Esas No: 2017/1219
Karar No: 2021/791
Karar Tarihi: 17.06.2021
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu 2017/1219 Esas 2021/791 Karar Sayılı İlamı
"İçtihat Metni"
MAHKEMESİ :Asliye Hukuk Mahkemesi
1. Taraflar arasındaki “tapu iptali ve terkin” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda, Alanya 3. Asliye Hukuk Mahkemesince davanın reddine ilişkin olarak verilen karar davacı Hazine vekilinin temyizi üzerine Yargıtay 1. Hukuk Dairesince yapılan inceleme sonunda bozulmuş, Mahkemece Özel Daire bozma kararına karşı direnilmiştir.
2. Direnme kararı davacı Hazine vekili tarafından temyiz edilmiştir.
3. Hukuk Genel Kurulunca dosyadaki belgeler incelendikten sonra gereği görüşüldü:
I. YARGILAMA SÜRECİ
Davacı İstemi:
4. Davacı Hazine vekili 25.07.2007 tarihli dava dilekçesinde; Alanya İlçesi, Özvadi Köyünde yapılan kadastro çalışmalarının 1995 yılında kesinleştiğini, dava konusu 103 ada 184 ve 185 parsel sayılı taşınmazların taşlık ve kayalık niteliğinde bulunmaları nedeniyle Devletin hüküm ve tasarrufu altındaki yerlerden olduğunu, dolayısıyla Hazine adına tespit ve tescil edilmesi gerekirken bilirkişilerin yanlış beyanı üzerine şahıs adına tespit ve tescil edildiğini, taşınmazların taşlık, kayalık ve %70 oranında meyilli olmasından ötürü bugüne kadar kimsenin zilyet olmadığı gibi tarım yapmaya da uygun bulunmadığını, 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 14 ve 17. maddelerindeki şartların oluşmadığını, davalının da taşınmazı taş ocağı olarak kullandığını ve dinamit patlatarak çalışmalarına devam ettiğini, bu eylemlerinin köyün doğal su mecrasını değiştirebileceğini, yine Kadastro Kanunu’nun 12/3. maddesindeki hak düşürücü sürenin Hazine taşınmazlarında uygulanma olanağının bulunmadığını ileri sürerek, taş ocağı faaliyetinin durdurulması konusunda ihtiyati tedbir kararı verilmek suretiyle tapu iptali ve tescil isteminde bulunmuştur.
Davalı Cevabı:
5. Davalı vekili cevap dilekçesinde; kadastro tutanaklarının kesinleşme tarihinden itibaren on yıldan fazla süre geçtiğini, 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 12/3. maddesi uyarınca kadastrodan önceki sebeplere dayanılarak dava açılamayacağını, müvekkilinin dava konusu yeri parasını vererek satın aldığını, TMK’nın 1023. maddesine göre tapu sicilindeki kayda güvenerek iktisapta bulunan üçüncü kişi konumunda olduğundan kazanımının korunması gerektiğini, taş ocağı işletme faaliyetinin ise yetkili birimlerden izin alınarak yapıldığını, açılan davanın hukukî dayanaktan yoksun olduğunu belirterek davanın reddini savunmuştur.
İlk Derece Mahkemesi Birinci Kararı:
6. Alanya 3. Asliye Hukuk Mahkemesinin 29.09.2009 tarihli ve 2007/267 E., 2009/493 K. sayılı kararı ile; yargılama devam ederken 5841 sayılı Kanun’un 2. maddesi ile Kadastro Kanunu’nun 12. maddesinin 3. fıkrasına “Bu hüküm iddia ve taşınmazın niteliğini yahut devlet veya diğer kamu tüzel kişilerinin dahi tarafların sıfatına bakılmaksızın uygulanır” hükmünün eklendiği, ayrıca Kanuna Geçici 10. madde eklenerek, 12/3. fıkranın devletin hüküm ve tasarrufu altında olduğu iddiası ile yürürlük tarihinden önce açılmış ve henüz kesin hükme bağlanmamış olan davalarda dahi uygulanacağının öngörüldüğü, dava konusu taşınmazlara ilişkin tutanakların da 08.03.1995 tarihinde kesinleşip tapuya tescil edildiği, bu durumda davanın on yıllık hak düşürücü süre geçtikten sonra açıldığı gerekçesiyle reddine karar verilmiştir.
Özel Daire Birinci Bozma Kararı:
7. Mahkemenin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davacı vekili temyiz isteminde bulunmuştur.
8. Yargıtay 1. Hukuk Dairesinin 10.05.2010 tarihli ve 2010/4644 E., 2010/5435 K. sayılı kararı ile;
“...Somut olayda, kadastro tespitinin kesinleşmesinden itibaren dava tarihine kadar 10 yıllık sürenin geçtiği açıktır. 3402 sayılı Yasanın 12/3. maddesinde öngörülen süre hak düşürücü süre olup, kamu düzeni ile ilgilidir ve mahkemece davanın her aşamasında res"en gözetilmesi gerekli olumsuz dava şartlarındandır.
