Esas No: 2017/536
Karar No: 2019/423
Yargıtay Ceza Genel Kurulu 2017/536 Esas 2019/423 Karar Sayılı İlamı
"İçtihat Metni"
Kararı Veren
Yargıtay Dairesi : 12. Ceza Dairesi
Mahkemesi :Ağır Ceza
Sayısı : 256-305
Davacı ...’ın adam öldürme ve 6136 sayılı Kanun’a muhalefet suçları ile adam öldürme suçuna teşebbüsten beraatine karar verilmesinden sonra, tutuklu kaldığı süreler nedeniyle 33.000 TL manevi tazminat istemiyle Maliye Hazinesi aleyhine açılan davanın kısmen kabulü ile 6.500 TL manevi tazminatın tutuklanma tarihinden itibaren işleyecek yasal faiziyle birlikte davalı ... Hazinesinden tahsiline ilişkin Bitlis Ağır Ceza Mahkemesince verilen 15.02.2013 tarihli ve 496-51 sayılı hükmün davalı Hazine vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine dosyayı inceleyen Yargıtay 12. Ceza Dairesince 08.04.2014 tarih ve 302-8540 sayı ile;
"Dava 466 sayılı Kanun hükümlerine dayalı tazminat istemine ilişkin olup, Ceza Genel Kurulunun 23.03.2010 tarihli ve 256-57 sayılı kararında 466 sayılı Kanun"un 2. maddesindeki üç aylık sürenin başlangıcı için 21.04.1975 tarihli ve 3-5 sayılı Yargıtay içtihadı birleştirme kararına atıf yapılarak kesinleşen beraat kararından davacının haberdar olmasının arandığı, ancak adı geçen kararda tazminat davasının ne zamana kadar açılması gerektiğine dair bir açıklama bulunmamakla birlikte, hiçbir hakkın sonsuza dek dava konusu yapılamayacağı, özel hukuk kapsamında değerlendirilmesi gereken bu talebin makul bir süre içinde dava edilmesi gerektiği, dava süresi açısından en lehe kabul ile Borçlar Kanunu"nun 60. maddesindeki sürenin kabulü gerektiği ve her koşulda davanın 10 yıllık süre içinde açılması gerektiği kabul edilmekle, kanun dışı yakalanan veya tutuklananlar bakımından, beraat hükmünün verilmesinden itibaren 10 yıl dolduktan sonra 466 sayılı Kanun"a göre tazminat istenemeyeceği, bu kapsamda tazminat talebinin dayanağı olan ceza dava dosyasında 12.11.1992 tarihinde verilen beraat hükmü ile tazminat davasının açılmış olduğu 16.01.2012 tarihine kadar, 29 yıldan fazla süre geçtiği ve davacının bu uzun süre içerisinde hakkındaki beraat hükmünden haberdar olmadığından söz etmenin yaşamın olağan akışına uymayacağı, davanın süresinde açıldığının kabulünün mümkün olamayacağı gözetilmeden, süresinde açılmayan davanın reddi yerine yazılı gerekçe ile davacı lehine tazminata hükmedilmesi," isabetsizliğinden bozulmasına karar verilmiştir.
Bitlis Ağır Ceza Mahkemesi ise 16.10.2014 tarih ve 256-305 sayı ile;
"...466 sayılı Yasa"nın 2. maddesi uyarınca; "1 inci maddede yazılı sebeplerle zarara uğrayanlar, kendilerine zarar veren işlemlerin yapılmasına esas olan iddialar sebebiyle haklarında açılan davalar sonunda verilen kararların kesinleştiği veya bu iddiaların mercilerince karara bağlandığı tarihten itibaren üç ay içinde, ikametgâhlarının bulunduğu mahal ağır ceza mahkemesine bir dilekçeyle başvurarak uğradıkları her türlü zararın tazminini isteyebilirler." Ceza Genel Kurulunun 23.03.2010 tarih, 2009/256 esas ve 2010/57 karar sayılı kararında 466 sayılı Kanun"un 2. maddesindeki üç aylık sürenin başlangıcı için 21.04.1975 tarihli ve 3-5 sayılı Yargıtay içtihadı birleştirme kararına atıf yapılarak kesinleşen beraat hükmünden davacının haberdar olmasının aranması gerektiği belirtilmektedir. Ancak adı geçen kararda tazminat davasının ne zamana kadar açılması gerektiğine dair bir açıklama yoktur. Yargıtay 12. Ceza Dairesinin 08.04.2014 tarihli, 2014/302-2014/8540 esas-karar sayılı ilamında olduğu gibi birçok kararında, Borçlar Kanunu"nun 60. maddesi uyarınca tazminat davasının, zarar verici fiil veya olayın vukuundan itibaren her hâlde 10 yıl sonra zamanaşımına uğrayacağı kabul edilmiş, bu hükmün kıyas yoluyla kanun dışı yakalanan veya tutuklanan kimselerin açtığı tazminat davalarında da uygulanması gerektiği kabul edilmiştir. Ancak, Borçlar Kanunu"nda düzenlenen bu hükmün ceza hukuku bakımından açılan tazminat davalarında uygulanması kanaatimizce mümkün değildir. Zira ceza hukukunda kural olarak kıyas yasaktır. CMK veya 466 sayılı Yasa uyarınca açılan tazminat davaları, nevi şahsına münhasır (sui generis) bir kurumdur, borçlar hukukunda düzenlenen tazminata ilişkin hükümlerden farklıdır. Bu nedenle Borçlar Kanunu"nda düzenlenen haksız fiillere ilişkin 10 yıllık zamanaşımı süresinin bu davalar bakımından kıyas yoluyla uygulanması mümkün değildir. Yargıtay 12. Ceza Dairesinin, tazminat davasının her zaman açılamayacağı ve bunun belirli bir süreyle sınırlandırılması gerektiğine ilişkin kanaati yerindedir, ancak bunun özel olarak kanunda düzenlenmesi gerekir. Nitekim, 5271 sayılı CMK"da bu husus açıkça düzenlenmiş ve her hâlde karar veya hükümlerin kesinleşme tarihini izleyen bir yıl içinde tazminat davasının açılabileceği açıkça belirtilmiştir.
Somut olay açısından değerlendirme yapıldığında; davacı ... hakkında kasten öldürme, kasten öldürmeye teşebbüs ve 6136 sayılı Kanun"a muhalefet suçlarını işlediğinden bahisle dava açıldığı, davacının 23.09.1979-12.04.1983 tarihleri arasında tutuklu kaldığı, 12.11.1992 tarihli karar ile üzerine atılı suçlardan beraatine karar verildiği, verilen kararın davacı yönünden 09.01.2012 tarihinde kesinleştiği, davacıya kesinleşmiş kararın tebliğ edildiğine ilişkin dosya kapsamında bir bilgi ya da belgenin bulunmadığı anlaşılmaktadır. 466 sayılı Yasa"nın açık düzenlemesi uyarınca, sanığın gerek yokluğunda gerekse yüzüne karşı hükmolunan beraat kararının kesinleşme şerhi ile birlikte ilgiliye tebliği zorunlu olup, Yasa"nın 2. maddesinin 1. fıkrasında belirtilen üç aylık dava açma süresi, davacı hakkında açılan ve beraatle sonuçlanan ceza davasının kesinleştiğinin tebliği veya bu kesinleşmenin öğrenilmesinden itibaren başlamaktadır. (Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 14.01.2014 tarihli, 2013/9-202 esas, 2014/11 karar sayılı kararı) Mevcut tazminat davası 16.01.2012 tarihinde açılmış olup, tazminata konu ceza davasında kesinleşen beraat kararının davacıya tebliğ edildiğine veya dava tarihinden önce davacı tarafından öğrenildiğine dair herhangi bir belge dosya kapsamında bulunmadığından, davanın süresinde açıldığı," gerekçesiyle bozmaya direnerek önceki hüküm gibi karar vermiştir.
