1. Hukuk Dairesi 2021/8279 E. , 2021/5925 K.
"İçtihat Metni"MAHKEMESİ :ASLİYE HUKUK MAHKEMESİ
DAVA TÜRÜ : TAPU İPTALİ VE TESCİL
Taraflar arasında görülen tapu iptali ve tescil davası sonunda, yerel mahkemece davanın reddine ilişkin olarak verilen karar davacı vekili tarafından yasal süre içerisinde duruşma istekli temyiz edilmiş olmakla, duruşma günü olarak saptanan 24.02.2009 Salı günü için yapılan tebligat üzerine temyiz eden davacı vekili Avukat Safiye Aytekin ile temyiz edilen davalı vekili Avukat ... geldiler duruşmaya başlandı, süresinde verildiği ve kayıt olunduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra gelen vekillerin sözlü açıklamaları dinlendi, duruşmanın bittiği bildirildi, iş karara bırakıldı. Bilahare Tetkik Hakimi ... tarafından düzenlenen rapor okundu, düşüncesi alındı. Dosya incelenerek gereği görüşülüp düşünüldü:
-KARAR-
Dava, inançlı işlem hukuki nedenine dayalı tapu iptali ve tescil isteğine ilişkindir.
Davacı, maliki bulunduğu ... ada ... parsel sayılı taşınmaz ile ... ada ... parseldeki 27, 56, 61, 81 numaralı bağımsız bölümlerini borcunun teminatı olarak davalıya devrettiğini, işlemlerin muvazaa nedeniyle geçersizliğini ileri sürerek tapu kaydının iptali ile adına tesciline karar verilmesini istemiştir.
Davalı, bir kısım taşınmazlar bakımından yetki itirazında bulunmuş işin esası bakımından da davanın reddini savunmuştur.
Mahkemece, ... ada ... parsel sayılı taşınmaz yönünden davanın reddine, diğer taşınmazlara ilişkin davanın tefriki ve Üsküdar ilçesinde kayıtlı bulunmadıklarından yetkisizliğine ilişkin olarak verilen karar Dairece “...Bilindiği üzere; HUMK.nun 13/son maddesi hükmünce taşınmaza ilişkin davalarda uyuşmazlık birden ziyade taşınmaza ait ise, davanın taşınmazlardan birinin bulunduğu yer mahkemesinde açılması asıldır. Söz konusu düzenleme kamu düzeniyle ilgili olup mahkemece de kendiliğinden (resen) dikkate alınması gereken bir usul kuralıdır. Bunun yanında, açılan iptal davasının aynı hukuki sebebe dayandırıldığı ve taşınmazlar hakkındaki çekişmenin birlikte görülüp değerlendirilmesi gerekeceği de tartışmasızdır. Hal böyle olunca, davaya konu tüm taşınmazlar bakımından işin esasının incelenip bir karar verilmesi yerine, bir kısım taşınmazlar yönünden yetkisizlik nedeniyle davanın reddedilmesi isabetsizdir...” gerekçesiyle bozulmuş, bozmaya uyularak yapılan yargılama neticesinde mahkemece davacının edimini yerine getirmediği gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir.
Dosya içeriği ve toplanan delillerden; dava konusu ... ada ... parsel sayılı 27.752 m2 arsa nitelikli taşınmazın 501/27752 payı dava dışı ... Yapı İnşaat ve İnşaat Malzemeleri Mühendislik Taahhüt ve Tic. Ltd. Şti. adına kayıtlı iken temsilcisi davacı ... tarafından 15.11.2000 tarihinde 19.000.000.000ETL bedelle, dava konusu ... ada ... parsel sayılı taşınmazda bulunan 27, 56, 61 ve 81 nolu bağımsız bölümlerin davacı ... adına kayıtlı iken 13.12.2001 tarihinde 15.575.000.000 ETL davalı ...’e devredildiği, davacı ..., davalı ... ve dava dışı şirket arasında imzalanan 06.08.2002 tarihli protokole göre davacının davalıya 255.000 USD borçlu olduğu, borcunu 30.10.2002 tarihinde kadar ödemeyi taahhüt ettiği, belirtilen tarihe kadar borcun ödenmesi halinde dava konusu taşınmazların davacıya iade edileceğinin kararlaştırıldığı anlaşılmaktadır.
Hemen belirtilmelidir ki; dava konusu ... ada ... parsel sayılı taşınmaz dava dışı şirket adına kayıtlı iken davalıya devredildiği, davacının tapu iptali ve tescil davası yönünden taraf sıfatı bulunmadığı anlaşıldığına göre, bu taşınmaza yönelik davanın reddedilmesi açıklanan gerekçe ile sonucu itibariyle doğrudur. Davacının bu yöne değinen temyiz itirazlarının reddine.
Davacının diğer temyiz itirazlarına gelince;
Bilindiği gibi, taşınmazın aynına ilişkin davalarında, dava konusu taşınmazın gerçek değeri tespit ettirildikten sonra dava harcının buna göre alınması kanun gereğidir. Öyle ise davacıların dava dilekçesinde gösterdikleri tahmini değer mahkemece göz önünde tutulmayarak, keşif sonucu tespit edilecek değer üzerinden alınacak harcın mahkeme tarafından tespiti ile harç noksanı varsa Harçlar Kanunu 30. maddesi uyarınca ikmal ettirmek üzere davacı tarafa süre verilmesi gerekmektedir.