Özellikle, bu hususlar gözetilerek davanın reddedilmesinde bir isabetsizlik bulunmadığına göre davacı hazine vekilinin diğer temyiz itirazı yerinde değildir, reddine,
Ancak hemen belirtilmelidir ki, bir taraf, dava açıldığı andaki mevzuata ve içtihat durumuna göre davasında haklı olup da, dava açıldıktan sonra yürürlüğe giren (geçmişe etkili) yeni bir yasa hükmü ya da yeni bir İnançları Birleştirme Kararı gereğince davayı kaybederse, davada haksız çıkmış olmasına rağmen, yargılama giderlerinden sorumlu tutulamaz.
Anılan bu kural yasal ve yargısal uygulamada kararlılık kazanmıştır.(Baki Kuru, Hukuk Usulü Muhakemeleri 5. cilt, sayfa 5338, dipnot 159; 10. H.D. 21/12/1976, 8770/8739 ve dipnot 160: 5. HD 12/09/1977, 5445/5655 dipnot 161: 10.HD 24/02/1976, 6296/1297) Ayrıca, her dava açıldığı tarihteki koşullara bağlıdır. Öte yandan avukatlık ücreti 29.05.1957 tarih ve 4/16 sayılı İnançları Birleştirme Kararı uyarınca yargılama giderlerinden sayılır. Davacı hazine temyiz dilekçesinde sair nedenlerden söz etmek suretiyle bu hususa değinmiştir.
Taşınmazın devletin hüküm ve tasarrufu altındaki yerlerden olması halinde davacı hazinenin dava tarihinde dava açmakta haklı olacağı dikkate alındığında ve yargılama sırasında yürürlüğe giren 5841 sayılı yasa gereğince dava reddedildiğine göre davalının tüm yargılama giderlerinden ve avukatlık ücretiyle maktu harçtan sorumlu tutulması gerekeceğinde kuşku yoktur. Hal böyle olunca, yerinde uzman bilirkişi kurulu aracılığı ile keşif yapılarak taşınmazın niteliğinin ve zilyetlikle mülk edinilecek yerlerden olup olmadığının belirlenmesi ve hasıl olacak duruma göre yargılama giderlerinin hüküm altına alınması gerekirken, değinilen husus göz ardı edilerek yazılı şekilde hüküm kurulması doğru değildir…” gerekçesiyle hüküm açıklanan nedene hasren bozulmuştur.
İlk Derece Mahkemesi İkinci Kararı:
9. Alanya 3. Asliye Hukuk Mahkemesinin 15.03.2011 tarihli ve 2010/475 E., 2011/176 K. sayılı kararı ile bozma kararına uyulmuş ve davalı vekilinin avukatlık ücreti taleplerinin olmadığı, yargılama giderleri ile vekâlet ücretini ödemeye hazır oldukları yönündeki beyanı esas alınarak davanın reddi ile taraflar hakkında yargılama gideri ile vekâlet ücreti yönünden hüküm kurulmasına yer olmadığına ve yine davacı harçtan muaf olduğundan harç alınmasına yer olmadığına karar verilmiştir.
Özel Daire İkinci Bozma Kararı:
10. Mahkemenin yukarıda belirtilen ikinci kararına karşı da süresi içinde davacı vekili temyiz isteminde bulunmuştur.
11. Yargıtay 1. Hukuk Dairesinin 20.10.2011 tarihli ve 2011/8648 E., 2011/10671 K. sayılı kararı ile;
”… Dava; tapu iptal, kayıt terkini, elatmanın önlenmesi ve yıkım isteğine ilişkin olup, yerel mahkemece son kurulan hükmün temyizi üzerine; 14.03.2009 tarihinde yürürlüğe giren 5841 Sayılı Yasa hükümleri uyarınca hak düşürücü süreden dolayı davanın reddinin doğru olduğu, ancak yargılama giderleri ve avukatlık ücretinden davalının sorumlu tutulması gerektiği gerekçesiyle bozulduğu görülmektedir.
Gerçekten de; işin esası bakımından 5841 sayılı Yasanın yürürlüğü döneminde davanın hak düşürücü süreden reddedilmiş olması doğrudur. Ancak anılan yasa Anayasa Mahkemesinin 12.05.2011 tarih 2009/31 E. 2011/77 K. sayılı kararı ile iptal edilmiş ve iptal hükmü 23.07.2011 resmi gazetede yayımlanarak yürürlüğe girmiştir.
