Taraflar arasında birleştirilerek görülen davalarda;
Davacı, miras bırakanı H.T.maliki olduğu 443 ve 532 parsel sayılı taşınmazları davalı gelini R. 441 parseldeki payınıda davalı kızı E.mirasçılardan mal kaçırmak amacıyla ölünceye kadar bakım koşuluyla muvaalı temlik ettiğini, ayrıca murisin temlik tarihinde ehliyetsiz olduğunu ileri sürerek tapu iptali ve tescil isteğinde bulunmuştur.
Davalı E.iddiaların yersiz olduğunu bildirip davanın reddini savunmuş, birleştirilerek görülen dava ile miras bırakanın R.yapmış olduğu temlikin muvazaalı olduğunu ileri sürerek miras payı oranında tapu iptali ve tescil isteğinde bulunmuştur.
Birleşen dava davacısı S.miras bırakanın kızı E.yapmış olduğu temlikin muvazaa nedeniyle iptalini istemiş bu davada eldeki dava ile birleştirilerek görülmüştür.
Davalı R. iddiaların yersiz olduğunu bildirip davanın reddini savunmuştur.
Mahkemece, davalı E.yönünden açılan davaların kabulüne, davalı R. yönünden açılan davaların reddine karar verilmiştir.
Karar, davacı A.ve davalı, birleşen dava davacısı E.vekilleri tarafından süresinde duruşma istekli temyiz edilmiş olmakla, duruşma günü olarak saptanan 12.10.2010 Salı günü için yapılan tebligat üzerine temyiz eden davacı A. T.vekili Avukat F.A. geldi, davetiye tebliğine rağmen yine temyiz eden birleşen davacı E.G.vekili avukat ile temyiz edilen vekili avukat gelmediler, yokluklarında duruşmaya başlandı, süresinde verildiği ve kayıt olunduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra gelen vekilin sözlü açıklamaları dinlendi, duruşmanın bittiği bildirildi, iş karara bırakıldı. Bilahare Tetkik Hakimi tarafından düzenlenen rapor okundu, düşüncesi alındı. Dosya incelenerek gereği görüşülüp düşünüldü:
Davalar; tapu iptali ve tescil isteğine ilişkindir.
Mahkemece, davaların kısmen kabulüne karar verilmiştir.
Dosya içeriğinden, toplanan delillerden; miras bırakan H.T.maliki olduğu 443 ve 532 parsel sayılı taşınmazlarını gelini olan davalı R. ölünceye kadar bakım koşulu ile, 441 parsel sayılı taşınmazını da aynı şekilde davalı kızı E.temlik ettiği, davacıların temliki işlemlerin yapıldığı tarihte miras bırakanın hukuki ehliyetinin bulunmadığını ve mirasçıdan mal kaçırma amaçlı ve muvazaalı yapıldığını ileri sürerek, miras payı oranında iptal tescil istemi ile eldeki davaları açtıkları anlaşılmıştır.
Hemen belirtilmelidir ki, HUMK 76. maddesi hükmü uyarınca olayları bildirmek taraflara hukuki nitelendirmeyi yapmak ve ona uygun yasal düzenlemeyi tayin ve tespit ederek uygulamak mahkemeye aittir. Eldeki davada, iddianın ileri sürülüş biçimi, dava dilekçesinin içeriği ve dosyada mevcut deliller birlikte değerlendirildiğinde, davacıların ehliyetsizlik ve muris muvazaası hukuksal nedenlerine dayandığı açıktır.
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 11.4.1990 gün ve 1990/1–152, 1990/236 sayılı kararında vurgulandığı gibi, davada dayanılan maddi olaylar bakımından birkaç hukuki nedenin bir arada gösterilmesinde ilke olarak usul ve yasaya aykırı bir yön yoktur. Hukuki sebeplerden bir tanesinin diğer hukuki sebebin incelenmesine olanak verir niteliği bulunduğu sürece önem ve lüzum derecesine göre birden fazla hukuki sebep aynı davada inceleme ve araştırma konusu yapılabilir.
Dayanılan nedenlerden birinin ehliyetsizlik olması halinde ise, kamu düzeniyle ilgili bulunması ve ehliyetsizliğin saptanması halinde öteki nedenlerin incelenme gereğinin ortadan kalkacağı hususları dikkate alındığında öncelikle bu neden üzerinde durulması gerektiği kuşkusuzdur.