Direnme kararına konu bu hükmün de davalı ... vekili ve Cumhuriyet savcısı tarafından temyiz edilmesi üzerine, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının 05.07.2015 tarihli ve 392004 sayılı "bozma" istekli tebliğnamesi ile Yargıtay Birinci Başkanlığına gelen dosya, Ceza Genel Kurulunca 07.12.2016 tarih ve 663-843 sayı ile; 6763 sayılı Kanun"un 38. maddesi ile 5320 sayılı Kanun"a eklenen geçici 10. madde uyarınca kararına direnilen Daireye gönderilmiş, aynı madde uyarınca inceleme yapan Yargıtay 12. Ceza Dairesince 27.03.2017 tarih ve 28-2424 sayı ile direnme kararının yerinde görülmemesi üzerine Yargıtay Birinci Başkanlığına iade edilen dosya, Ceza Genel Kurulunca değerlendirilmiş ve açıklanan gerekçelerle karara bağlanmıştır.
TÜRK MİLLETİ ADINA
CEZA GENEL KURULU KARARI
Özel Daire ile Yerel Mahkeme arasında oluşan ve Ceza Genel Kurulunca çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; 466 sayılı Kanun uyarınca tazminat istemine ilişkin davaların süresinde açılıp açılmadığının belirlenmesine ilişkindir.
İncelenen dosya kapsamından;
Davacı ... vekilince 16.01.2012 havale tarihli dilekçe ile; davacının Gaziantep 2. Ağır Ceza Mahkemesinde adam öldürme ve 6136 sayılı Kanun’a muhalefet suçlarından ve adam öldürme suçuna teşebbüsten yargılandığı, yargılama kapsamında 23.09.1979 tarihinde tutuklandığı, 12.04.1983 tarihinde tahliye edildiği, beraat kararının sanığın yokluğunda verildiği ve kesinleşmiş mahkeme kararının davacıya tebliğ edilmediği belirtilerek davacı için faiziyle birlikte 33.000 TL manevi tazminat talebinde bulunulduğu,
Naip hâkim tarafından düzenlenen 14.02.2013 havale tarihli inceleme raporunda; ilgili evrakın Mahkemesinden istendiği, gelen cevabi yazı ile evrakın incelenmesinde, davacı ..."ın 23.09.1979 tarihinde tutuklandığı, 12.04.1983 tarihinde tahliye edildiği, davacının atılı suçlardan 12.11.1992 tarihinde beraat ettiği, beraat kararının 09.01.2012 tarihinde kesinleştiği yönünde açıklamaların yer aldığı,
Gaziantep 2. Ağır Ceza Mahkemesinin 12.11.1992 tarihli ve 18-163 sayılı onaylı karar örneğine göre; davacının adam öldürme ve 6136 sayılı Kanun"a muhalefet suçları ile adam öldürme suçuna teşebbüsten 23.09.1979 tarihinde tutuklandığı, 12.04.1983 tarihinde tahliye edildiği, 12.11.1992 tarihinde davacının ve müdafisinin yokluğunda delil yetersizliğinden beraatine karar verildiği, karar üzerinde; kararın davacı (sanık) ... vekiline 09.01.2012 tarihinde, katılana 28.12.1992 tarihinde tebliğ edildiği, davacı vekilinin 09.01.2012 tarihli dilekçesi ile kararı temyiz etmeyeceklerini bildirerek kararın kesinleştirilmesini talep ettiği, kararın 09.01.2012 tarihinde kesinleştiği yönünde şerh bulunduğu,
Anlaşılmaktadır.
466 sayılı Kanun hükümleri uyarınca açılacak tazminat davalarının hukukumuza girişi ve hukuki niteliğine değinilmek suretiyle uyuşmazlık sağlıklı bir şekilde çözümlenebilecektir.
Haksız ve hukuka aykırı olarak yakalanan veya tutuklanan kimselere tazminat ödenmesi esası, ülkemizde ilk kez 1961 Anayasası"nda düzenlenmiş, 30. maddesinde, yakalama ve tutuklamanın hangi hâllerde söz konusu olacağı açıklandıktan sonra maddenin son fıkrasında; “Bu esaslar dışında işleme tâbi tutulan kimselerin uğrayacakları her türlü zararlar kanuna göre Devletçe ödenir” hükmü yer almıştır.
1961 Anayasası"nda yer alan bu düzenleme doğrultusunda, 15.05.1964 tarihli Resmî Gazete"de yayımlanarak yürürlüğe giren 466 sayılı Kanun Dışı Yakalanan veya Tutuklanan Kimselere Tazminat Verilmesi Hakkındaki Kanun"un 1. maddesinde 7 bent hâlinde, tazminatı gerektiren hâller ayrıntılı olarak düzenlenmiş, 466 sayılı Kanun"un 1. maddesinin 8. bendinde yer alan, aynı tür suçtan mahkûm olanlar, itiyadi suçlular ve suç işlemeyi meslek veya geçinme vasıtası hâline getirenlerin tazminat isteyemeyeceklerine ilişkin hüküm 18.01.1991 tarihli ve 20759 sayılı Resmî Gazete"de yayımlanan 3696 sayılı Kanun ile kaldırılmıştır.
Haksız yakalanan ve tutuklanan kimselere tazminat ödenmesi esası 1982 Anayasası"nda da sürdürülmüş ve 19. maddesinde yakalama ve tutuklama şartlarına işaret edildikten sonra maddenin son fıkrasında; “Bu esaslar dışında bir işleme tabi tutulan kişilerin uğradıkları zarar, kanuna göre, Devletçe ödenir” hükmüne yer verilmiştir.
Anılan hüküm bu kez 17.10.2001 tarihli Resmî Gazete"de yayımlanarak yürürlüğe giren 4709 sayılı Kanun"un 4. maddesi ile; “Bu esaslar dışında bir işleme tâbi tutulan kişilerin uğradıkları zarar, tazminat hukukunun genel prensiplerine göre, Devletçe ödenir” şeklinde değiştirilmiştir.
Devletimizin tarafı olduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi"nin 5. maddesinde de kişilerin özgürlüğünün hangi hâllerde sınırlandırılabileceği belirlenmiş ve maddenin son fıkrasında bu şartlara aykırı davranılması hâlinde mağdur olan herkesin tazminat istemeye hakkı olduğu esası kabul edilerek, bireyin keyfi olarak özgürlüğünden yoksun bırakılmasının engellenmesi amaçlanmıştır.
1 Haziran 2005 tarihinde yürürlüğe giren 5320 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun Yürürlük ve Uygulama Şekli Hakkındaki Kanun"un 18. maddesi ile 07.05.1964 tarihli ve 466 sayılı Kanun Dışı Yakalanan veya Tutuklanan Kimselere Tazminat Verilmesi Hakkındaki Kanun yürürlükten kaldırılmış ve 5271 sayılı Kanun"un Yedinci Bölümünde, Koruma Tedbirleri Nedeniyle Tazminat ana başlığı altında, 141 ila 144. maddelerinde, tazminat isteme şartları ve sonuçları yeniden kapsamlı bir şekilde düzenlenmiş ise de, 5320 sayılı Kanun"un 6. maddesindeki;
“(1) Ceza Muhakemesi Kanununun 141 ilâ 144 üncü maddeleri hükümleri, 1 Haziran 2005 tarihinden itibaren yapılan işlemler hakkında uygulanır.