Eldeki davada, dava konusu ... ada ... parselde bulunan 27, 56, 61 ve 81 nolu bağımsız bölümler yönünden keşif yapılmamış, taşınmazların değeri tespit edilerek harç ikmal edilmemiştir.
Öte yandan; inanç sözleşmesi, inananla inanılan arasında yapılan, onların hak ve borçlarını belirleyen, inançlı muamelenin sona erme sebeplerini ve devredilen hakkın, inanılan tarafından inanana geri verme (iade) şartlarını içeren borçlandırıcı bir muameledir. Bu sözleşme, taraflarının hak ve borçlarını kapsayan bağımsız bir akit olup, alacak ve mülkiyetin naklinin hukuki sebebini teşkil eder.
Taraflar böyle bir sözleşme ve buna bağlı işlemle genellikle, teminat teşkil etmek ve iade edilmek üzere, mal varlığına dahil bir şey veya hakkı, aynı amacı güden olağan hukuki muamelelerden daha güçlü bir hukuki durum yaratarak, inanılana inançlı olarak kazandırmak için başvururlar.
Diğer bir anlatımla, bu işlemle borçlu, alacaklısına malını rehin edecek, yani yalnızca sınırlı ayni bir hak tanıyacak yerde, malının mülkiyetini geçirerek rehin hakkından daha güçlü, daha ileri giden bir hak tanır.
Sözleşmenin ve buna bağlı temlikin, değinilen bu özellikleri nedeniyle, taşınmazı inanç sözleşmesi ile satan kimsenin artık sadece, ödünç almış olduğu parayı geri vererek taşınmazını kendisine temlik edilmesini istemek yolunda bir alacak hakkı; taşınmazı, inanç sözleşmesi ile alan kimsenin de borcun ödenmesi gününe kadar taşınmazı başkasına satmamak ve borç ödenince de geri vermek yolunda yalnızca bir borcu kalmıştır.
Diğer bir bakış açısıyla taşınmazın mülkiyeti inanılana (alacaklıya) geçmiştir. Taşınmazda inanarak satanın (borçlu) mülkiyet hakkı kalmadığı gibi, alıcının bu mülkiyet hakkı üzerinde kurulmuş olan bir rehin hakkından da söz edilemez.
Bu durumda; gayrimenkul rehni bakımından geçerliliği olan 4721 s. Türk Medeni Kanununun (TMK) 873. maddesinin inanç sözleşmelerine dayalı temlike konu taşınmazlar bakımından uygulama yeri olmadığı da kuşkusuzdur. Nitekim bu düşünce Hukuk Genel kurulunun 23.5.1990 gün ve l990/1-202-315 sayılı kararında da aynen benimsenmiştir.
Bilindiği gibi, inanç sözleşmeleri, tarafların karşılıklı iradelerine uygun bulunduğu için, onlara karşılıklı borç yükleyen ve alacak hakkı veren geçerli sözleşmelerdir. (6098 s. Türk Borçlar Kanununun (TBK) 97. m.) Anılan sözleşmelerde, taraflar, sözleşmenin kendilerine yüklediği hak ve borçları belirlerken, inançlı işlemin sona erme sebeplerini; devredilen hakkın inanılan tarafından inanana iade şartlarını, bu arada tabii ki süresini de belirleyebilirler. Bunun dışında, akde aykırı davranışın yaptırımına da sözleşmelerinde yer verebilirler. Buna dair akit hükümleri de TBK"nin 26 ve 27. maddelerine aykırılık teşkil etmediği sürece geçerli sayılır.
İnanç sözleşmesine ve buna bağlı işlemle alacaklı olan taraf, ödeme günü gelince alacağını elde etmek için dilerse; teminat için temlik edilen şeyi “ ifa uğruna edim “ olarak kendisinde alıkoyabileceği gibi; o şeyi, açık artırma yoluyla veya serbestçe satıp satış bedelinden alma yoluna da başvurabilir. Bu sonuçlar kendine özgü bu akdin tabiatında mevcuttur. Sözleşme ile öngörülen ifa süresi içerisinde, sırf sözleşmeyi imkansız kılmak amacıyla muvazaalı olarak yapılan temliklerin yasal koruma altında tutulamayacağı izahtan varestedir. Meri hukuk sistemimizde her hangi bir düzenleme olmamasına karşın, inanç sözleşmelerinin yukarıda değinilen ilkeler çerçevesinde uygulama yeri bulan kendine özgü bir müessese olduğu, öğreti ve uygulamada kabul edilegelen bir olgudur.
İnanç sözleşmelerinin tarafları arasında, onların gerçek iradelerini ve akitten amaçladıklarını yansıtması bakımından geçerli olduğu;taraflarına Borçlar Kanunu çerçevesinde nispi haklarını talep etme olanağını verdiği tartışmasızdır.
