Taraflar arasında görülen davada;
Davacı, 2385 parsel sayılı taşınmazını alınacak olan bir kredide teminat olarak kullanılması amacıyla davalı S.ye 20.8.1999 tarihinde vekil tayin ettiğini, ancak davalı S."nin bu vekaletname ile anılan taşınmazdaki 4/5 payını yakın arkadaşı olan diğer davalı M.e 24.8.1999 tarihinde ve satış şeklinde devrettiğini, davalıların el ve işbirliği içinde birlikte hareket ederek hile ile aldıkları vekaletnameyi kötüye kullanmak suretiyle muvazaalı işlem yaptıklarını, satış bedelinin de ödenmediğini ileri sürüp, tapu iptali ve tescil, taşınmazın üçüncü kişiye temlik edilmiş olması halinde tazminat isteğinde bulunmuş; davacının yargılama sırasında ölümü üzerine mirasçıları tarafından davaya devam edilmiştir.
Davalı M., çekişme konusu taşınmazı davacının yetkili vekilinden bedelini ödemek suretiyle satın aldığını, iyiniyetli üçüncü kişi olduğunu belirtip, davanın reddini savunmuş, diğer davalı, davaya yanıt vermemiştir.
Mahkemece, "tapu iptal ve tescil davasının ispat edilemediğinden reddine, bedele yönelik talebin de, taşınmazın davalı M.tarafından başkasına temlik edilmediğinden reddine" karar verilmiştir.
Karar, davacılar vekili tarafından süresinde duruşma istemli temyiz edilmiş olmakla; Tetkik Hakimi raporu okundu, düşüncesi alındı. Dosya incelendi, duruşma isteği dava değeri yönünden reddedildi, gereği görüşülüp, düşünüldü.
Dava, vekalet görevinin kötüye kullanılması hukuksal nedenine dayalı tapu iptali ve tescil, olmazsa tazminat isteğine ilişkindir.
Mahkemece, davanın reddine karar verilmiştir.
Dosya içeriği ve toplanan delillerden; çekişme konusu 2385 parsel sayılı taşınmazın 4/5 payının kayden davacıya ait iken davacı tarafından 20.8.1999 tarihli vekaletname ile vekil tayin edilen davalı S.nin, anılan payı 24.8.1999 tarihinde diğer davalı Me.e satış suretiyle temlik ettiği anlaşılmaktadır.
Davacı, vekaletin hile ile alındığını ve kötüye kullanıldığını ileri sürerek, eldeki davayı açmıştır.
Bilindiği üzere; Borçlar Kanununun temsil ve vekalet bağıtını düzenleyen hükümlerine göre, vekalet sözleşmesi büyük ölçüde tarafların karşılıklı güvenine dayanır. Vekilin borçlarının çoğu bu güven unsurundan, onun vekil edenin yararına ve iradesine uygun davranış yükümlülüğünden doğar.
Borçlar Kanununda sadakat ve özen borcu, vekilin vekil edene karşı en önde gelen borcu kabul edilmiş ve 390/2 maddesinde "vekil, müvekkiline karşı vekaleti hüsnüniyetle ifa ile mükelleftir..." hükmüne yer verilmiştir. Bu itibarla vekil, vekil edenin yararına ve iradesine uygun hareket etme, onu zararlandırıcı davranışlardan kaçınma yükümlülüğü altındadır. Sözleşmede vekaletin nasıl yerine getirileceği hakkında açık bir hüküm bulunmasa veya yapılan işlem dış temsil yetkisinin sınırları içerisinde kalsa dahi vekilin bu yükümlülüğü daima mevcuttur. Hatta malik tarafından vekilin bir taşınmazın satışında, dilediği bedelle dilediği kimseye satış yapabileceği şeklinde yetkili kılınması, satacağı kimseyi dahi belirtmesi,ona dürüstlük kuralını, sadakat ve özen borcunu gözardı etmek suretiyle, makul sayılacak ölçüler dışına çıkarak satış yapma hakkını vermez. Vekil edenin yararı ile bağdaşmayacak bir eylem veya işlem yapan vekil değinilen maddenin birinci fıkrası uyarınca sorumlu olur.
Öte yandan, vekil ile sözleşme yapan kişi Medeni Kanunun 3. maddesi anlamında iyi niyetli ise yani vekilin vekalet görevini kötüye kullandığını bilmiyor veya kendisinden beklenen özeni göstermesine rağmen bilmesine olanak yoksa, vekil ile yaptığı sözleşme geçerlidir ve vekil edeni bağlar. Vekil vekalet görevini kötüye kullansa dahi bu husus vekil ile vekalet eden arasında bir iç sorun olarak kalır, vekil ile sözleşme yapan kişinin kazandığı haklara etkili olamaz.
Ne varki, üçüncü kişi vekil ile çıkar ve işbirliği içerisinde ise veya kötü niyetli olup vekilin vekalet görevini kötüye kullandığını biliyor veya bilmesi gerekiyorsa vekil edenin sözleşme ile bağlı sayılmaması, Medeni Kanunun 2. maddesinde yazılı dürüstlük kuralının doğal bir sonucu olarak kabul edilmelidir. Söz konusu yasa maddesi buyurucu nitelik taşıdığından hakim tarafından kendiliğinden (resen) göz önünde tutulması zorunludur. Aksine düşünce kötü niyeti teşvik etmek en azından ona göz yummak olur. Oysa bütün çağdaş hukuk sistemlerinde kötü niyet korunmamış daima mahkum edilmiştir. Nitekim uygulama ve bilimsel görüşler bu yönde gelişmiş ve kararlılık kazanmıştır.
Somut olaya gelince; akitte gösterilen değer ile, taşınmazın keşfen belirlenen değeri arasında fahiş fark bulunduğu, her nekadar yüksek fiyatla satın aldığı savunulmuş ise de, bu hususun belge ile kanıtlanmadığı; öte yandan, taşınmazdaki pay temlik edilmesine karşın, davanın açıldığı tarihe kadar çekişmeli taşınmazı, davacının, ahara kiraya vermek ve kira bedellerini kendisi almak suretiyle tasarruf ettiği dosya kapsamı ile sabittir. Ayrıca, bir kimsenin edindiği taşınmazdan kaynaklanan vergileri kendisinin ödemesi iktiza ettiği halde, satan kişinin vergi ödemesine devam etmiş olması hayatın olağan akişına aykırı olduğu gibi vekil ile davalı M,in Konya"lı olup, el ve işbirliği içerisinde bulundukları görülmektedir.
O halde, anılan bu olgular yukarıdaki ilkeler çerçevesinde değerlendirildiğinde, yapılan temlikin vekalet görevinin kötüye kullanılması suretiyle gerçekleştirildiğinin kabulü gerekir.
Hal böyle olunca; davanın kabulüne karar verilmesi gerekirken yanılgılı değerlendirme ile yazılı olduğu üzere hüküm kurulmuş olması doğru değildir.
Davacıların, temyiz itirazları yerindedir. Kabulü ile hükmün açıklanan nedenlerden ötürü HUMK."nun 428.maddesi gereğince BOZULMASINA, alınan peşin harcın temyiz edene geri verilmesine, 20.11.2008 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.