Öyle ise, kesin hüküm halini almamış ve kazanılmış hakkın istisnasını teşkil eden bu durum karşısında 5841 Sayılı Yasa hükümleri uyarınca davanın reddine ilişkin olarak kurulan hükmün, verildiği tarih itibarıyla doğru olduğu düşünülse ve ayrıca Anayasanın 153. maddesine göre iptal kararı geriye yürümezse de 10.3.1969 gün ve 1/3 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararının gerekçe bölümünde belirtildiği üzere iptal, kesin şekilde çözüme bağlanmış uyuşmazlıkları etkilemez ve henüz anlaşmazlık hali devam ediyorsa iptalin kapsamına girer. Öyleyse, davanın hak düşürücü süreden reddine ilişkin kurulan kararın Anayasa Mahkemesi’nin anılan iptal kararından sonra doğru olduğu söylenemez. Zira, kamu düzeninin söz konusu olduğu bütün haller istisnanın kapsamına girer.
Hal böyle olunca; işin esasının değerlendirilmesi, davanın kısmen veya tamamen kabulü halinde de, 19.01.2011 tarihinde yürürlüğe giren 6099 sayılı Yasa hükümleri de gözetilerek taraf iddiaları doğrultusunda gerekli araştırma ve inceleme yapılmak suretiyle uyuşmazlığın çözüme kavuşturulması bakımından…” gerekçesi ile bozulmuştur.
Direnme Kararı:
12. Alanya 3. Asliye Hukuk Mahkemesinin 27.12.2012 tarihli ve 2012/310 E., 2012/706 K. sayılı kararı ile davanın reddine ilişkin olarak daha önce verilen 29.09.2009 tarihli hükmün, Yargıtay 1. Hukuk Dairesinin 10.05.2010 tarihli ve 2010/4644 E., 2010/5435 K. sayılı kararı ile yargılama gideri ve vekâlet ücreti yönünden bozulduğu, bozma sonrasında davalı ve vekilinin yargılama gideri ve vekâlet ücreti talep etmediklerini bildirdikleri, böyle olunca tapu iptali ve tescil talebinin reddine ilişkin kararın kesinleştiği gerekçesiyle bu konuda yeniden karar verilmesine yer olmadığına, 6099 sayılı Kanun gereğince davacı lehine, davalı taraf lehine de vazgeçmiş olduğundan yargılama gideri ve ücreti vekâlet takdirine yer olmadığına karar verilmiştir.
Direnme Kararının Temyizi:
13. Direnme kararı davacı Hazine vekili tarafından temyiz edilmiş ise de mahkemece temyiz isteminin süresinde olmadığından bahisle 01.07.2014 tarihli ek karar ile istemin reddine karar verilmiştir. Ek karar davacı vekili tarafından süresinde temyiz edilmiştir.
II. UYUŞMAZLIK
14. Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; davanın hak düşürücü süreden reddine dair ilk kararın Özel Dairece yargılama giderlerine hasren bozulması ve mahkemece anılan bozma kararına uyulması nedeniyle davalı yararına usulî kazanılmış hak oluşup oluşmadığı, burada varılacak sonuca göre 25.02.2009 tarihli ve 5841 sayılı Çeşitli Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un 2. maddesiyle 21.06.1987 tarihli 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 12. maddesinin üçüncü fıkrasına eklenen cümlenin ve 3. maddesiyle 3402 sayılı Kanun’a eklenen Geçici 10. maddenin Anayasa’ya aykırı olduğuna ve iptaline dair Anayasa Mahkemesinin 12.05.2011 tarihli ve 2009/31 E., 2011/77 K. sayılı kararının eldeki davaya uygulanıp uygulanamayacağı noktasında toplanmaktadır.
III. ÖN SORUN
15. Direnme kararı davacı Hazine vekiline tebliğe çıkarılmış olmasına karşın vekile değil de adreste bulunan memura tebliğ edildiği gözetildiğinde, yapılan tebligatın 7201 sayılı Tebligat Kanunu’nun 17. maddesi ile Tebligat Kanununun Uygulanmasına Dair Yönetmeliğin 26. maddesine uygun olup olmadığı, burada varılacak sonuca göre mahkemece davacı Hazine vekilinin temyiz isteminin süreden reddine ilişkin olarak verilen ek kararın kaldırılarak, direnme kararına yönelik temyiz isteminin incelenmesinin gerekip gerekmediği hususu öncelikle ele alınıp incelenmiştir.
16. Bilindiği üzere, 7201 sayılı Tebligat Kanunu’nun 11. maddesinin ilk cümlesine göre vekil vasıtasıyla takip edilen işlerde tebligat vekile yapılır.
17. Aynı Kanun’un “Belli bir yerde veya evde meslek ve sanat icrası” başlıklı 17. maddesi ise; “Belli bir yerde devamlı olarak meslek veya sanatını icra edenler, o yerde bulunmadıkları takdirde tebliğ aynı yerdeki daimi memur veya müstahdemlerinden birine, meslek veya sanatını evinde icra edenlerin memur ve müstahdemlerinden biri bulunmadığı takdirde aynı konutta oturan kişilere veya hizmetçilerinden birine yapılır” düzenlemesini içermektedir.
