Esas No: 2012/13730
Karar No: 2013/7857
Karar Tarihi: 16.5.2013
Yargıtay 1. Hukuk Dairesi 2012/13730 Esas 2013/7857 Karar Sayılı İlamı
"İçtihat Metni"
MAHKEMESİ : ALANYA 3. ASLİYE HUKUK MAHKEMESİ
TARİHİ : 01/03/2011
NUMARASI : 2006/372-2011/109
Yanlar arasında görülen tapu iptali ve tescil veya tazminat davası sonunda, yerel mahkemece davanın reddine ilişkin olarak verilen karar davacılar tarafından yasal süre içerisinde duruşma istemli temyiz edilmiş olmakla dosya incelendi, tetkik hakimi .raporu okundu, açıklamaları dinlendi, gereği görüşülüp, düşünüldü;
Dava, tapu iptali ve tescil, olmadığı taktirde tazminat isteklerine ilişkin olup, mahkemece, davanın reddine karar verilmiştir.
Dosya içeriğinden, toplanan delillerden; emlakçılık yapan davalı H.. M.ile eşi davalı N..’ın harici satış anlaşmaları ile 24.08.2004 ila 27.07.2005 tarihleri arasında 5 ayrı sözleşme ile 11 parça taşınmazın davalılara satışı konusunda anlaştıkları, davacıların karşılığında 14 parça taşınmaz için itiraza uğramayan 907.402.80 Euro bedeli ödedikleri, daha sonra davacı J. K..’in çekişme konusu 464 ada 1 parsel sayılı taşınmazdaki 2, 6 ve 10 nolu meskenleri 21.03.2005 tarihli akitle davalı n.’dan, 457 ada 7 parsel sayılı taşınmazdaki 1, 2, 5; 384 ada 1 parseldeki 12, 16, 20 nolu meskenleri dava dışı H. O.Ü.n ile K.. K..dan 23.03.2005 tarihli akitle satış suretiyle edindiği, anılan işlemlerin tapuda davacı J..K.adına vekili davalı H.. M.tarafından yapıldığı, ardından davacıların Hollanda Noterliğinde, 22.07.2005, 25.07.2005 ve 26.07.2005 tarihlerinde Türkiye’de taşınmaz satın alma ve satma yetkilerini içerir vekaletnameleri yine Hollanda’dan tanıdıkları ve akrabaları olan davalı H..M..J..J.M.D.G..’e verdikleri, ardından, davacı J.K.vekili davalı h.m. çekişme konusu 457 ada 7 parsel sayılı taşınmazdaki (B) Blok 1, 2, 5; 464 ada 1 parseldeki ( A) Blok 2, 6, 10; 384 ada 1 parseldeki 12, 16 nolu meskenleri 02.12.2005 tarihli akitle, 384 ada 1 parseldeki 20 nolu meskeni ise 06.12.2005 tarihli akitle vekilin eşi davalı N..’a satış suretiyle temlik edildiği; yine dava dışı üçüncü kişiler adına kayıtlı olan dava konusu 124 ada 4 parseldeki 1, 4 nolu bağımsız bölümleri 02.05.2005 tarihli akitle İ..C.’dan; 125 ada 13 parseli 28.06.2005 tarihli akitle Eşekadın A.’ten, 2786 parsel sayılı taşınmazdaki B-4 Blok 2 nolu meskeni 18.01.2006 tarihli akitle F. T.tan satış suretiyle davalı N.’ın edindiği, yargılama sırasında 384 ada 1 parsel sayılı taşınmazdaki 12 nolu meskenin 27.08.2009 tarihli akitle dava dışı W.. S.B.’e ve 16 nolu meskenin ise 04.12.2009 tarihli akitle L.H.B.a satış suretiyle temlik edildiği, davacıların davalarını yeni maliklere yöneltmiş olmalarına rağmen anılan yeni maliklere tebligat yapılamadığı anlaşılmaktadır.
Davacılar, Hollanda’dan tanıdıkları ve akrabaları olan emlak işi yapan davalı H.’e Türkiye’de mülk sahibi olmak için 907.402.80 Euro ödeme yaptıklarını, onunda 14 parça taşınmazın kendilerine satışını yaptığını, bunlardan 9 parça taşınmazın kayden davacı J. K.e tapuda devri yapıldıktan sonra, anılan davalının yeni yürürlüğe girecek Tapu Kanunu ile yabancıların edinebilecekleri taşınmaz sayısının bir adetle sınırlandırılacağını ileri sürerek, ikna edip taşınmaz satış yetkisini içerir vekaletnameleri kendilerinden aldığını, bu şekilde temin ettiği vekaletname ile 9 parça taşınmazı eşi davalı n.’a satış suretiyle temlik ettiğini, 5 parça taşınmazı ise üçüncü kişiden direk eşi davalı n. adına satın aldığını, kendilerine bir bedel ödenmediğini, vekalet görevi kötüye kullanılarak muvazaalı satışlar yapıldığını ileri sürerek eldeki davayı açmışlardır.
