcisi olarak tanıtan ... isimli şahısla pazarlığın yapıldığını, 120.000,00 TL bedelin ödendiğini müvekkilinin davacılarla ve diğer davalı ile bir ilgisinin olmadığını belirterek davanın reddini talep etmiştir.
Mahkemece, davacı ... ve ..."in önceden karı-koca oldukları, daha sonra boşandıkları 26.04.2005 tarihinde ...’e verdiği vekaletnameye istinaden 17.02.2010 tarihinde 140.000,00 TL bedel ile ...’ya satıldığı. Onun da 18.04.2010 tarihinde davalı ...’a sattığı, birinci satıştan sonra 24.06.2010 tarihinde ...’in kısıtlandığı ve oğlu İhsan’ın vasi olarak tayin edildiği yargılama sırasında ...’in ölümü ile mirascılarının davaya dahil edildiği, davalı ...’un o çevrede ticari iş yaptığı, bu yerleri kiraladığı, satış bedeli olarak araçla ödeme yaptığı, buna göre ...’un kötü niyetinin kanıtlanamadığı, iyiniyetli alıcı olarak kabul edildiği, ...’in 2005 yılından itibaren devam eden vekaletnamesinin olduğu davayı karı-kocanın birlikte açmasına rağmen birinci satışa kadar bir işlem yapılmadığı, vekaletten azledilmediği, ikinci satışın bu vekaletname ile yapılmadığı, birinci satışta vekaletname ile hareket ettiği ve bu satıştan sonra kısıtlandığı, kaldı ki birinci satışta ...’nın kötü niyetli kabul edilse bile davacıların tazminat talebi olmayıp sadece tapu iptalini istediklerinden bahisle davanın reddine karar verilmiş hüküm davacılar vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Dava yolsuz tescile dayalı tapu iptali ve tesciline ilişkindir.
Kişilerin eylem ve işlemlerinin sebep ve sonuçlarını anlayabilme, değerlendirebilme ve ayırdedebilme kudreti (gücü) bulunmayan bir kimsenin kendi iradesi ile hak kurabilme, borç (yükümlülük) altına girebilme ehliyetinden söz edilemez. Nitekim Medeni Kanunun "fiil ehliyetine sahip olan kimse, kendi fiilleriyle hak edinebilir ve borç altına girebilir" biçimindeki 9. maddesi hükmüyle hak elde edebilmesi, borç (yükümlülük) altına girebilmesi, fiil ehliyetine bağlamış. 10. maddesinde de, fiil ehliyetinin başlıca koşulu olarak ayırtım gücü ile ergin (reşit) olmayı kabul ederek " ayırt etme gücüne sahip ve kısıtlı olmayan bir ergin kişinin fiil ehliyeti vardır." hükmünü getirmiştir. "Ayırtım gücü" eylem ve işlev ehliyeti olarak da tarif edilerek aynı yasanın 13. maddesinde "yaşının küçüklüğü yüzünden veya akıl hastalığı, akıl zayıflığı, sarhoşluk ya da bunlara benzer sebeplerden biriyle akla uygun biçimde davranma yeteneğinden yoksun olmayan herkes bu kanuna göre ayırt etme gücüne sahiptir." denmek suretiyle açıklanmış, ayrıca ayırtım gücünü ortadan kaldıran önemli nedenlerden bazılarına değinilmiştir.
Önemlerinden dolayı bu ilkeler, söz konusu yasa ile öteki yasaların çeşitli hükümlerinde de yer almışlardır.
Hemen belirtmek gerekir ki, Medeni Kanunun 15. maddesinde de ifade edildiği üzere, ayırtım gücü bulunmayan kimsenin geçerli bir iradesinin bulunmaması nedeniyle, kanunda gösterilen ayrık durumlar saklı kalmak üzere, yapacağı işlemlere sonuç bağlanamayacağından karşı tarafın iyi niyetli olması o işlemi geçerli kılmaz. (Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararı 11.6.1941 tarih 4/21)
Yukarıda sözü edilen ilkelerin ve yasa maddelerinin ışığı altında olaya yaklaşıldığında bir kimsenin ehliyetinin tespitinin şahıs ve mamelek hukuku bakımından doğurduğu sonuçlar itibariyle ne kadar büyük önem taşıdığı kendiliğinden ortaya çıkar.
Somut olayda, mahkemece alınan 30.04.2014 tarihli Adli Tıp raporundan, satış tarihi 17.02.2010 tarihinde davacı ...’in vekili olarak hareket eden ...’in hukuki ehliyete haiz olmadığı net olarak belirlenmiştir. Mahkemece dinlenen tanık anlatımlarından da bu satıştan önce ...’in tek başına hareket kabiliyetinin olmadığı, 21.07.2009 tarihli DR raporu ile de davacının rapor tarihinde yürüme ve konuşmasının zayıf, paranoid davranışlarının olduğu, yürüyemediği ötenazi istediği ve tekerlekli sandalye gerektiği belirtilmiştir. Bu durumda 17.02.2010 tarihli ...’ya yapılan satış vekil olarak hareket eden ...’in hukuki ehliyeti olmadığından geçersizdir.