18. Tebligat Kanunu’nun “Muhatabın muvakkaten başka yere gitmesi” başlıklı 20. maddesi de; “13, 14, 16, 17 ve 18 inci maddelerde yazılı şahıslar, kendisine tebliğ yapılacak kimsenin muvakkaten başka yere gittiğini belirtirlerse; keyfiyet ve beyanda bulunanın adı ve soyadı tebliğ mazbatasına yazılarak altı beyan yapan tarafından imzalanır ve tebliğ memuru tebliğ evrakını bu kişilere verir. Bu kişiler tebliğ evrakını kabule mecburdurlar. Kendisine tebliğ yapılacak kimsenin muvakkaten başka bir yere gittiğini belirten kimse, beyanını imzadan imtina ederse, tebliğ eden bu beyanı şerh ve imza eder. Bu durumda ve tebliğ evrakının kabulden çekinme hâlinde tebligat, 21 inci maddeye göre yapılır. (Değişik son cümle: 19/3/2003-4829/4 md.) Bu maddeye göre yapılacak tebligatlarda tebliğ, tebliğ evrakının 13, 14, 16, 17 ve 18 inci maddelerde yazılı kişilere verildiği tarihte veya ihbarname kapıya yapıştırılmışsa bu tarihten itibaren onbeş gün sonra yapılmış sayılır” hükmünü taşımaktadır.
19. Yukarıdaki maddeler bağlamında, Tebligat Kanununun Uygulanmasına Dair Yönetmeliğin “Meslek ve sanat erbabına tebligat” başlıklı 26. maddesi;
“(1) Belirli bir yerde devamlı olarak meslek veya sanatını icra edenlere, o yerde de tebligat yapılabilir.
(2) Muhatabın işyerinde bulunmaması halinde tebliğ, aynı yerde sürekli olarak çalışan memur veya müstahdemlerinden birine yapılır.
(3) Muhatap, meslek veya sanatını konutunda icra ediyorsa, kendisi bulunmadığı takdirde memur veya müstahdemlerinden birine yapılır. Bunlardan hiç birinin bulunmaması durumunda tebliğ, aynı konutta sürekli olarak oturan kişilere veya hizmetçilerinden birine yapılır” hükmünü;
Aynı Yönetmeliğin “Muhatabın geçici olarak başka yere gitmesi” başlıklı 29. maddesi ise; “(1) 21, 22, 23, 25, 26 ve 27 nci maddelerde yazılı kişiler, tebliğ yapılacak olanın geçici olarak başka yere gittiğini belirtirlerse, tebliğ memuru, muhatabın hangi sebeple adresten geçici olarak ayrıldığını, beyanda bulunanın adı ve soyadı ile sıfatını tebliğ tutanağına yazar. Tebliğ tutanağını beyanda bulunana imzalattırır ve tebliğ edilecek evrakı beyanda bulunana verir. Bu kişiler, tebliğ evrakını kabule mecburdurlar.
(2) Bu kişilerin beyanlarını imzadan kaçınmaları ve tebliğ evrakını kabul etmemeleri durumunda, tebliğ memuru bu hususu tutanağa yazar, imzalar ve tebliğ olunacak evrakı, o yerin muhtar veya ihtiyar heyeti üyesinden birine ya da kolluk amir veya memurlarına imza karşılığında teslim eder ve teslim ettiği kişinin adresini içeren ihbarnameyi gösterilen adresin kapısına yapıştırır.
(3) Bu maddeye göre yapılacak tebligatlarda tebliğ, tebliğ evrakının 21, 22, 23, 25, 26 ve 27 nci maddelerde yazılı kişilere verildiği tarihte veya ihbarname kapıya yapıştırılmışsa bu tarihten itibaren onbeş gün sonra yapılmış sayılır” hükmünü taşımaktadır.
20. Diğer yandan tebligat, bilgilendirme yanında belgelendirme özelliği de bulunan önemli bir usul işlemidir. Tebligat ile ilgili yasal düzenlemeler tamamen şeklî olduğundan gerek tebligat işlemi gerekse tebligat tarihi ancak kanun ve yönetmelikte emredilen şekillerle tevsik ve dolayısıyla ispat olunabilir.
21. Tebligat Kanunu ve Tebligat Kanununun Uygulanmasına Dair Yönetmeliğin bu konuda etkili önlemler almış olmasının amacı, tebligatın bir an evvel muhatabına ulaşmasını ve onun tarafından kabul edilmesini sağlamaktır. Bu nedenle, kanun ve yönetmelik hükümleri en küçük ayrıntısına kadar uygulanmalıdır. Tebligatın doğru kişiye ve kanunda gösterilen yönteme uygun olarak yapılması zorunludur. Aksi takdirde kanun ve yönetmeliğin gösterdiği şekilde yapılmamış ve belgelendirilmemiş olan tebligat geçerli sayılmaz.