Davalılar ise, dava konusu taşınmazların alım ve satım işlemlerinin davacıların bilgisi dahilinde yaptıklarını, davacıların üzerine devri yapılmayan taşınmazların bedelini davacılara aralarındaki anlaşmaya göre ödediklerini, ellerinde ödemeye dair belge olduğunu savunmuşlar ve 24.12.2005 tarihli davalı n.’ın davacı j.k’e 483.000 Euro ödeme yaptığına dair ödeme makbuzu ibraz etmişlerdir.
Davacı j.k’in 24.12.2005 tarihli ödeme belgesindeki imzasını inkarı üzerine, mahkemece, Antalya Kriminal Polis Laboratuarınca yapılan imza incelemesi ile anılan belge altındaki imzanın davacı j.k V.D. H. eli ürünü olduğunun belirlendiği, Adli Tıp Kurumu Fizik İhtisas Dairesince imza incelemesi yaptırılmadığı anlaşılmaktadır.
Bilindiği üzere; dava açıldıktan sonrada sınırlayıcı bir neden bulunmadığı takdirde dava konusu malın veya hakkın üçüncü kişilere devredilebilmesi tasarruf serbestisi kuralının bir gereği ve hak sahibi veya malik olmanın da doğal bir sonucudur. Usul Hukukumuzda da ayrık durumlar dışında dava konusu mal veya hakkın davanın devamı sırasında devredilebileceği kabul edilmiş, (6100 sayılı HMK"nun 125. maddesinde) dava konusunun taraflarca üçüncü kişiye devir ve temliki halinde yapılacak usulü işlemler düzenlenmiştir. Anılan düzenlemeye göre, iki taraftan biri dava konusunu (müddeabihi) bir başkasına temlik ettiği takdirde diğer taraf seçim hakkını kullanmakta dilerse temlik eden ile olan davasını takipten vazgeçerek davayı devralan kişiye yöneltmekte, dilerse davasına temlik eden kişi hakkında tazminat davası olarak devam edebilmektedir.
Bu usul kuralının kendiliğinden (re"sen) gözetilmesi gerektiği de açıktır.
Özellikle, 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanununun 125. maddesi, dava konusunun davacı tarafından üçüncü kişiye devredilmesi halinde devralan kişinin usul hukuku gereği davacı sıfatı ve buna hağlı olarak dava takip yetkisi kazanacağı ve davanın yeni davacı ile süreceği esasını getirmiştir.
Diğer taraftan; hemen belirtmelidir ki; yargılamanın sağlıklı biçimde sürdürülebilmesi, iddia ve savunma ile ilgili delillerin eksiksiz toplanıp tartışılabilmesi, davanın süratle sonuçlandırılabilmesi öncelikle tarafların yargılama gününden haberdar edilmesi ile mümkündür. Kişinin, hangi yargı merciinde duruşmasının bulunduğunu, hakkındaki iddia ve isnatların nelerden ibaret olduğunu bilebilmesi, usulüne uygun olarak tebligat yapılması ile sağlanabilir.
6100 sayılı HMK’nın 27. maddesi (HUMK’nun 73. maddesi), uluslar arası sözleşmeler ve Anayasa"nın 36. maddesiyle en temel hak olarak kabul edilen hukuki dinlenilme hakkı karşısında, mahkeme tarafları dinlemeden, onların iddia ve savunmalarını bildirmeleri için usulüne uygun olarak davet etmeden hükmünü veremez. Esasen, taraf teşkilinin sağlanması Anayasa’nın 90/son maddesi aracılığıyla Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 6. maddesi hükmü uyarınca adil yargılanma hakkının da bir gereğidir.Somut olayda, dava konusu taşınmazlardan 384 ada 1 parseldeki 12 ve 16 nolu bağımsız bölümlerin dava dışı v.s.b.l.h. B.’a temlik edilmesi nedeniyle HUMK."nun 186. maddesi (6100 sayılı HMK."nun 125. maddesi) hükmü uyarınca usulü eksikliğin giderilmesi, 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanununun 52. maddesi bağlamında usulüne uygun dava dilekçesi ile duruşma gününün anılan yeni maliklere tebliğ edilmesi, böylece taraf teşkilinin sağlanması, ondan sonra işin esası bakımından bir karar verilmesi gerekirken anılan taşınmazlar bakımından bu hususun göz ardı edilerek yazılı olduğu üzere hüküm tesisi isabetsizdir.