Bilindiği üzere; hukukumuzda, diğer çağdaş hukuk sistemlerinde olduğu gibi kişilerin huzur ve güven içerisinde alış verişte bulunmaları satın aldıkları şeylerin ileride kendilerinden alınabileceği endişelerini taşımamaları, dolayısıyla toplum düzenini sağlamak düşüncesiyle, alan kişinin iyi niyetinin korunması ilkesi kabul edilmiştir. Bu amaçla Medeni Kanunun 2. maddesinin genel hükmü yanında menkul mallarda 988 ve 989, tapulu taşınmazların el değiştirmesinde ise 1023. maddesinin özel hükümleri getirilmiştir. Öte yandan bir devleti oluşturan unsurlardan biri insan unsuru ise bunun kadar önemli olan ötekisi topraktır. İşte bu nedenle Devlet, nüfus sicilleri gibi tapu sicillerinin de tutulmasını üstlenmiş bunların aleniliğini (herkese açık olmasını) sağlamış, iyi ve doğru tutulmamasından doğan sorumluluğu kabul etmiş, değinilen tüm bu sebeplerin doğal sonucu olarak da tapuya itimat edip, taşınmaz mal edinen kişinin iyi niyetini korumak zorunluluğunu duymuştur.
Belirtilen ilke MK"nın 1023. maddesinde aynen "tapu kütüğündeki sicile iyi niyetle dayanarak mülkiyet veya başka bir ayni hak kazanan 3. kişinin bu kazanımı korunur" şeklinde yer almış, aynı ilke tamamlayıcı madde niteliğindeki 1024. maddenin l.fıkrasına göre "Bir ayni hak yolsuz olarak tescil edilmiş ise bunu bilen veya bilmesi gereken 3. kişi bu tescile dayanamaz" biçiminde öngörülmüştür.
Ne var ki; tapulu taşınmazların intikallerinde, huzur ve güveni koruma, toplum düzenini sağlama uğruna, tapu kaydında ismi geçmeyen ama asıl malik olanın hakkı feda edildiğinden iktisapta bulunan kişinin, iyi niyetli olup olmadığının tam olarak tespiti büyük önem taşımaktadır. Gerçekten bir yanda tapu sicilinin doğruluğuna inanarak iktisapta bulunduğunu ileri süren kimse diğer yanda ise kendisi için maddi, hatta bazı hallerde manevi büyük değer taşıyan ayni hakkını yitirme tehlikesi ile karşı karşıya kalan önceki malik bulunmaktadır. Bu nedenle yüzeysel ve şekilci bir araştırma ve yaklaşımın büyük mağduriyetlere yol açacağı, kişilerin Devlete ve adalete olan güven ve saygısını sarsacağı ve yasa koyucunun amacının ilk bakışta, şeklen iyi niyetli gözükeni değil, gerçekten iyiniyetli olan kişiyi korumak olduğu hususlarının daima göz önünde tutulması, bu yönde tüm delillerin toplanıp derinliğine irdelenmesi ve değerlendirilmesi gerekmektedir.
Nitekim bu görüşten hareketle kötü niyet iddiasının defi değil itiraz olduğu, iddia ve müdafaanın genişletilmesi yasağına tabii olmaksızın her zaman ileri sürülebileceği ve mahkemece kendiliğinden (resen) nazara alınacağı ilkeleri 8.11.1991 tarih 1990/4 esas 1991/3 sayılı İnançları Birleştirme Kararında kabul edilmiş, bilimsel görüşler de aynı doğrultuda gelişmiştir.
Somut olaya gelince; davalı ...’un dava konusu taşınmazın da aralarında bulunduğu taşınmazın 2005 yılından beri kiracısı olduğu hatta ...’ten de taşınmazı kiraladığı, ...’in bu taşınmaz üzerinde deri işletme tesisinin olduğu ve dolayısı ile davalı ... birinci satışı gerçekleştiren ...’i yakından tanıdığı dolayısı ile kısıtlılığı konusunda bilgi sahibi olduğu, birinci satışta tapu kaydına göre 279.000,00 TL olarak alınan taşınmazın ikinci satışta davalı ... vekilinin beyanına göra tapuda 140.000,00 TL olarak gösterilmesine rağmen satışın 120.000,00 TL ye yapılması, bedelin para olarak değil araç olarak ödendiğinin ileri sürülmesinin mutad ödeme aracı olmadığı gibi, bu ödemenin de ileri sürüldüğü gibi olmadığı ... ve ... arasında uyuşmazlık olup, davalı ...’nın taşınmazın satışına aracılık ettiği ileri sürülen dava dışı Yasin ve ... hakkında suç duyurusunda bulunduğu olguları birlikte değerlendirildiğinde davalı ...’un iyiniyetli alıcı olduğundan söz edilmesi mümkün değildir.
Bu durumda mahkemece, davacıların davasını kabul etmesi gerekirken hatalı değerlendirme ile yazılı şekilde karar verilmesi usul ve yasaya aykırıdır.
SONUÇ :Yukarıda açıklanan nedenlerle davacılar vekilinin temyiz itirazlarıNın kabulü ile hükmün BOZULMASINA, 1.480,00 TL vekalet ücretinin davalılardan alınarak duruşmada vekille temsil olunan
davacılara verilmesine, peşin alınan harcın istek halinde temyiz eden davacılara geri verilmesine 14/02/2017 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.