(2)Bu tarihten önceki işlemler hakkında ise, 7.5.1964 tarihli ve 466 sayılı Kanun Dışı Yakalanan veya Tutuklanan Kimselere Tazminat Verilmesi Hakkında Kanun hükümlerinin uygulanmasına devam olunur” hükmü uyarınca, 466 sayılı Kanun hükümleri 1 Haziran 2005 tarihinden önce gerçekleşen işlemler yönünden uygulanmaya devam edecektir.
Davaya konu işlem tarihi itibarıyla uygulanması gereken 466 sayılı Kanun Dışı Yakalanan veya Tutuklanan Kimselere Tazminat Verilmesi Hakkındaki Kanun"un 1. maddesi;
“1. Anayasa ve diğer kanunlarda gösterilen hal ve şartlar dışında yakalanan veya tutuklanan veyahut tutukluluklarının devamına karar verilen;
2. Yakalama veya tutuklama sebepleri ve haklarındaki iddialar kendilerine yazılı olarak hemen bildirilmeyen;
3. Yakalanıp veya tutuklanıp da kanuni süresi içinde hakim önüne çıkarılmayan;
4. Hakim önüne çıkarılmaları için kanunda belirtilen süre geçtikten sonra hakim kararı olmaksızın hürriyetlerinden yoksun kılınan;
5. Yakalanıp veya tutuklanıp da bu durumları yakınlarına hemen bildirilmeyen;
6. Kanun dairesinde yakalandıktan veya tutuklandıktan sonra haklarında kovuşturma yapılmasına veya son soruşturmanın açılmasına yer olmadığına veyahut beraetlerine veya ceza verilmesine mahal olmadığına karar verilen;
7. Mahkum olup da tutuklu kaldığı süre hükümlülük süresinden fazla olan veya tutuklandıktan sonra sadece para cezasına mahkum edilen kimselerin uğrayacakları her türlü zararlar, bu kanun hükümleri dairesinde Devletçe ödenir” hükmünü içermektedir.
Kişilerin suçluluğu mahkeme kararı ile kesinleşmeden önce uygulanan yakalama ve tutuklama gibi koruma tedbirleri, bazen bir kısım zararların meydana gelmesine de neden olabildiğinden, hürriyetten yoksun kalanların haklarının teslim edilmesi amacıyla bu tedbirlerin uygulanması sonucu meydana gelen zararların tazminine yönelik olarak söz konusu düzenleme öngörülmüştür.
Öğretide yer alan yaygın görüşe göre; mahkemelerin bağımsızlığı ve hâkimlik teminatı esaslarına nazaran, kural olarak Devletin yargılama faaliyetinden dolayı mali sorumluluğu kabul edilmemekte, ancak kanun ile düzenleme yapılması hâlinde tazminat verilebileceği belirtilmektedir. Yakalama ve tutuklamanın haksızlığını giderici bir müessese olan tazminat sisteminin hukuki niteliği de tartışmalıdır. Haksız yakalanan ve tutuklanan kişilere karşı devletin tazminat sorumluluğunun dayanağı, farklı teorilere dayandırılmış şahsi kusur, yardım, kusursuz sorumluluk, haksız fiil, risk teorisi veya organ teorisi gibi kavramlarla açıklanmaya çalışılmıştır.
Hâkimlerin hukuki sorumluluklarını düzenleyen 6100 sayılı HMK"nın 46. maddesindeki genel kuralın tazminatın dayanağı olduğu görüşü şahsi kusur teorisini açıklamış, haksız yakalanan veya tutuklanan kişilere ödenen paranın tazminat değil devletin bu kişilere yardımı olduğunu ileri süren görüş de yardım teorisini ortaya koymuştur. Risk teorisi ise; toplumda herkesin kanun dışı yakalanma veya tutuklanma tehlikesiyle karşı karşıya bulunmakla beraber, uygulamada ancak bazı kişilerin haksız olarak tutuklandığına, kamu düzeni faydası için bazı kimselerin zarar görebildiğine, bu zararın toplum tarafından giderilmesi gerektiğine işaret etmiştir. Devletin kendisine organik olarak bağlı olan organlarının yaptığı işlemlerden doğan zarardan sorumluluğu da organ teorisi ile açıklanmıştır.
Haksız fiil teorisine göre ise, hukuk düzeninin uygun bulmadığı, hukuka, kanuna, örf ve adete aykırı olan zarar verici filler haksız filler olup tazminat isteme hakkını doğuracaktır. Haksız fiile dayanan sorumluluk hukukunda da; kişinin hukuka aykırı ve kusurlu eylemleri ile sebep olduğu zarardan sorumluluğunu ifade eden kusur ilkesi ve kusuru aranmaksızın sadece kendisinin zarara sebep olması hâlinde zarardan sorumluluğunu ifade eden sebebiyet ilkesi olarak iki ilke ortaya çıkmaktadır.
Diğer taraftan, adalet hizmetinin yürütülmesi sırasında bir zarar doğmuşsa kusurlu olup olmadığına bakılmaksızın devletin sorumlu tutulması gerektiği görüşü de kusursuz sorumluluk teorisi ile açıklanmıştır. Bu konuda öğretide "466 sayılı Kanun"da öngörülen maddi ve manevi tazminatlar, hâkimlerin görevlerini yaparken kasıtlı olmayan fakat hizmet kusuru olarak nitelendirilebilecek hatalı davranış ve kararları ya da ihmali hareketleri ile haksız yakalama veya tutuklamaya sebep olduklarının anlaşılması üzerine devletin objektif sorumluluğunun kabul edilmesi nedeniyle ortaya çıkan tazminatlardır" (Hasan Köroğlu, Haksız Tutuklama Tazminatı, Adil Yayınevi, Ankara 1996, s.21.) şeklinde görüş de mevcuttur.
466 sayılı Kanun"un gerekçesinde de; “...yakalanmaları ve tutuklanmalarında kanuna uymayan bir cihet bulunmamakla beraber bilahare haklarında kovuşturma yapılmasına veya son soruşturmanın açılmasına yer olmadığına veyahut beraatlerine karar verilerek bu suretle tutuklanmaları veya yakalanmalarının haksızlığı meydana çıkmış olanların da Devletten tazminat isteyebilecekleri ve bu tazminatın hukuki mesnedinin de objektif mesuliyet esasına istinat ettiği netice ve kanaatine varılmaktadır” açıklamasına yer verilmiştir.
Öte yandan, Ceza Genel Kurulunun 23.11.2004 tarihli ve 177-203 sayılı kararında ise; 466 sayılı Kanun"a dayalı tazminatlarda, her türlü sorunun, öncelikle bu Kanun normlarıyla çözümlenmesi gerektiği, açıklık bulunmayan ahvalde “tazminat hukuku” kıyaslamasına başvurulacağı, fiilin en ziyade “haksız fiil” benzeri olduğu gözetilerek çözüme ulaşılacağı vurgulanmıştır.
Haksız yakalama ve tutuklama nedeniyle tazminat davalarının hukukumuzdaki tarihsel süreci ve hukuki niteliğine ilişkin bu genel açıklamalardan sonra 466 sayılı Kanun hükümlerine göre açılacak tazminat davalarında azami bir dava açma süresinin olup olmadığı değerlendirilmelidir.