22. Bu ilke ve açıklamalar ışığında somut olay değerlendirildiğinde; Alanya 3. Asliye Hukuk Mahkemesi tarafından verilen 27.12.2012 tarihli, 2012/310 E. ve 2012/706 K. sayılı direnme kararı davacı Hazine vekilinin mesleğini icra ettiği adrese tebliğe çıkarılmış, tebligat 10.04.2014 tarihinde memur olduğu belirtilmek suretiyle Engin Coşkun’a imzası mukabili yapılmıştır. Ancak, tebligat mazbatasında tebliğ sırasında vekilin adreste bulunup bulunmadığı, bulunmuyor ise sebebine ilişkin herhangi bir açıklamaya yer verilmemiştir.
23. Oysa ki, belli bir yerde devamlı olarak meslek veya sanatını icra edenler, o yerde bulunmadıkları takdirde tebliğ aynı yerdeki daimi memur veya müstahdemlerinden birine yapılabilir. Diğer bir anlatımla, Tebligat Kanunu’nun 17. maddesine göre tebligat yapılabilmesi için tebligat yapılmak istenen adresin muhatabın devamlı olarak mesleğini ya da sanatını icra ettiği iş yeri adresi olması, muhatabın adreste bulunamaması hâlinde, bu durumun tespit edilerek daimi çalışanına tebligat yapılması gerekmektedir.
24. Bu nedenle Tebligat Kanunu ile Tebligat Kanununun Uygulanmasına Dair Yönetmeliğin yukarıda açıklanan ilgili maddelerine göre direnme kararının davacı Hazine vekiline usulüne uygun şekilde tebliğ edildiğinden söz edilemez. Bu durumda Tebligat Kanunu’nun 32. maddesi hükmü gözetilerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği kabul edilerek, mahkemece davacı vekilinin temyiz itirazının süre yönünden reddine ilişkin olarak verilen ek karar kaldırılarak, esasa yönelik temyiz itirazlarının incelenmesine geçilmiştir.
IV. GEREKÇE
25. Kadastro; bir ülke veya bölgedeki her çeşit arazi ve mülklerin yeryüzü üzerindeki yer ve konumlarının, alanının, sınırlarının, sahiplerinin ve değerlerinin, üzerindeki hak ve yükümlülüklerin devlet eliyle saptanıp plana ve kayda bağlanması işlemlerinin tümünü ifade etmekte olup, 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 1. maddesinde kanunun amacı; “Bu Kanunun amacı, ülke koordinat sistemine göre memleketin kadastral veya topoğrafik kadastral haritasına dayalı olarak taşınmaz malların sınırlarını arazi ve harita üzerinde belirterek hukukî durumlarını tespit etmek suretiyle 4721 sayılı Türk Medeni Kanununun öngördüğü tapu sicilini kurmak, mekânsal bilgi sisteminin alt yapısını oluşturmaktır” şeklinde açıklanmıştır.
26. Madde metninden de anlaşılacağı üzere kanunun üç temel amacı vardır. Bunlar; taşınmaz malların sınırlarının arazi ve harita üzerinde belirlenmesi, hukukî durumlarının tespit edilmesi ve Türk Medeni Kanunu’nun öngördüğü tapu sicilinin kurulmasıdır.
27. Kadastronun biri geometrik diğeri hukukî olmak üzere iki yönü bulunmaktadır. Geometrik anlamda kadastro, tekniğin ve fennin yardımı ile bir ülkedeki her taşınmazın türünü, sınırını ve yüzölçümünü kesin bir şekilde belirleyip, sınırlarını tespit etmektir. Hukukî yönü ise geometrik olarak sınırlanan bu taşınmazlar üzerindeki haklar ile hak sahiplerinin belirlenmesinden ibarettir. Kadastronun kesinleşmesi ile birlikte taşınmazlar üzerindeki mülkiyet durumu, bunların kime ait olduğu, üzerlerindeki sınırlı ayni haklar ve bunların sahipleri belirlenmiş olacak; sonrasında da her taşınmaz, malikinin adı belirtilerek tapu kütüğüne kaydedilecektir.
28. Taşınmazların hukukî durumlarının belirlenmesine ilişkin esaslar, Kadastro Kanunu’nun “Mülkiyet Hakkının Tespitine İlişkin Esaslar” başlıklı dördüncü bölümünde düzenlenmiştir. Bu bölümde mülkiyet hakkının tespitine ilişkin esaslar yanında; taşınmazlar üzerindeki takyitler, sınırlı ayni haklar ve muhdesatın durumu, tapu kayıtları ile diğer belgelerin kapsamının nasıl belirleneceği ve bu kayıt ve belgelerdeki miktar fazlası kısımların nasıl ifraz edileceği, daha önce kadastrosu yapılan yerlerde kadastronun nasıl yapılacağı gibi konular da düzenlenmiştir. Bu bağlamda, kamu malları olmaları sebebiyle özel mülkiyete elverişli olmayan taşınmaz malların tespitine ilişkin esaslar Kanun’un 16. maddesinde düzenlenmiş ve maddenin (C) bendinde; “Devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan kayalar, tepeler, dağlar (bunlardan çıkan kaynaklar) gibi, tarıma elverişli olmayan sahipsiz yerler ile deniz, göl, nehir gibi genel sular tescil ve sınırlandırmaya tabi değildir, istisnalar saklıdır” hükmüne yer verilmiştir.