Öte yandan; davacı j.k adına kayıtlı 9 parça taşınmazın vekil davalı h.m. tarafından eşi davalı n.’a vekalet görevinin kötüye kullanılarak temlik edildiği, diğer 5 parça taşınmazın ise davacılar bedelini ödedikleri halde davalı n.’ın kendi adına satın aldığı iddiaları bakımından mahkemece yapılan araştırma ve incelemenin hüküm vermeye yeterli olduğu söylenemez.
Bilindiği üzere; Borçlar Kanununun temsil ve vekalet bağıtını düzenleyen hükümlerine göre, vekalet sözleşmesi büyük ölçüde tarafların karşılıklı güvenine dayanır. Vekilin borçlarının çoğu bu güven unsurundan, onun vekil edenin yararına ve iradesine uygun davranış yükümlülüğünden doğar.
Borçlar Kanununda sadakat ve özen borcu, vekilin vekil edene karşı en önde gelen borcu kabul edilmiş ve 390/2 ( 6098 sayılı Türk Borçlar Yasasının 506/2) maddesinde "vekil, müvekkiline karşı vekaleti hüsnüniyetle ifa ile mükelleftir..." hükmüne yer verilmiştir. Bu itibarla vekil, vekil edenin yararına ve iradesine uygun hareket etme, onu zararlandırıcı davranışlardan kaçınma yükümlülüğü altındadır. Sözleşmede vekaletin nasıl yerine getirileceği hakkında açık bir hüküm bulunmasa veya yapılan işlem dış temsil yetkisinin sınırları içerisinde kalsa dahi vekilin bu yükümlülüğü daima mevcuttur. Hatta malik tarafından vekilin bir taşınmazın satışında, dilediği bedelle dilediği kimseye satış yapabileceği şeklinde yetkili kılınması, satacağı kimseyi dahi belirtmesi, ona dürüstlük kuralını, sadakat ve özen borcunu göz ardı etmek suretiyle, makul sayılacak ölçüler dışına çıkarak satış yapma hakkını vermez. Vekil edenin yararı ile bağdaşmayacak bir eylem veya işlem yapan vekil değinilen maddenin birinci fıkrası uyarınca sorumlu olur.
Öte yandan, vekil ile sözleşme yapan kişi Medeni Kanunun 3. maddesi anlamında iyiniyetli ise yani vekilin vekalet görevini kötüye kullandığını bilmiyor veya kendisinden beklenen özeni göstermesine rağmen bilmesine olanak yoksa, vekil ile yaptığı sözleşme geçerlidir ve vekil edeni bağlar. Vekil vekalet görevini kötüye kullansa dahi bu husus vekil ile vekalet eden arasında bir iç sorun olarak kalır, vekil ile sözleşme yapan kişinin kazandığı haklara etkili olamaz.
Ne var ki, üçüncü kişi vekil ile çıkar ve işbirliği içerisinde ise veya kötü niyetli olup vekilin vekalet görevini kötüye kullandığını biliyor veya bilmesi gerekiyorsa vekil edenin sözleşme ile bağlı sayılmaması, Medeni Kanunun 2. maddesinde yazılı dürüstlük kuralının doğal bir sonucu olarak kabul edilmelidir. Söz konusu yasa maddesi buyurucu nitelik taşıdığından hakim tarafından kendiliğinden (resen) göz önünde tutulması zorunludur. Aksine düşünce kötü niyeti teşvik etmek en azından ona göz yummak olur. Oysa bütün çağdaş hukuk sistemlerinde kötü niyet korunmamış daima mahkum edilmiştir. Nitekim uygulama ve bilimsel görüşler bu yönde gelişmiş ve kararlılık kazanmıştır.
Öte yandan; inanç sözleşmesi, inananla inanılan arasında yapılan, onların hak ve borçlarını belirleyen, inançlı muamelenin sona erme sebeplerini ve devredilen hakkın, inanılan tarafından inanana geri verme (iade) şartlarını içeren borçlandırıcı bir muameledir. Bu sözleşme, taraflarının hak ve borçlarını kapsayan bağımsız bir akit olup, alacak ve mülkiyetin naklinin hukuki sebebini teşkil eder. Taraflar böyle bir sözleşme ve buna bağlı işlemle genellikle, teminat teşkil etmek ve iade edilmek üzere, mal varlığına dahil bir şey veya hakkı, aynı amacı güden olağan hukuki muamelelerden daha güçlü bir hukuki durum yaratarak, inanılana inançlı olarak kazandırmak için başvururlar.