466 sayılı Kanun"un 2. maddesinin birinci fıkrasında; “1 nci maddede yazılı sebeplerle zarara uğrayanlar, kendilerine zarar veren işlemlerin yapılmasına esas olan iddialar sebebiyle haklarında açılan davalar sonunda verilen kararların kesinleştiği veya bu iddiaların mercilerince karara bağlandığı tarihten itibaren üç ay içinde, ikametgahlarının bulunduğu mahal ağır ceza mahkemesine bir dilekçeyle başvurarak uğradıkları her türlü zararın tazminini isteyebilirler” hükmü yer almakta olup maddede belirtilen üç aylık dava açma süresinin, davacı hakkında açılan ve beraatle sonuçlanan ceza davasının kesinleştiğinin tebliği veya bu kesinleşmenin öğrenilmesinden itibaren başladığı kabul edilmektedir.
Gerçekten 466 sayılı Kanun hükümlerine göre tazminat davalarının süresinde açılıp açılmadığına ilişkin uyuşmazlıklar Ceza Genel Kurulunun gündemine defalarca gelmiş ve istikrarlı bir şekilde, Kanun"un 2. maddesinin 1. fıkrasında belirtilen üç aylık dava açma süresinin, 21.04.1975 tarihli ve 3-5 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararı uyarınca, davacı hakkında açılan ve beraatle sonuçlanan ceza davasının kesinleştiğinin tebliği veya bu kesinleşmenin öğrenilmesinden itibaren başladığı kabul edilmiştir.
01.06.2005 tarihinde yürürlüğe giren 5271 sayılı CMK"nın “Tazminat isteminin koşulları” başlıklı 142. maddesinin 1. fıkrasında yer alan; “Karar veya hükümlerin kesinleştiğinin ilgilisine tebliğinden itibaren üç ay ve her hâlde karar veya hükümlerin kesinleşme tarihini izleyen bir yıl içinde tazminat isteminde bulunulabilir” şeklindeki düzenlemeyle tebliğden itibaren üç ay ve her hâlde kesinleşme tarihinden itibaren bir yıl içinde tazminat talebinde bulunulabileceği hüküm altına alınmıştır.
818 sayılı Borçlar Kanunu"nun "Müruru zaman" başlıklı 60. maddesinde; zarar gören tarafın zararı ve failini öğrenme tarihinden itibaren bir yıl ve her hâlde fiilin vukuundan itibaren on yıl, 01.07.2012 tarihinde yürürlüğe giren 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu"nun "Zamanaşımı" başlıklı 72. maddesinde de, zarar görenin zararı ve tazminat yükümlüsünü öğrendiği tarihten başlayarak iki yıl ve her hâlde fiilin işlendiği tarihten başlayarak on yılın geçmesiyle tazminat isteminin zamanaşımına uğrayacağı belirtilmiştir.
2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu"nun 13. maddesinde ise, idari eylemlerden hakları ihlal edilmiş olanların idari dava açmadan önce, bu eylemleri yazılı bildirim üzerine veya başka suretle öğrendikleri tarihten itibaren bir yıl ve her hâlde eylem tarihinden itibaren beş yıl içinde ilgili idareye başvurarak haklarının yerine getirilmesini istemeleri gerektiği düzenlenmiştir.
Görüldüğü gibi, söz konusu Kanunlar uyarınca açılacak davalarda tebliğ ya da öğrenmeden başlayan asıl sürenin yanında eylem ya da işlem tarihinden itibaren azami dava açma süreleri öngörülmüş, 2004 sayılı İcra İflas Kanunu"nun 39. maddesinde ise, ilama dayanan takibin, son muamele üzerinden on sene geçmekle zamanaşımına uğrayacağı hüküm altına alınmıştır.
466 sayılı Kanun hükümlerine göre açılacak tazminat davaları için de, 2. maddede belirtilen ve beraat hükmünün kesinleşmesinin tebliğinden veya öğrenilmesinden itibaren işleyen üç aylık sürenin dışında esas alınacak makul azami bir süre kabul edilmelidir. Özellikle 1982 Anayasası"nın "kişi hürriyeti ve güvenliği" ile ilgili olup tutuklama şartları ve haksız tutuklama işlemlerinden de bahsedilen 19. maddesinde yapılan; “bu esaslar dışında bir işleme tabi tutulan kişilerin uğradıkları zarar, tazminat hukukunun genel prensiplerine göre, Devletçe ödenir” şeklindeki değişiklikten sonra, tazminat hukukunun genel prensiplerine göre on yıllık azami bir sürenin kabul edilmesi, hak arayışlarının kötüye kullanılacak biçimde süresiz kılınmasını önleyebileceği gibi adalet ve nasafet kurallarına da uygun ve isabetli olacaktır. Böylece, haksız yakalama ve tutuklama nedeniyle tazminat davalarına da hukukumuzdaki diğer tazminat davalarındaki gibi dava açmak için azami süre şartı getirilecek ve beraat ile sonuçlanmış ceza dava dosyalarının kesinleşmesinden sonra süresiz olarak 466 sayılı Kanun"a göre dava açma keyfiliğinin de önüne geçilecektir.
Nitekim Ceza Genel Kurulunun 07.02.2019 tarihli ve 634-76 sayılı, 13.11.2018 tarihli ve 768-528 sayılı, 30.10.2018 tarihli ve 772-487 sayılı, 23.02.2016 tarihli ve 582-85 sayılı, 06.05.2014 tarihli ve 141-229 sayılı, yine 06.05.2014 tarihli ve 122-231 sayılı kararlarında da beraat hükmünün kesinleştiğinin tebliğinden veya öğrenilmesinden itibaren üç ay ve her hâlde kararın kesinleşmesinden itibaren on yıl içinde açılmayan tazminat davalarının süresinde açılmadığının kabulü gerektiği sonucuna ulaşılmıştır.
Uygulamada, yoklukta verilen bazı beraat kararlarının uzun sayılabilecek süreler boyunca kesinleştirilemediği görülmektedir. Bu husus da, 466 sayılı Kanun uyarınca açılan tazminat davalarının süresinde açılıp açılmadığının tespiti açısından çözümü zor sorunlara yol açmakta, yukarıda sözü edilen üç aylık ve on yıllık sürelerin hesabında beraat hükmünün cezai anlamda kesinleştiği tarihin esas alınması bazı durumlarda hakkaniyete aykırı sonuçların ortaya çıkmasına neden olabilmektedir. Bu nedenle, yoklukta verilen beraat kararlarının cezai olarak kesinleşmesi haricinde hukuk davası niteliği ağır basan 466 sayılı Kanun uyarınca açılacak tazminat davaları açısından ayrı bir kesinleşme tarihi kabul etmenin mümkün olup olmadığı hususunun değerlendirilmesi gerekmektedir.
Bunun için de öncelikle, 21.04.1975 tarihli ve 3-5 sayılı Yargıtay içtihadı birleştirme kararına ayrıntılı olarak değinilmesinde fayda vardır.
21.04.1975 tarihli ve 3-5 sayılı Yargıtay içtihadı birleştirme kararında;
“...1964 yılında kabul edilerek yürürlüğe giren 466 sayılı Yasa"nın on yıllık uygulaması, bu yasada yer alan tazminat isteme hakkının kullanılmasında karşılaşılan güçlükler nedeniyle ihtiyaçlara ve toplumsal gerçeklere göre işin ele alınması gerekliliğini ortaya koymuştur.
Her ne kadar yasanın ikinci maddesinin ilk fıkrasında, birinci maddedeki haksız tutuklama ve benzeri nedenlerle zarara uğrayanların, haklarındaki kararların kesinleştiği tarihten başlayarak üç ay içinde tazminat isteyebilecekleri belirtilmiş ise de, yasa koyucu burada ilgilinin bilgi kapsamı içinde bulunan bir kesinleşmeyi kastetmiştir. Aksi hâlde, bilinmeyen bir karara dayanılarak bir hakkın aranması veya istenmesi durumu ortaya çıkar ki, bu düşünce olarak dahi kabul edilemez. Bu durumda, yasadaki kesinleşmiş karar sözünü, ilgilinin haberdar olduğu kesin karar anlamında yorumlamak gerekir. Yokluğunda verilmiş bir kararın kendisine tebliğ edilmemesi hâlinde ilgilinin yasadan doğan tazminat isteme hakkını kullanması eylemli olarak olanaksız bir hâle gelecek ve ilgililer bu konuda, yasanın amacı dışında bir takım güçlüklerle karşılaşarak haklarından yoksun kalacaklardır.