29. Diğer taraftan 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 999. maddesi “Özel mülkiyete tâbi olmayan ve kamunun yararlanmasına ayrılan taşınmazlar, bunlara ilişkin tescili gerekli bir aynî hakkın kurulması söz konusu olmadıkça kütüğe kaydolunmaz.
Tapuya kayıtlı bir taşınmaz, kayda tâbi olmayan bir taşınmaza dönüşürse, tapu sicilinden çıkarılır” hükmünü taşımakta olup, bu madde ile kural olarak kamu taşınmazlarının tescile tabî olmayacağı vurgulanmıştır.
30. Kadastro Kanunu’nun 17. maddesinde ise; orman sayılmayan Devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan ve kamu hizmetine tahsis edilmeyen araziden, masraf ve emek sarfı ile imar ve ihya edilerek tarıma elverişli hâle getirilen taşınmaz malların 14. maddedeki şartların mevcut olması hâlinde imar ve ihya edenler veya halefleri adına, aksi takdirde hazine adına tespit edileceği düzenlenmiştir. Bu düzenlemeye göre Devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan yerlerin zilyetlikle iktisap edilebilmesi ancak Kadastro Kanunu’nun 14 ve 17. maddesindeki şartların gerçekleşmiş olmasına bağlıdır.
31. Bu açıklamalar kapsamında somut olmaya gelindiğinde; eldeki dava Hazine tarafından, dava konusu taşınmazların Devletin hüküm ve tasarrufu altındaki yerlerden olduğu, taşlık ve kayalık niteliğindeki taşınmazların imar ve ihya edilerek tarıma elverişli hâle getirilmelerinin mümkün olmadığı, buna karşın kadastro sırasında şahıs adına tespit ve tescil edildiği ileri sürülerek 25.07.2007 tarihinde açılmış olup, kadastro tutanakları ile tapu kayıtları incelendiğinde öncesi tapusuz olan taşınmazların kazandırıcı zamanaşımı zilyetliğine dayalı olarak 184 parselin 1/2 paylarla dava dışı Halil Çalış ile Mustafa Çalış adına, 185 parselin de Mustafa Çalış adına 20.07.1994 tarihinde tespit edilip, kadastro tutanaklarının 08.03.1995 tarihinde kesinleşmesi üzerine tapuda 09.03.1995 tarihinde malikler adına tescil edildiği, davalının ise taşınmazları adı geçen kişilerden 22.10.1999 ve 04.01.2000 tarihlerinde satın aldığı anlaşılmaktadır.
32. Kadastro Kanunu’nun “Kadastro tutanaklarının kesinleşmesi ve hak düşürücü süre” başlıklı 12. maddesinin ilgili 3. fıkrası; “Bu tutanaklarda belirtilen haklara, sınırlandırma ve tespitlere ait tutanakların kesinleştiği tarihten itibaren on yıl geçtikten sonra, kadastrodan önceki hukuki sebeplere dayanarak itiraz olunamaz ve dava açılamaz” hükmünü taşımakta ise de; Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 24.3.1999 tarihli ve 1999/1-170 E., ve 1999/167 K. sayılı kararında “3402 sayılı Yasanın 12/3 maddesinde düzenlenen 10 yıllık hak düşürücü sürenin, Hazinece açılan ve devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan yer iddiasına dayanan davalarda dava koşulu olarak ele alınıp değerlendirilemeyeceği, işin esasına girilip dava konusu taşınmazın gerçek niteliğini, daha açık bir anlatımla özel mülkiyete konu olup, olmayacağının tespit edilmesinden sonra bu yönde bir karar verilmesi gerektiği; yerleşmiş Yargıtay İçtihatlarında ortaklaşa kabul edilen bir kural haline geldiği” ifade edilmiş olup, devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan ve bu nedenle tespit dışı bırakılması gereken taşınmazlar hakkında tespit tutanağı düzenlenmiş olsa bile, yok hükmünde sayılan işlemler, önceki 766 sayılı Tapulama Kanunu’nun 31/2 ve hâlen yürürlükte bulunan 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 12/3. maddelerinde yazılı olan on yıllık hak düşürücü süreye tabî değildir.
33. Ne var ki, eldeki dava açıldıktan sonra 25.02.2009 tarih ve 5841 sayılı Çeşitli Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un 2. maddesi ile kadastro Kanun’un 12. maddesinin üçüncü fıkrasına “Bu hüküm, iddia ve taşınmazın niteliğine yahut Devlet veya diğer kamu tüzel kişileri dahil, tarafların sıfatına bakılmaksızın uygulanır” cümlesi eklenmiş, 5841 sayılı Kanun’un 3. maddesi ile de Kadastro Kanunu’na Geçici 10. madde eklenerek, madde metninde “Bu Kanunun 12 nci maddesinin üçüncü fıkrası hükmü, Devletin hüküm ve tasarrufu altında olduğu iddiası ile yürürlük tarihinden önce açılmış ve henüz kesin hükme bağlanmamış olan davalarda dahi uygulanır” düzenlemesine yer verilmiştir. Bu düzenlemeyi dikkate alan yerel mahkeme tarafından da hak düşürücü süre nedeniyle davanın reddine karar verilmiştir.
