Yanlar arasında görülen tapu iptali ve tescil veya tazminat davası sonunda, yerel mahkemece davanın, kabulüne ilişkin olarak verilen karar davalılar tarafından yasal süre içerisinde temyiz edilmiş olmakla dosya incelendi, Tetkik Hakimi raporu okundu, açıklamaları dinlendi, gereği görüşülüp düşünüldü;
Dava, vekalet görevinin kötüye kullanılması hukuksal nedenine dayalı tapu iptali ve tescil, olmadığı taktirde tazminat isteğine ilişkin olup, mahkemece davanın kabulüne karar verilmiştir.
Dosya içeriğinden, toplanan delillerden; davacının miras bırakan M... D...’dan intikal edecek olan taşınmazların intikalini yaptırması ve satış yetkisini içerecek şekilde davalı E...’a 22.07.2008 tarihinde vekaletname verdiği, daha sonra 11.08.2008 tarihinde vekaletten azlettiği, vekil E...’ın vekaletten azle rağmen 12.08.2008 ve 13.08.2008 tarihli akitlerle toplam 28 parça taşınmazdaki davacının miras paylarını murisin kızı davalı P....’ye satış suretiyle temlik ettiği, vekaletten azlin tapuya ve vekile tebliğ edilip edilmediğinin ise belli olmadığı anlaşılmaktadır.
Davacı, miras bırakan M... D...’ın ölümü üzerine miras kalan traktörün satışı için vekaletname vermek üzere notere gittiğini, okuma yazma bilmediğinden ve Türkçeyi iyi konuşamadığından yararlanılarak taşınmazların satış yetkisini içerir vekaletin tanziminin sağlandığını, kandırılarak elde edilen vekaletname ile davalı E....’ın miras bırakan adına tapuda kayıtlı 28 parça taşınmazın muristen intikalini yaptırıp miras paylarını mirasçılardan olan davalı P...’ye satış suretiyle temlik ettiğini, durumdan kuşkulanıp 11.08.2008 tarihinde vekilini azlettiği halde devirlerin yapıldığını, satıştan haberi olmadığını, satış bedelinin düşük olup kendisine bedel de ödenmediğini, davalıların el ve işbirliği içinde hareket ettiklerini, vekalet görevinin kötüye kullanıldığını ileri sürerek eldeki davayı açmıştır. Ne var ki, mahkemece, hükme yeterli bir araştırma ve inceleme yapıldığını söyleyebilme olanağı yoktur.
Bilindiği üzere; Borçlar Kanununun temsil ve vekalet bağıtını düzenleyen hükümlerine göre, vekalet sözleşmesi büyük ölçüde tarafların karşılıklı güvenine dayanır. Vekilin borçlarının çoğu bu güven unsurundan, onun vekil edenin yararına ve iradesine uygun davranış yükümlülüğünden doğar.
Borçlar Kanununda sadakat ve özen borcu, vekilin vekil edene karşı en önde gelen borcu kabul edilmiş ve 390/2 ( 6098 sayılı Türk Borçlar Yasasının 506/2) maddesinde "vekil, müvekkiline karşı vekaleti hüsnüniyetle ifa ile mükelleftir..." hükmüne yer verilmiştir. Bu itibarla vekil, vekil edenin yararına ve iradesine uygun hareket etme, onu zararlandırıcı davranışlardan kaçınma yükümlülüğü altındadır. Sözleşmede vekaletin nasıl yerine getirileceği hakkında açık bir hüküm bulunmasa veya yapılan işlem dış temsil yetkisinin sınırları içerisinde kalsa dahi vekilin bu yükümlülüğü daima mevcuttur. Hatta malik tarafından vekilin bir taşınmazın satışında, dilediği bedelle dilediği kimseye satış yapabileceği şeklinde yetkili kılınması, satacağı kimseyi dahi belirtmesi, ona dürüstlük kuralını, sadakat ve özen borcunu göz ardı etmek suretiyle, makul sayılacak ölçüler dışına çıkarak satış yapma hakkını vermez. Vekil edenin yararı ile bağdaşmayacak bir eylem veya işlem yapan vekil değinilen maddenin birinci fıkrası uyarınca sorumlu olur.
Öte yandan, vekil ile sözleşme yapan kişi Medeni Kanunun 3. maddesi anlamında iyi niyetli ise yani vekilin vekalet görevini kötüye kullandığını bilmiyor veya kendisinden beklenen özeni göstermesine rağmen bilmesine olanak yoksa, vekil ile yaptığı sözleşme geçerlidir ve vekil edeni bağlar. Vekil vekalet görevini kötüye kullansa dahi bu husus vekil ile vekalet eden arasında bir iç sorun olarak kalır, vekil ile sözleşme yapan kişinin kazandığı haklara etkili olamaz.
Ne var ki, üçüncü kişi vekil ile çıkar ve işbirliği içerisinde ise veya kötü niyetli olup vekilin vekalet görevini kötüye kullandığını biliyor veya bilmesi gerekiyorsa vekil edenin sözleşme ile bağlı sayılmaması, Medeni Kanunun 2. maddesinde yazılı dürüstlük kuralının doğal bir sonucu olarak kabul edilmelidir. Söz konusu yasa maddesi buyurucu nitelik taşıdığından hakim tarafından kendiliğinden (resen) göz önünde tutulması zorunludur. Aksine düşünce kötü niyeti teşvik etmek en azından ona göz yummak olur. Oysa bütün çağdaş hukuk sistemlerinde kötü niyet korunmamış daima mahkum edilmiştir. Nitekim uygulama ve bilimsel görüşler bu yönde gelişmiş ve kararlılık kazanmıştır.
Hal böyle olunca; yukarıda açıklanan ilke ve olgular uyarınca araştırma ve inceleme yapılması, vekile azlin tebliğ edilip edilmediğinin tespit edilmesi, taraf delillerinin toplanarak davanın niteliği gereği tanıkların dinlenilmesi, tanıklara vekaletten azlin öğrenilip öğrenilmediği hususunda bilgilerinin olup olmadığının sorulması, vekaletten azlin tebliğ edilmediğinin belirlenmesi halinde ise, açıklanan ilkeler gereğince zararlandırma kastıyla işlemin yapılıp yapılmadığının kuşkuya yer bırakmayacak şekilde ortaya konulması, hasıl olacak sonuca göre bir karar verilmesi gerekirken yanılgılı değerlendirme ile davalı tarafın tanık dinletme isteği de reddedilerek noksan soruşturmayla yazılı biçimde hüküm tesisi isabetsizdir.
Davalıların açıklanan yönlere değinen temyiz itirazları yerindedir. Kabulü ile hükmün (6100 sayılı Yasanın geçici 3.maddesi yollaması ile) 1086 sayılı HUMK"nun 428.maddesi gereğince BOZULMASINA, alınan peşin harcın temyiz edene geri verilmesine, 26.09.2013 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.