Diğer bir anlatımla, bu işlemle borçlu, alacaklısına malını rehin edecek, yani yalnızca sınırlı ayni bir hak tanıyacak yerde, malının mülkiyetini geçirerek rehin hakkından daha güçlü, daha ileri giden bir hak tanır.
Bilindiği gibi, inanç sözleşmeleri, tarafların karşılıklı iradelerine uygun bulunduğu için, onlara karşılıklı borç yükleyen ve alacak hakkı veren geçerli sözleşmelerdir. (Borçlar Kanunu mad.81) Anılan sözleşmelerde, taraflar, sözleşmenin kendilerine yüklediği hak ve borçları belirlerken, inançlı işlemin sona erme sebeplerini; devredilen hakkın inanılan tarafından inanana iade şartlarını, bu arada tabii ki süresini de belirleyebilirler. Bunun dışında, akde aykırı davranışın yaptırımına da sözleşmelerinde yer verebilirler.Buna dair akit hükümleri de Borçlar Kanununun 19 ve 20 maddelerine aykırılık teşkil etmediği sürece geçerli sayılır.
İnanç sözleşmesine ve buna bağlı işlemle alacaklı olan taraf, ödeme günü gelince alacağını elde etmek için dilerse; teminat için temlik edilen şeyi “ ifa uğruna edim “ olarak kendisinde alıkoyabileceği gibi; o şeyi, açık artırma yoluyla veya serbestçe satıp satış bedelinden alma yoluna da başvurabilir. Bu sonuçlar kendine özgü bu akdin tabiatında mevcuttur. Sözleşme ile öngörülen ifa süresi içerisinde, sırf sözleşmeyi imkansız kılmak amacıyla muvazaalı olarak yapılan temliklerin yasal koruma altında tutulamayacağı izahtan varestedir. Meri hukuk sistemimizde her hangi bir düzenleme olmamasına karşın; inanç sözleşmelerinin, yukarıda değinilen ilkeler çerçevesinde uygulama yeri bulan kendine özgü bir müessese olduğu, öğreti ve uygulamada kabul edile gelen bir olgudur.
İnanç sözleşmelerinin tarafları arasında, onların gerçek iradelerini ve akitten amaçladıklarını yansıtması bakımından geçerli olduğu;taraflarına Borçlar Kanunu çerçevesinde nispi haklarını talep etme olanağını verdiği tartışmasızdır.
Burada üzerinde durulması gereken husus, taşınmaz mallar yada şekle bağlı akitlerde inanç sözleşmelerinin ne gibi hukuki sonuç doğuracağıdır. Diğer bir anlatımla, sözleşmede öngörülen koşulların gerçekleşmesi halinde, taşınmaz mülkiyetinin naklinin sebebini oluşturup oluşturmayacağıdır.
Bilindiği üzere; uygulamada mesele, 5.2.1947 tarih, 20/6 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı ile ilişkilendirilip, bu karar dayanak yapılmak suretiyle çözüme gidilmektedir.
Söz konusu kararda; eski hukuka göre mümkün ve geçerli olan muvazaa ve nam-ı müstear iddialarının, Medeni Kanunun yürürlüğünden sonra taşınmaz mallar hakkında dinlenip dinlenemeyeceği tartışılmıştır.