Böyle olunca, 466 sayılı Yasa"daki üç aylık başvurma süresinin tebliğ tarihinden, yani beraat eden kişinin kesinleşmeyi öğrendiği tarihten başlatılması gerekir. Çünkü başvurma, ilgilinin hakkındaki kararın kesinleştiğini öğrenmesi ile mümkün olacaktır. Bu nedenlerle bir süre tutuklu kalıp salıverildikten sonra yokluğunda verilen berat hükümlerinin anılan Yasa uygulaması yönünden mahkemelerce sanıklara tebliği zorunludur.
Öte yandan beraat kararlarının Yargıtayca onanması halinde ve CMUK"nun 322. maddesi uyarınca Yargıtayın davanın esasına hükmederek doğrudan doğruya beraat kararı vermesi durumunda bu kararların yerel mahkemelerce ilgililerine tebliğ edilmesi gerektiği kabul edilmiştir.” şeklinde gerekçelere yer verilmiş olup bu karar gereğince;
Yasa dışı yakalanan veya tutuklanan kişilere tazminat verilmesi hakkındaki 466 sayılı Kanun’un uygulanması yönünden, yerel mahkemelerce sanıkların yokluğunda hükmolunan beraat kararları ile Yargıtayca onanan ya da 1412 sayılı CMUK"nın 322. maddesi uyarınca verilen beraat kararlarının ilgili sanıklara tebliği gerekmekte olup 466 sayılı Kanun"un 2. maddesinde öngörülen 3 aylık süre de bu tebliğle başlayacaktır.
466 sayılı Kanun uyarınca tazminat davasının açılması, ilgili kişi hakkındaki beraat kararının kesinleşmesi ile mümkün olacaktır. Verildiği tarih itibarıyla temyiz kanun yoluna tabi olan beraat kararları yüze karşı verilmiş ise verildiği tarihten itibaren, yoklukta verilmiş ise yapılan tebliğden itibaren temyiz için öngörülen sürenin temyize başvurulmadan geçirilmesi ya da ilgilinin temyize başvurma hakkından feragat etmesi durumunda kesinleşecektir. Temyiz edilen beraat kararları ise Yargıtay tarafından onandığı tarih itibarıyla kesinleşmiş olacaktır. Her ne kadar 21.04.1975 tarihli ve 3-5 sayılı içtihadı birleştirme kararında sanıkların yokluğunda hükmolunan beraat kararlarının tebliği ile 466 sayılı Kanun’un 2. maddesinde öngörülen üç aylık sürenin başlayacağı belirtilmiş ise de 466 sayılı Kanun’un 2. maddesi uyarınca beraat kararlarının kesinleşmesinden itibaren üç aylık süre içinde tazminat istenebilecek olması, içtihadı birleştirme kararının gerekçesinde de üç aylık sürenin beraat eden kişinin kesinleşmeyi öğrendiği tarihten itibaren başlatılması gerektiğinin vurgulanması karşısında, kesinleşmemiş bir karar açısından dava açılamayacağından üç aylık sürenin başlangıcının yoklukta verilen beraat kararının tebliği ile değil tebliğden sonra yasa yoluna başvurma süresinin sona erip hükmün kesinleşmesinden itibaren başlayacağı izahtan varestedir.
Öte yandan, 466 sayılı Kanun uyarınca tazminat istemeye hakkı olan kişilerin haklarındaki davanın akıbetini takip etmek için gerekli özeni gösterme yükümlülüklerinin olduğu, bu yükümlülük kapsamında haklarında verilen kararları takip konusunda gerekli özeni göstermeleri gerektiği kabul edilmelidir. İlgililerin kararları takip konusunda gerekli özeni göstermedikleri durumlarda makul bir süre sonunda söz konusu beraat kararları 466 sayılı Kanun gereğince açılacak tazminat davaları açısından kesinleştirilmiş sayılmalıdır. Böyle bir çözüm, yoklukta verilip de tebliğ edilmeyen ya da edilemeyen ve cezai anlamda uzun yıllar boyunca kesinleştirilemeyen beraat kararlarının sanık ya da müdafisince/vekilince mahkemeye müracaatla tebliğinin sağlanıp kesinleştirilmesinden sonra 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 2. maddesindeki “Herkes haklarını kullanırken ve borçlarını yerine getirirken dürüstlük kurallarına uymak zorundadır. Bir hakkın açıkça kötüye kullanılmasını hukuk düzeni korumaz” şeklindeki emredici düzenlemeye aykırı olacak şekilde 466 sayılı Kanun uyarınca tazminat davaları açılmak suretiyle söz konusu Kanun’da düzenlenen tazminat isteme hakkının kötüye kullanılmasının önüne geçeceği gibi Maliye Hazinesinin hak sahibi hayatta olduğu sürece tazminat tehdidi altında kalması belirsizliğini de bertaraf edecektir. Bu bağlamda, üç aylık bir sürenin makul bir süre olacağı, yoklukta verilen beraat kararlarının bu süre içinde kesinleştirilemediği durumlarda söz konusu kararların 466 sayılı Kanun uyarınca açılacak tazminat davaları açısından verildiği tarihten itibaren üç ayın sonunda kesinleştirilmiş sayılması gerektiği, bu üç aylık süreden sonraki cezai anlamdaki kesinleştirmelerin 466 sayılı Kanun uyarınca açılacak tazminat davaları açısından hüküm ifade etmeyeceği, üç ayın sonunda kesinleştirilmiş sayılan bu kararların sanığa ya da vekiline tebliği durumunda 466 sayılı Kanun’un 2. maddesinde öngörülen üç aylık sürenin bu tebliğden itibaren başlayacağı, bahse konu davaların her hâlde yoklukta verilen beraat kararının verildiği tarihten üç ay sonrasında kesinleştirilmiş sayılmasından itibaren on yıl içinde açılması gerektiği kabul edilmelidir. Bununla birlikte, yoklukta verilen beraat kararlarının verildiği tarihten itibaren üç ay sonrasında kesinleştirilmiş sayılması yalnızca, 1982 Anayasası’nın 4709 sayılı Kanun"un 4. maddesi ile değişik 19. maddesinin son fıkrasındaki uğranılan zararların tazminat hukukunun genel prensiplerine göre Devletçe ödeneceğine ilişkin düzenleme de gözetildiğinde hukuk davası yönü ağır basan 466 sayılı Kanun uyarınca açılacak tazminat davaları açısından söz konusu olacak olup bu kesinleştirilmiş sayılma beraat kararının cezai yönden kesinleştirilmesi anlamına da gelmeyecektir.
Bireysel başvurunun süresinde olup olmadığına ilişkin Anayasa Mahkemesince verilen 25.02.2016 tarihli ve 2013/4690 başvuru numaralı kararda da; başvurucuların bireysel başvuruda bulunmak için davalarını takip etmekte gerekli özeni gösterme yükümlülüklerinin olduğu, bu yükümlülük kapsamında ilk derece mahkemesine ulaşan nihai kararın gerekçesini öğrenme konusunda gerekli özeni göstermeleri gerektiği, ceza yargılamalarında nihai kararın tebliğ edilmediği durumlarda kararın derece mahkemesine ulaşmasından ve gerekçesinin erişilebilir olmasından sonra özen yükümlülüğü kapsamında makul bir süre içinde gerekçeyi öğrenmelerinin bekleneceği belirtilerek bu kapsamdaki makul sürenin üç ay olduğu, otuz günlük bireysel başvuru süresinin de üç aylık sürenin sona ermesinden itibaren başlayacağı kabul edilmiştir.