Bilindiği üzere, Davranışlarının, eylem ve işlemlerinin sebep ve sonuçlarını anlayabilme, değerlendirebilme ve ayırt edebilme kudreti (gücü) bulunmayan bir kimsenin kendi iradesi ile hak kurabilme, borç (yükümlülük) altına girebilme ehliyetinden söz edilemez. Nitekim Medeni Kanunun “ fiil ehliyetine sahip olan kimse, kendi fiilleriyle hak edinebilir ve borç altına girebilir “ biçimindeki 9. maddesi hükmüyle hak elde edebilmesi, borç ( yükümlülük ) altına girebilmesi, fiil ehliyetine bağlamış. 10. maddesinde de, fiil ehliyetinin başlıca koşulu olarak ayırtım gücü ile ergin ( reşit ) olmayı kabul ederek “ ayırt etme gücüne sahip ve kısıtlı olmayan bir ergin kişinin fiil ehliyeti vardır. “ hükmünü getirmiştir. “Ayırtım gücü “ eylem ve işlev ehliyeti olarak ta tarif edilerek aynı yasanın 13. maddesinde “ yaşının küçüklüğü yüzünden veya akıl hastalığı, akıl zayıflığı, sarhoşluk yada bunlara benzer sebeplerden biriyle akla uygun biçimde davranma yeteneğinden yoksun olmayan herkes bu kanuna göre ayırt etme gücüne sahiptir.” denmek suretiyle açıklanmış, ayrıca ayırtım gücünü ortadan kaldıran önemli nedenlerden bazılarına değinilmiştir. Önemlerinden dolayı bu ilkeler, söz konusu yasa ile öteki yasaların çeşitli hükümlerinde de yer almışlardır.
Hemen belirtmek gerekir ki, Medeni Kanununun 15. maddesinde de ifade edildiği üzere, ayırtım gücü bulunmayan kimsenin geçerli bir iradesinin bulunmaması nedeniyle, kanunda gösterilen ayrık durumlar saklı kalmak üzere, yapacağı işlemlere sonuç bağlanamayacağından karşı tarafın iyi niyetli olması o işlemi geçerli kılmaz. (Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararı 11.6.1941 tarih 4/21)
Yukarıda sözü edilen ilkelerin ve yasa maddelerinin ışığı altında olaya yaklaşıldığında bir kimsenin ehliyetinin tesbitinin şahıs ve mamelek hukuku bakımından doğurduğu sonuçlar itibariyle ne kadar büyük önem taşıdığı kendiliğinden ortaya çıkar. Bu durumda, tarafların gösterecekleri, tüm delillerin toplanılması tanıklardan bu yönde açıklayıcı, doyurucu somut bilgiler alınması, varsa ehliyetsiz olduğu iddia edilen kişiye ait doktor raporları, hasta müşahede kağıtları, film grafilerinin eksiksiz getirtilmesi zorunludur. Bunun yanında, her ne kadar H.U.M.K.’nun 286 maddelerinde belirtildiği gibi bilirkişinin “rey ve mutaalası” hakimi bağlamaz ise de, temyiz kudretinin yokluğu, yaş küçüklüğü, akıl hastalığı, akıl zayıflığı, sarhoşluk gibi salt biyolojik nedenlere değil, aynı zamanda bilinç, idrak, irade gibi psikolojik unsurlara da bağlı olduğundan, akıl hastalığı, akıl zayıflığı gibi biyolojik ve buna bağlı psikolojik nedenlerin belirlenmesi, çok zaman hakimlik mesleğinin dışında özel ve teknik bilgi gerektirmektedir.
Hele ayırt etme gücünün nisbi bir kavram olması kişiye eylem ve işleme göre değişmesi bu yönde en yetkili sağlık kurulundan, özellikle Adli Tıp Kurumundan rapor alınmasını da gerekli kılmaktadır. Esasen Medeni Kanunun 409/2. maddesi akıl hastalığı veya akıl zayıflığının bilirkişi raporu ile belirleneceğini öngörmüştür.
Ne varki, mahkemece değinilen ilkeler göz ardı edildiği gibi, miras bırakanın temlikin yapılış tarihlerinde ehliyetli olup olmadığının 2659 sayılı Yasanın 7 ve 16/d maddeleri gereğince Adli Tıp Kurumu 4.İhtisas Dairesinden alınacak rapor ile saptanması gerekirken, bu hususta hiç araştırma yapılmaması da doğru değildir.
O halde, taraflar arasındaki çekişmenin sıhhatli bir çözüme kavuşturulabilmesi bakımından hukuki ehliyetsizliğin kamu düzeni ile ilgili olduğu göz önüne alınarak önemine binaen öncelikle incelenmesi, tarafların bu yönde bildirecekleri tüm delillerin toplanması, varsa miras bırakana ait sağlık kurulu raporları, hasta müşahade kâğıtları, reçeteler vs. istenmesi, tüm dosyanın Adli Tıp Kurumuna gönderilmesi, akit ve vekâletin veriliş tarihlerinde miras bırakanın ehliyetli olup olmadığı yönünde rapor alınması, ehliyetsiz olduğunun anlaşılması halinde, ehliyetsizlik hukuksal nedenine dayalı olarak açılacak iptal ve tescil davalarının tereke adına açılması Türk Medeni Kanunun 701 ve devamı maddeleri gereği olduğu ve paya ilişkin isteğe dayalı davanın dinlenme olanağı bulunmadığı gözetilerek davanın reddedilmesi, yok eğer ehliyetli olduğunun anlaşılması halinde, davada dayanılan diğer hukuki neden olan muvazaa iddiaları yönünden araştırma yapılması gerekeceği tartışmasızdır.