Anılan kararda; çeşitli sebep ve amaçlarla bir taşınmaz kaydına gerçek malik yerine başka bir nam ve bir sözleşmede akitlerden biri yerine üçüncü bir şahsın gösterilmesinin mümkün olduğu,bu gibi hallerde vekilin kendi namına ve müvekkili hesabına yaptığı tasarruflarda olduğu gibi hukuki bir durum veya herhangi bir maksatla üçüncü şahıslardan gerçeği gizleme gayesi güdülebileceği, “kötüniyetli ve haksız gizlemeler” dışında,belirtilen olasılıklara göre açılacak bir davanın, gerçekten, ya mevcut bir hakka dayanarak bir el değiştirme veya bir hakkın korunması niteliğini taşıyacağı; bu durumun da, temsil ve vekalet ilişkisinde ,mülkiyette halefiyet esası olarak kabul edilmiş bir husus olup, halefiyeti düzeltme amacıyla öncelikle mülkiyetin vekile aidiyeti düşünülse bile, temsil hükümlerine aykırı olduğundan bunun korunması ve devamına hükmolunamayacağı, zira Borçlar Kanununun “müvekkil vekiline karşı muhtelif borçlarını ifa
edince vekilin kendi namına ve müvekkili hesabına üçüncü şahıstaki alacağı müvekkilin olur” hükmünün bu düşünceyi doğruladığı, öte yandan gerek taşınır, gerek taşınmaz mallara ilişkin olsun nam-ı müstear hadiselerinde, meselenin bir istihkak ve mülkiyet davası niteliğini geçemeyeceğinden, ne resmi senet, ne de şekil meselesinin bahse konu olamayacağı,meselenin akitte ve isimde muvazaayı kapsamına alan Türk Borçlar Kanununun 19.maddesi ( 818 s. BK m. 18) kapsamında düşünülmesinin kanunun amacına uygun düşeceğine, değinildikten sonra sonuçta,nam-ı müstear davalarının dinlenebilir ve yazılı delil ile ispatının mümkün olduğuna hükmolunmuştur.
İçtihadı Bileştirme kararlarının konularıyla sınırlı, sonuçlarıyla bağlayıcı bulunduğu tartışmasızdır. N.ı m.için düzenleme getiren 1947 tarihli kararın, teminat amacıyla temlike dair inanç sözleşmelerini kapsadığı da kuşkusuzdur. Uygulamada anılan sözleşmeler gerek özü, gerek işleyişi açısından,genelde muvazaa, özelde ise nam-ı müstear başlıkları altında nitelendirile gelmektedir.
Belirtilen İçtihadı Birleştirme Kararında da değinildiği üzere; inanç sözleşmeleri bir yandan mülkiyeti nakil borcu doğurması bakımından tarafları bağlayıcı, diğer yandan, mülkiyetin naklinin sebebini teşkil etmesi açısından tasarruf işlemlerini bünyesinde barındıran sözleşmelerdir. Bu durumda koşulların oluşması halinde taşınmaz mülkiyetini nakil özelliğini taşıdığı kabul edilmelidir.
İçtihadı Birleştirme kararının sonuç bölümünde ifade olunduğu üzere, inançlı işleme dayalı olup dinlenilirliği kabul edilen iddiaların ispatı, şekle bağlı olmayan yazılı delildir. İnanç sözleşmesi olarak adlandırılan bu belgenin sözleşmeye taraf olanların imzasını içermesi gereklidir. Bunun dışındaki bir kabul, hem İçtihadı Birleştirme kararının kapsamının genişletilmesi, hem de taşınmazların tapu dışı satışlarına olanak sağlamak anlamını taşıyacağından kendine özgü bu sözleşmelerle bağdaştırılamaz.
Hal böyle olunca; yukarıda açıklanan ilke ve olgular uyarınca öncelikle taraf teşkilinin sağlanması, ondan sonra gerekli araştırma ve inceleme yapılması, tarafların iddia ve savunmaları doğrultusunda delillerinin toplanması, 24.12.2005 tarihli ödeme belgesi üzerindeki imzanın davacı j.k eli ürünü olup olmadığının 2659 sayılı Yasa gereğince Adli Tıp Kurumu Fizik İhtisas Dairesinden alınacak rapor ile belirlenmesi, davacıların dosyada yer alan belgelere göre 01.03.2005 ila 20.06.2005 tarihleri arasında davalılara yaptığı ödemeler de gözetilerek zararlarının mevcut olup olmadığı, başka bir deyişle zarar olgusunun gerçekleşip gerçekleşmediği üzerinde durulması vekaleten n."a yapılan satışlar bakımından vekalet görevinin kötüye kullanılması; üçüncü kişilerden n."a yapılan satışlar yönünden ise 5.2.1947 tarih ve 20/6 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı kapsamında gerekli değerlendirmeler yapılarak hasıl olacak sonuca göre bir karar verilmesi gerekirken, noksan soruşturma ile yetinilerek yazılı biçimde hüküm tesisi isabetsizdir.
Davacıların bu yönlere ilişkin temyiz itirazları yerindedir. Kabulü ile hükmün (6100 sayılı Yasanın geçici 3.maddesi yollaması ile) 1086 sayılı HUMK"nun 428.maddesi gereğince BOZULMASINA, alınan peşin harcın temyiz edene geri verilmesine, 16.5.2013 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.