Bu açıklamalar ışığında uyuşmazlık konusu değerlendirildiğinde;
Adam öldürme ve 6136 sayılı Kanun"a muhalefet suçları ile adam öldürme suçuna teşebbüsten sanık konumunda olan davacı ..."ın 23.09.1979 tarihinde tutuklandığı, 12.04.1983 tarihinde tahliye edildiği, Gaziantep 2. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından yapılan yargılama sonucunda 12.11.1992 tarih ve 18-163 sayı ile kendisinin ve müdafisinin yokluğunda delil yetersizliğinden beraatine karar verildiği, kararın davacı ... vekiline 09.01.2012 tarihinde tebliğ edildiği davacı vekilinin 09.01.2012 tarihli dilekçesi ile kararı temyiz etmeyeceklerini bildirerek kararın kesinleştirilmesini talep ettiği, gerekçeli karar üzerinde kararın 09.01.2012 tarihinde kesinleştiği yönünde şerh bulunduğu, davacı vekilince 16.01.2012 havale tarihli dilekçe ile uyuşmazlık konusu davanın açıldığı anlaşılmakla; 12.11.1992 tarihinde davacının ve müdafisinin yokluğunda verilen beraat kararlarının verildiği tarihten itibaren üç ay içinde kesinleştirilememesi nedeniyle söz konusu beraat kararları 466 sayılı Kanun uyarınca açılacak tazminat davaları yönünden 11.02.1993 tarihinde kesinleştirilmiş sayıldığından bu üç aylık sürenin geçmesinden sonra gerçekleşen 09.01.2012 tarihli cezai anlamdaki kesinleştirmenin 466 sayılı Kanun uyarınca açılacak tazminat davaları yönünden hüküm ifade etmeyeceği, uyuşmazlık konusu davanın ise beraat hükümlerinin kesinleştirilmiş sayıldığı 11.02.1993 tarihinden itibaren on yıllık süre geçtikten sonra 09.01.2012 tarihinde açılması karşısında, beraat hükümlerinin anılan dava yönünden kesinleştirilmiş sayıldığı tarihten itibaren on yıl içinde açılmayan tazminat davasının süresinde açılmaması nedeniyle reddine karar verilmesi gerekirken kısmen kabulüne karar verilmesi isabetli değildir.
Bu itibarla, Yerel Mahkemenin direnme kararına konu hükmünün, 466 sayılı Kanun hükümleri uyarınca tazminat istemine ilişkin davanın süresinde açılmaması nedeniyle reddine karar verilmesi gerektiğinin gözetilmemesi isabetsizliğinden bozulmasına karar verilmelidir.
Çoğunluk görüşüne katılmayan Ceza Genel Kurulu üyeleri ... ve ...; "Dosya içeriğine göre davanın 466 sayılı Kanun hükümlerine göre açılmış tazminat davası olduğu, davacının Gaziantep 2. Ağır Ceza Mahkemesince adam öldürme, adam öldürmeye teşebbüs ve 6136 sayılı Kanuna muhalefet suçlarından yargılandığı sırada 3 yıl 6 ay 19 gün tutuklu kaldığını ve yargılanması sonunda 12.11.1992 tarihinde yokluğunda baraat hükmü verildiğini ve kesinleşmiş kararın tebliğ edilmediğini belirterek tazminat talebinde bulunduğu, Yerel Mahkemenin tazminat istemini kısmen kabul ettiği, Özel Dairenin özetle "hiçbir hakkın sonsuza dek dava konusu yapılamayacağı, özel hukuk kapsamında değerlendirilmesi gereken bu talebin de makul bir süre içinde dava edilmesi gerektiği, dava süresi açısından en lehe kabul ile Borçlar Kanununun 60. maddesindeki sürenin kabulü gerektiği ve her koşulda davanın 10 yıllık süre içerisinde açılması gerektiği kabul edilmekle kanun dışı yakalanan veya tutuklananlar bakımından, beraat hükmünün verilmesinden itibaren 10 yıl dolduktan sonra 466 sayılı Kanuna göre tazminat istenemeyeceği bu kapsamda tazminat talebinin dayanağı olan ceza dava dosyasında 12.11.1992 tarihinde verilen beraat hükmü ile tazminat davasının açılmış olduğu 16.01.2012 tarihleri arasında bu sürenin dolduğu, bu uzun süre içerisinde hakkındaki beraat hükmünde haberdar olmadığından söz etmenin yaşamın olağan akışına uymayacağı gözetilerek, süresinde açılmayan davanın reddi gerektiğinden" bahisle bozulmasına karar verdiği, Yerel Mahkemenin ise direnme kararı verdiği anlaşılmaktadır.
Tazminata esas ceza davasında beraat kararının 12.11.1992 tarihinde davacının yokluğunda verildiği, mahkemesince emredici usul hükümleri gereğince tebliğ işlemi yapılarak hükmün kesinleştirilmesi ve beraat kararının kesinleşmesi halinde 21.04.1975 tarihli ve 3-5 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararı uyarınca bu kesinleşmenin sanığa bildirilmesi gerektiği halde tüm bunların yerine getirilmediği, davacının kendiliğinden müracaat edip öğrenmesi üzerine 09.01.2012 tarihinde hükmün kesinleştiği ve yedi gün sonra tazminat davasının açıldığı konusunda uyuşmazlık yoktur. Sayın çoğunluk ile aramızdaki uyuşmazlık BK"nın 60. maddesi ve istikrar kazanmış Yargıtay uygulamalarına göre 10 yıl olarak belirlenen dava zamanaşımı süresinin ne zaman başlayacağı konusundadır. Sayın çoğunluk makul bir öğrenme süresi ekleyerek beraat hükmünün verildiği tarihte 10 yıllık dava zamanaşımı süresinin başlatılmasına karar vermiştir. Kanaatimizce bu değerlendirme yasa hükümleri ile yerleşik içtihatlara aykırıdır. Şöyle ki;
09.07.1961 gün ve 334 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın "Kişi güvenliği" başlıklı, 30. maddesinde, kişilerin hürriyetlerinin hangi şartlarda kısıtlanabileceği ve yöntemine ilişkin hususlar düzenlenip, maddenin son fıkrasında; "Bu esaslar dışında işleme tâbi tutulan kimselerin uğrayacakları her türlü zararlar kanuna göre Devletçe ödenir" hükmüne yer verilmiştir.
15.05.1964 tarihli Resmî Gazete"de yayımlanarak yürürlüğe giren 466 sayılı Kanun Dışı Yakalanan veya Tutuklanan Kimselere Tazminat Verilmesi Hakkındaki Kanun"un 1. maddesinde 7 bent hâlinde, tazminatı gerektiren hâller ayrıntılı olarak düzenlenmiştir.
Benzer düzenlemelere 18.10.1982 gün ve 2709 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın "Kişi hürriyeti ve güvenliği" başlıklı 19. maddesinde de yer verilmiş, aynı maddenin son fıkrasındaki, "Bu esaslar dışında bir işleme tâbi tutulan kişilerin uğradıkları zarar kanuna göre Devletçe ödenir" hükmü, 03.11.2001 gün ve 4709 sayılı Kanun"un 4. maddesi ile "Bu esaslar dışında bir işleme tâbi tutulan kişilerin uğradıkları zarar, tazminat hukukunun genel prensiplerine göre, Devletçe ödenir." şeklinde değiştirilmiştir.