34. Ancak, 5841 sayılı Çeşitli Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un 2. maddesi ile 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 12. maddesinin üçüncü fıkrasına eklenen cümle ve 3. maddesi ile eklenen Geçici 10. maddesindeki hükmün iptali için Anayasa Mahkemesine başvurulmuş ve Anayasa Mahkemesinin 12.05.2011 tarihli ve 2009/31 E., 2011/77 K. sayılı kararı ile anılan hükümler iptal edilmiştir.
35. Anayasa Mahkemesinin 12.05.2011 tarihli ve 2009/31 E., 2011/77 K. sayılı kararında; kadastro anlamında tespit ve sınırlandırma dışında tutulması ve özel mülkiyet konusu olmaması gereken taşınmazlar için de bir hak düşürücü süre tanımlanmasına gidilmesinin kamu ve toplum yararına aykırı, toplumsal adaleti yaralayıcı, işgalcileri ödüllendirici bir yaklaşım olduğu, dolayısıyla iptali istenen tümcenin, kamu düzenini kurucu ve güçlendirici değil, bozucu bir nitelik taşıdığı vurgulanmıştır.
36. Anayasa"nın 153. maddesi uyarınca, Anayasa Mahkemesinin iptal kararları gerekçesi yazılmadan açıklanamamakta ve ancak Resmî Gazete"de yayımlandıktan sonra yürürlüğe girmektedir. Anayasa Mahkemesinin iptal kararlarının yasama, yürütme ve yargı organları, idari makamlar, gerçek ve tüzel kişileri bağlayacağı açıktır. Diğer taraftan, 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 33. maddesinde “Hâkim, Türk hukukunu resen uygular” şeklinde ifadesini bulan yasal ilke gözetildiğinde; Anayasa Mahkemesinin iptal kararlarının kesin hüküm hâlini almamış derdest dosyalar yönünden uygulanmasının zorunluluğu ortadadır.
37. Bu durumda öncelikle üzerinde durulması gereken husus, yerel mahkeme kararının Yargıtay Özel Dairesince bozulmasından sonra, bozma kararının dayanağını oluşturan yasal düzenlemelerin Anayasa Mahkemesinin iptal kararına konu olması üzerine bozma kararına uyulmakla usule ilişkin kazanılmış haktan bahsedilip bahsedilemeyeceği meselesidir.
38. “Usulü kazanılmış hak” kavramı, davaların uzamasını önlemek, hukukî alanda istikrar sağlamak ve kararlara karşı genel güvenin sarsılmasını önlemek amacıyla Yargıtay uygulamaları ile geliştirilmiş, öğretide kabul görmüş ve usul hukukunun vazgeçilmez, ana ilkelerinden biri hâline gelmiştir. Anlam itibariyle, bir davada, mahkemenin ya da tarafların yapmış olduğu bir usul işlemi ile taraflardan biri lehine doğmuş ve kendisine uyulması zorunlu olan hakkı ifade etmektedir.
39. Mahkemenin, Yargıtayın bozma kararına uyması ile bozma kararı lehine olan taraf yararına bir usulî kazanılmış hak doğabileceği gibi bazı konuların bozma kararı kapsamı dışında kalması yolu ile de usulî kazanılmış hak gerçekleşebilir. Bir mahkemenin Yargıtay dairesince verilen bozma kararına uyması sonunda, kendisi için o kararda gösterilen biçimde inceleme ve araştırma yapmak ve yine o kararda belirtilen hukuksal esaslar gereğince karar vermek yükümlülüğü oluşur. Bu itibarla mahkemenin sonraki hükmünün bozma kararında gösterilen ilkelere aykırı bulunması, usule uygun olmadığından bozma nedenidir.
40. Yargıtay İçtihadı Birleştirme Genel Kurulunun 04.02.1959 tarihli ve 1957/13 E., 1960/5 K. ve 09.05.1960 tarihli ve 21/9 sayılı kararlarında açıklandığı üzere, bir mahkemenin Yargıtay’ca verilen bozma kararına uyması sonunda kendisi için o kararda gösterilen şekilde inceleme ve araştırma yaparak, yine o kararda belirtilen hukukî esaslar gereğince karar verme mükellefiyeti meydana gelir ve bu itibarla mahkemenin sonraki hükmünün bozmada gösterilen esaslara aykırı bulunması, usule uygun sayılamaz ve bozma sebebidir; meğer ki, bu aykırılık sadece bozma kararında gösterilen bir usul kaidesine ilişkin bulunsun ve son kararın neticesini değiştirecek bir mahiyet arz etmesin. Mahkemenin bozma kararına uymasıyla meydana gelen durum uyarınca muamele yapma ve hüküm verme durumu, taraflardan birisi lehine ve diğeri aleyhine hüküm verme neticesini doğuracak bir durumdur ve buna usulü kazanılmış hak yahut usule ait kazanılmış hak denilmektedir.