Bilindiği üzere, ölünceye kadar bakıp gözetme sözleşmesi, taraflarına karşılıklı hak ve borçlar yükleyen bir bağıttır. (B.K.m.5ll).Başka bir anlatımla ivazlı sözleşme türlerindendir. Bu sözleşme ile bakım alacaklısı, sözleşme konusu malın mülkiyetini bakım borçlusuna geçirme; bakım borçlusu da bakım alacaklısına yasanın öngördüğü anlamda ölünceye kadar bakıp gözetme yükümlülüğü altına girer.(B.K.m.5l4).Hemen belirtmek gerekir ki, bakıp gözetme koşulu ile yapılan temliki işlemin geçerliliği için sözleşmenin düzenlendiği tarihte bakım alacaklısının özel bakım gereksinimi içerisinde bulunması zorunlu değildir. Bu gereksinmenin sözleşmeden sonra doğması,yada alacaklının ölümüne kadar çok kısa bir süre sürmüş bulunması da sözleşmenin geçerliliğine etkili olamaz.
Kural olarak bu tür sözleşmeye dayalı bir temlikinde muvazaa ile illetli olduğunun ileri sürülmesi her zaman mümkündür. En sade anlatımla muvazaa, irade ile beyan arasında kasten yaratılan aykırılık olarak tanımlanabilir. Böyle bir iddia karşısında, aslolan tarafların akitteki gerçek ve müşterek amaçlarının saptanmasıdır.(B.K.m.l8).Şayet bakım alacaklısının temliki işlemde bakıp gözetilme koşulunun değil de, bir başka amacı gerçekleştirme iradesini taşıdığı belirlenirse (örneğin mirasçılarından mal kaçırma düşüncesinde ise), bu takdirde akdin ivazlı (bedel karşılığı) olduğundan söz edilemez; akitte bağış amacının üstün tutulduğu sonucuna varılır. Bu halde de Yargıtay İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulu"nun l.4.l974 gün ve l/2 sayılı İnançları Birleştirme Kararı olayda, uygulama yeri bulur.
Miras bırakanın, ölünceye kadar bakıp gözetme karşılığı yaptığı temlikin muvazaa ile illetli olup olmadığının belirlenebilmesi içinde, sözleşme tarihinde murisin yaşı, fiziki ve genel sağlık durumu, aile koşulları ve ilişkileri, elinde bulunan mal varlığının miktarı, temlik edilen malın, tüm mamelekine oranı, bunun makul karşılanabilecek bir sınırda kalıp kalmadığı gibi bilgi ve olguların göz önünde tutulması gerekir.
Somut olayda, miras bırakanın temlik dışı mallarının olup olmadığı, diğer bir deyişle temlike konu taşınmazların tüm mal varlığını kapsayıp kapsamadığı araştırılmamış, davalı E. yönünden de murisin sağlığında bakım görevinin yerine getirilmediğine dair bir iddiada bulunup bulunmadığı belirlenmeden sonuca gidildiği görülmektedir.
Hal böyle olunca, yukarıdaki ilkeler gözetilmek suretiyle hükme yeterli bir soruşturma yapılması, özellikle miras bırakanın tüm mal varlığının ve mal varlığı içerisinde çekişmeye konu taşınmazların konumunun (derecesinin) saptanması, değerleri arasında orantılama yapılması, böylece mirasçıdan mal kaçırma amacı taşıyıp taşımadığının değerlendirilmesi ve ondan sonra bir karar verilmesi gerekirken, noksan soruşturma ile yetinilerek yazılı olduğu üzere hüküm kurulması doğru değildir.
Kabule göre de, davalarda pay oranında iptal tescil istenildiği halde istek dışına çıkılarak Türk Medeni Kanununun 28.maddesi hükmü gözardı edilerek ölü kişi ( miras bırakan) adına tescile karar verilmesi doğru olmadığı gibi 441 parsel sayılı taşınmazın ½ payı üzerinden iptal tescil istenildiği halde tamamı üzerinden iptal kararı verilmesi de isabetli değildir.
Temyiz eden tarafların bu yönlere değinen temyiz itirazları yerindedir. Kabulüyle, hükmün açıklanan nedenden ötürü HUMK."nun 428.maddesi gereğince BOZULMASINA, alınan peşin harcın temyiz edene geri verilmesine, 24.12.2009 tarihinde yürürlüğe giren Avukatlık Ücret Tarifesinin 14. maddesi gereğince gelen temyiz eden taraf vekillerinden davacı vekili için 750.00.-TL. duruşma avukatlık parasının diğer temyiz edenden alınmasına, 12.10.2010 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.