1 Haziran 2005 tarihinde yürürlüğe giren 5320 sayılı Kanun’un 18/1-c maddesiyle yürürlükten kaldırılan, ancak yine aynı Kanun’un 6. maddesinin 2. fıkrası uyarınca 01 Haziran 2005 tarihinden önceki işlemler açısından uygulanmaya devam olunacak (davaya konu işlem tarihi itibariyle de uygulanması gereken) 466 sayılı Kanun’un 1. maddesi;
"1. Anayasa ve diğer kanunlarda gösterilen hal ve şartlar dışında yakalanan veya tutuklanan veyahut tutukluluklarının devamına karar verilen;
2. Yakalama veya tutuklama sebepleri ve haklarındaki iddialar kendilerine yazılı olarak hemen bildirilmeyen;
3. Yakalanıp veya tutuklanıp da kanuni süresi içinde hakim önüne çıkarılmayan;
4. Hakim önüne çıkarılmaları için kanunda belirtilen süre geçtikten sonra hakim kararı olmaksızın hürriyetlerinden yoksun kılınan;
5. Yakalanıp veya tutuklanıp da bu durumları yakınlarına hemen bildirilmeyen;
6. Kanun dairesinde yakalandıktan veya tutuklandıktan sonra haklarında kovuşturma yapılmasına veya son soruşturmanın açılmasına yer olmadığına veyahut beraetlerine veya ceza verilmesine mahal olmadığına karar verilen;
7. Mahkum olup da tutuklu kaldığı süre hükümlülük süresinden fazla olan veya tutuklandıktan sonra sadece para cezasına mahkum edilen kimselerin uğrayacakları her türlü zararlar, bu kanun hükümleri dairesinde Devletçe ödenir" hükmünü içermektedir.
Devletimizin tarafı olduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi"nin 5. maddesinde de kişilerin özgürlüğünün hangi hâllerde sınırlandırılabileceği belirlenmiş ve maddenin son fıkrasında bu şartlara aykırı davranılması hâlinde mağdur olan herkesin tazminat istemeye hakkı olduğu esası kabul edilmiştir.
466 sayılı Kanun’un 2. maddesinde; "verilen kararların kesinleştiği veya bu iddianın mercilerince karar bağlandığı tarihten itibaren üç ay içinde" dava açılabileceği düzenlenmiş, 21.04.1975 tarihli ve 3-5 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında ise; beraat hükmünün Yargıtayca onanması veya düzeltilerek onama suretiyle beraat kararı verilmesi halinde, ilgilinin bu kararlardan haberdar olmadığı ve dolayısıyla hakkını kullanamadığı gerekçesiyle, "üç aylık başvuru süresinin kesinleşmiş beraat hükmünün ilgiliye tebliğinden veya kişinin kesinleşmeyi öğrendiği tarihten itibaren başlayacağına" karar verilmiştir.
Ceza Genel Kurulu, hak arayışlarının kötüye kullanılacak biçimde süresiz kılınmasını önlemek bakımından, 466 sayılı Kanun hükümlerine göre açılacak tazminat davaları için, 2. maddede belirtilen ve beraat hükmünün kesinleşmesinin tebliğinden veya öğrenilmesinden itibaren işleyen üç aylık sürenin dışında tazminat hukukunun genel prensiplerine göre 10 yıllık azami bir sürenin kabul edilmesinin adalet ve nasafet kurallarına uygun olacağını kabul etmiştir.
Bu açıklamalar ışığında;
1-Tazminat davası açabilmenin ilk koşulu, verilen karar veya hükmün kesinleşmesidir. Ceza Genel Kurulu ve Özel Dairesi önceki bir çok kararında tazminat davasının açılabilmesi ve bu 10 yıllık sürenin başlaması için hükmün kesinleşmesinin şart olduğu belirtilmiştir. Örneğin Ceza Genel Kurulunun 06.05.2014 tarihli ve 2014/122-231 sayılı kararında açıkça "kesinleşmeyen bir beraat hükmü nedeniyle dava açma hakkı doğmamış olacağından" tazminata esas sayılan 1998 tarihli beraat kararının kesinleşip kesinleşmediğinin araştırılmasını ve sonucuna göre davanın süresinde açılıp açılmadığının tespit edilmesi gerektiğine karar vermiştir. Yine birçok Genel Kurulu kararında süre başlangıcı belirlenirken "466 sayılı Kanun Dışı Yakalanan veya Tutuklanan Kimselere Tazminat Verilmesi Hakkındaki Kanunun 1. maddesinin 6. bendi uyarınca kanuna uygun olarak yakalandıktan sonra haklarında kovuşturma yapılmasına veya son soruşturma açılmasına yer olmadığına veyahut beraatlerine veya ceza verilmesine yer olmadığına karar verilenler ile mahkûm olup da tutuklu kaldığı süreler hükümlülük süresinden fazla olan veya tutuklandıktan sonra sadece para cezasına mahkûm edilen kimseler tarafından açılacak tazminat davalarında, yakalama veya tutuklamanın haksız ve tazminata esas kabul edilip edilmeyeceği yapılan soruşturma ya da yargılamanın sonunda verilen kararların kesinleşmesi ile sabit olacağından, bu davalarda esas alınacak 10 yıllık azami sürenin de kesinleşme tarihinden itibaren başlaması gerektiği kabul edilmelidir." şeklinde değerlendirme yapılmıştır (Ceza Genel Kurulunun 13.11.2018 tarihli ve 768-528 sayılı, 30.10.2018 tarihli ve 772-487 sayılı, 23.02.2016 tarihli ve 582-85 sayılı, 06.05.2014 tarihli ve 141-229 sayılı, yine 06.05.2014 tarihli ve 122-231 sayılı kararları da aynı doğrultudadır). Bu kararlar yasaldır, çünkü tutuklama veya yakalamanın bir haksızlık oluşturup oluşturmadığı ve buna bağlı zarar doğup doğmadığı verilen beraat kararının kesinleşmesi ile belirginleşir.
Beraat hükmünün kesinleşmesi yerine verildiği tarihin tazminat davasının açılmasına esas kabul edilmesi halinde, haksızlık belirginleşmeden dava açılması olanaklı hale gelir ve dolayısıyla kesinleşmemiş beraat kararlarına hukuki sonuç bağlanmış olur. Bu ise kesinleşmeyen bir beraat kararına dayanılarak tazminat ödenmesi sonucunu doğurur ve bu durumda ciddi karmaşa doğar. Beraat kararı kesinleşmeden sanığın dava açıp tazminata hükmedilmesi sonrasında katılanın temyizi üzerine beraat hükmünün bozulması ve mahkumiyet hükmü verilmesi buna örnektir.
2- Ceza davalarında bir hükmü kesinleştirme görevi davanın taraflarının değil, mahkemenin görevidir. Sayın çoğunluğun kararı ile bu yasal durum göz ardı edilerek sanığa yasal olmayan yükümlülük getirilmiştir. Bir ceza davasında sanığın veya herhangi bir tarafının verilen hükmü kesinleştirmek için yapmakla yükümlü olduğu bir işlem yoktur, en fazla müracaat ederek hakkındaki hükmü öğrenip kendisi ile sınırlı olarak yasal süreleri başlatma olanağına sahiptir. Bu ise hükmün kesinleşmesine yetmez. Zira, bir hükmün kesinleşebilmesi için başvuracak kanun yollarını, süresini ve merciini gösterir şekilde hüküm kurulması ve bunun usulüne uygun olarak ilgililerine tefhim veya tebliğ edilmesi gerekmektedir. Bunu ise yasal olarak sadece hükmü veren mahkeme yapabilir. Mahkemenin görevini ihmal edip hükmü kesinleştirmemesi taraf aleyhine sonuç doğuracak şekilde yorumlanamaz.