41. Yargıtay içtihatları ile kabul edilen “usulü kazanılmış hak” olgusunun, birçok hukuk kuralında olduğu gibi yine Yargıtay içtihatları ile geliştirilmiş istisnaları bulunmaktadır. Mahkemenin bozmaya uymasından sonra yeni bir içtihadı birleştirme kararı ya da geçmişe etkili bir yeni kanun çıkması karşısında, Yargıtay bozma ilamına uyulmuş olmakla oluşan usulü kazanılmış hak hukukça değer taşımayacaktır. Benzer şekilde; uygulanması gereken bir kanun hükmü, hüküm kesinleşmeden önce Anayasa Mahkemesince iptaline karar verilirse, usulü kazanılmış hakka göre değil, Anayasa Mahkemesinin iptal kararından sonra oluşan yeni duruma göre karar verilebilecektir. Bu husus 09.05.1960 tarihli ve 21/9 sayılı Yargıtay İçtihatları Birleştirme Kararında da “...Sonradan çıkan içtihadı birleştirme kararının, temyiz mahkemesinin bozma kararına uyulmakla meydana gelen usule ait müktesep hak esasının istisnası olarak, henüz mahkemede veya temyiz mahkemesinde bulunan işlere tatbiki gereklidir...” şeklinde ifade edilmiştir. Anayasa Mahkemesi iptal kararlarında da aynı ilke geçerlidir. Zira Anayasa Mahkemesinin iptal kararları usulü kazanılmış hakların istisnasını teşkil ederler (Hukuk Genel Kurulu’nun 20.12.2017 tarihli 2017/5-2575 E., 2017/1906 K. sayılı kararı).
42. Anayasa Mahkemesi de, usule ilişkin kazanılmış hak kavramına ilişkin olarak, Yargıtay içtihadının kararlı ve yerleşik bir biçimde uygulandığını, bu içtihadın öngörülebilir, belirli ve ulaşılabilir olduğunda ise kuşku bulunmadığını, dolayısıyla bozma kararı sebebiyle nihai anlamda sonuçlanmış bir karardan söz edilemeyeceğine göre sonradan Anayasa Mahkemesinin iptal kararı gözetilerek karar verilmesinin hukukî belirlilik ilkesi yönünden sorun teşkil etmediğini belirtmiştir (Halil Kadri Buldanlıoğlu ve Necip Buldanlıoğlu, B. No: 2015/10533, 4.4.2018, § 56-63).
43 . Yapılan açıklamalar tüm bu kapsamında eldeki davaya gelince, yerel mahkemece on yıllık hak düşürücü sürenin geçtiğinden bahisle davanın reddine karar verilmiş ve Özel Dairece bu husus bozma kapsamı dışında bırakılmış ise de dava sonuçlanıp kesinleşmeden bu davaya uygulanabilecek olan kanun metni Anayasa Mahkemesince iptal edildiğine göre, iptal kararı sonucu oluşan durumun 09.05.1960 tarihli ve 21/9 sayılı YİBK’da da belirtildiği üzere maddi anlamda kesinleşmemiş ve derdest olan eldeki davaya da uygulanması zorunludur.
44. Nitekim Hukuk Genel Kurulunun 02.10.2013 tarih ve 2013/1-183 E., 2013/1428 K.; 01.04.2015 tarih ve 2013/1-2153 E., 2015/1136 K.; 05.04.2017 tarih ve 2017/1-1204 E., 2017/642 K. ve 11.02.2020 tarih ve 2017/8-1881 E., 2020/127 K. sayılı kararlarında da aynı esaslar benimsenmiştir.
45. O hâlde; yerel mahkemece Hukuk Genel Kurulunca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırı olup, bozulması gerekmiştir.
V. SONUÇ:
Açıklanan nedenlerle;
Davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile direnme kararının Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı 6217 sayılı Kanun’un 30. maddesi ile 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’na eklenen “Geçici Madde 3” atfıyla uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA,
Aynı Kanun’un 440. maddesi uyarınca kararın tebliğ tarihinden itibaren on beş gün içerisinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 17.06.2021 tarihinde oy birliği ile karar verildi.
Bu alandan sadece bu kararla ilintili POST üretebilirsiniz. Bu karardan bağımsız tamamen kendinize özel POST üretmek için TIKLAYINIZ
Sayın kullanıcılarımız, siteden kaldırılmasını istediğiniz karar için veya isim düzeltmeleri için bilgi@abakusyazilim.com.tr adresine mail göndererek bildirimde bulunabilirsiniz.