3- 466 sayılı Kanun hükümlerine göre tazminat davalarının süresinde açılıp açılmadığına ilişkin uyuşmazlıklar Ceza Genel Kurulunun gündemine defalarca gelmiş ve istikrarlı bir şekilde, Kanun"un 2. maddesinin 1. fıkrasında belirtilen üç aylık dava açma süresinin, 21.04.1975 tarihli ve 3-5 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararı uyarınca, davacı hakkında açılan ve beraatle sonuçlanan ceza davasının kesinleştiğinin tebliği veya bu kesinleşmenin öğrenilmesinden itibaren başladığı kabul edilmiştir.
01.06.2005 tarihinde yürürlüğe giren 5271 sayılı CMK"nın "Tazminat isteminin koşulları" başlıklı 142. maddesinin 1. fıkrasında yer alan; "Karar veya hükümlerin kesinleştiğinin ilgilisine tebliğinden itibaren üç ay ve her hâlde karar veya hükümlerin kesinleşme tarihini izleyen bir yıl içinde tazminat isteminde bulunulabilir" şeklindeki düzenlemeyle tebliğden itibaren üç ay ve her hâlde kesinleşme tarihinden itibaren bir yıl içinde tazminat talebinde bulunulabileceği hüküm altına alınmıştır.
Görüldüğü üzere, 466 sayılı Kanun"un 2. maddesi ve 5271 sayılı Kanun"un 142/1. maddesi açıkça tazminat davası açılabilmesi için hükmün kesinleşmesi koşulunu getirmiştir. Kanun koyucunun iradesi her iki yasa döneminde de bu yöndedir. Aksinin kabulü açıkça yasaya aykırı olur.
4- Anayasa"nın "Temel hak ve hürriyetlerinin korunması" başlıklı 40. maddenin ikinci fıkrasında "Devlet, işlemlerinde, ilgili kişilerin hangi kanun yolları ve mercilere başvuracağını ve sürelerini belirtmek zorundadır" hükmüne yer verilmiştir. Hak arama hürriyeti ile yakından ilişkili olan ve beraat kararının verildiği tarihte yürürlükte olan 1412 sayılı CMUK"nın 33 ve sonradan yürürlüğe giren 5271 sayılı CMK"nın 34 ve 35. maddelerine göre kanun yoluna başvuru hakkı bulunanların kararı tefhim veya tebliğ yoluyla öğrenmelerinin sağlanması, ayrıca kararlarda başvurulabilecek kanun yolu, süresi, mercii ve şekillerinin belirtilmesi zorunludur. Ayrıca 21.04.1975 tarihli ve 3-5 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararı ve CMK"nın 142/1. maddesi uyarınca haksız tutuklama veya yakalama nedeniyle oluşan zararlarla ilgili dava açma hakkının kullanılmasının sağlanması için beraat kararının kesinleştiğinin de tebliği gerekmektedir. Bunlara ek olarak kanaatimizce Anayasa"nın 40/2 ve CMK"nın 141/2. maddelerinin emredici hükümlerine göre beraat kararının ve kesinleştiğinin tebliği de yeterli olmayıp, ilgililere tazminat haklarının bulunduğu dahi ayrıca bildirilmelidir.
Bu yasal düzenlemelerin ortak amacı bireylerin yargı ya da idari makamlar önünde sonuna kadar haklarını arayabilmelerine kolaylık ve imkan sağlamaktır. Çünkü son derece dağınık olan mevzuat karşısında insanların hakkını aramakta güçlük çekeceğini değerlendiren yasa koyucu, başvurulacak kanun yolu, mercii, süresi ve şeklini de içerir şekilde karar ve işlemlerden ilgilisinin Devlet tarafından haberdar edilmesini hak arama, hak ve hürriyetlerin korunması bakımından zorunluluk haline getirmiştir. Buna göre somut olayda beraat hükmünün ilgililerine usulüne uygun tebliğ edilerek kesinleşmesinin sağlanması, takiben kesinleştiğinin ve tazminat hakkı bulunduğunun davacıya bildirilmesi gerektiği halde, sayın çoğunluğun kararına uygun olarak dava zamanaşımı süresinin beraat hükmünün verildiği tarihte başlatılması durumunda hak arama hürriyetine işlerlik sağlayan bu emredici düzenlemelerden vazgeçilmiş olur. Tarafların yokluğunda, kapalı kapılar ardından beraat kararı verilip, ilgilisine haber vermeden dava açma süresinin başlatılması anlamına gelir ve hak arama hürriyetini ihlal eder.
5- Öte yandan BK"nın 60. maddesine ve yerleşmiş Yargıtay uygulamalarına göre şimdiye kadar 10 yıllık süre kararın kesinleşmesinden başlatıldığı halde, bundan sonra karar tarihinde başlatılması eşitlik ilkesine aykırıdır. Ayrıca Yargıtay önceki bir çok kararında dava açma süresinin başlaması ve davanın açılabilmesi için hükmün kesinleşmesi koşulunu aradığı halde, şimdi beraat kararının verildiği tarihte sürenin başlatılması ilgilileri hataya düşürmek olur. "Önce dava açılması için beraat hükmünün kesinleşmesinin aranması, mahkemesinin bu görevini ihmal ederek kesinleşme işlemini gerçekleştirmeden 10 yılın geçmesini sağladıktan sonra, bu kuraldan dönülüp beraat kararından süre başlatılarak davanın zamanaşımının tahakkuk ettiğinden bahisle reddedilmesi" hukuki değildir. Yıllarca bu yasa hükmü ve içtihada uygun tazminat alınırken, haklı ve yeterli sebep yokken bunun değiştirilmesi hukuk güvenliğini ihlal eder.
Yukarıda açıklanan nedenler haksız tutuklamadan doğan tazminat davaları için uygulanan 10 yıllık dava zamanaşımı süresinin beraat hükmü kesinleşmeden başlatılmasının Anayasanın 36, 40/2, CMUK"nın 33, CMK"nın 34,35, 141/2, 142/1, BK"nın 60, 466 sayılı Kanunun 2 .maddeleri, 21.04.1975 tarihli ve 3-5 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararı ile yerleşik Yargıtay uygulamalarına aykırı olduğu kanaatinde olduğumuzdan sayın çoğunluğun görüşüne iştirak edilmemiştir." düşüncesiyle karşı oy kullanmışlardır.
SONUÇ:
Açıklanan nedenlerle;
1- Bitlis 1. Ağır Ceza Mahkemesinin 16.10.2014 tarihli ve 256-305 sayılı direnme kararına konu hükmünün, 466 sayılı Kanun hükümleri uyarınca tazminat istemine ilişkin davanın süresinde açılmaması nedeniyle reddine karar verilmesi gerektiğinin gözetilmemesi isabetsizliğinden BOZULMASINA,
3- Dosyanın, mahalline gönderilmek üzere Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına TEVDİ EDİLMESİNE, 14.05.2019 tarihinde yapılan müzakerede oy çokluğuyla karar verildi.
Bu alandan sadece bu kararla ilintili POST üretebilirsiniz. Bu karardan bağımsız tamamen kendinize özel POST üretmek için TIKLAYINIZ
Sayın kullanıcılarımız, siteden kaldırılmasını istediğiniz karar için veya isim düzeltmeleri için bilgi@abakusyazilim.com.tr adresine mail göndererek bildirimde bulunabilirsiniz.