Burada üzerinde durulması gereken husus,taşınmaz mallar yada şekle bağlı akitlerde inanç sözleşmelerinin ne gibi hukuki sonuç doğuracağıdır. Diğer bir anlatımla,sözleşmede öngörülen koşulların gerçekleşmesi halinde, taşınmaz mülkiyetinin naklinin sebebini oluşturup oluşturulamayacağıdır.
Bilindiği üzere; uygulamada mesele, 5.2.1947 tarih 20/6 sayılı İçtihadı Birleştirme kararı ile ilişkilendirilip, bu karar dayanak yapılmak suretiyle çözüme gidilmektedir.
Söz konusu kararda; eski hukuka göre mümkün ve geçerli olan muvazaa ve nam-ı müstear iddialarının, Medeni Kanunun yürürlüğünden sonra taşınmaz mallar hakkında dinlenip dinlenemeyeceği tartışılmıştır.
Anılan kararda; çeşitli sebep ve amaçlarla bir taşınmaz kaydına gerçek malik yerine başka bir nam ve bir sözleşmede akitlerden biri yerine üçüncü bir şahsın gösterilmesinin mümkün olduğu, bu gibi hallerde vekilin kendi namına ve müvekkili hesabına yaptığı tasarruflarda olduğu gibi hukuki bir durum veya herhangi bir maksatla üçüncü şahıslardan gerçeği gizleme gayesi güdülebileceği, “kötüniyetli ve haksız gizlemeler” dışında, belirtilen olasılıklara göre açılacak bir davanın, gerçekten, ya mevcut bir hakka dayanarak bir el değiştirme veya bir hakkın korunması niteliğini taşıyacağı; bu durumun da, temsil ve vekalet ilişkisinde, mülkiyette halefiyet esası olarak kabul edilmiş bir husus olup, halefiyeti düzeltme amacıyla öncelikle mülkiyetin vekile aidiyeti düşünülse bile, temsil hükümlerine aykırı olduğundan bunun korunması ve devamına hükmolunamayacağı, zira TBK"nin 509. maddesindeki “Vekilin, kendi adına ve vekâlet veren hesabına gördüğü işlerden doğan üçüncü kişilerdeki alacağı, vekâlet verenin vekile karşı bütün borçlarını ifa ettiği anda, kendiliğinden vekâlet verene geçer.” hükmünün bu düşünceyi doğruladığı, öte yandan gerek taşınır, gerek taşınmaz mallara ilişkin olsun nam-ı müstear hadiselerinde, meselenin bir istihkak ve mülkiyet davası niteliğini geçemeyeceğinden, ne resmi senet, ne de şekil meselesinin bahse konu olamayacağı, meselenin akitte ve isimde muvazaayı kapsamına alan TBK"nin 19. maddesi kapsamında düşünülmesinin kanunun amacına uygun düşeceğine, değinildikten sonra sonuçta, nam-ı müstear davalarının dinlenebilir ve yazılı delil ile ispatının mümkün olduğuna, hükmolunmuştur.
İçtihadı Bileştirme kararlarının konularıyla sınırlı, sonuçlarıyla bağlayıcı bulunduğu tartışmasızdır. Nam-ı müstear için düzenleme getiren 1947 tarihli kararın, teminat amacıyla temlike dair inanç sözleşmelerini kapsadığı da kuşkusuzdur. Uygulamada anılan sözleşmeler gerek özü, gerek işleyişi açısından ,genelde muvazaa, özelde ise nam-ı müstear başlıkları altında nitelendirilegelmektedir.
Belirtilen İçtihadı Birleştirme Kararında da değinildiği üzere;inanç sözleşmeleri bir yandan mülkiyeti nakil borcu doğurması bakımından tarafları bağlayıcı, diğer yandan, mülkiyetin naklinin sebebini teşkil etmesi açısından tasarruf işlemlerini bünyesinde barındıran sözleşmelerdir. Bu durumda koşulların oluşması halinde taşınmaz mülkiyetini nakil özelliğini taşıdığı kabul edilmelidir.
İçtihadı Birleştirme kararının sonuç bölümünde ifade olunduğu üzere, inançlı işleme dayalı olup dinlenilirliği kabul edilen iddiaların ispatı, şekle bağlı olmayan yazılı delildir. İnanç sözleşmesi olarak adlandırılan bu belgenin sözleşmeye taraf olanların ya da inanılanın imzasını içermesi gereklidir. Bunun dışındaki bir kabul, hem İçtihadı Birleştirme kararının kapsamının genişletilmesi, hem de taşınmazların tapu dışı satışlarına olanak sağlamak anlamını taşıyacağından kendine özgü bu sözleşmelerle bağdaştırılamaz.
Somut olayda, taraflar arasında düzenlenen 06.08.2002 tarihli sıhhati konusunda taraflar yönünden çekişme bulunmayan belgenin 5.2.1947 tarih ve 20/6 Sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı gereğince inançlı işlemin belgesi olduğu tartışmasızdır.
Hâl böyle olunca; dava konusu taşınmazlar başında keşif yapılarak Harçlar Kanun 16. madde uyarınca dava değerinin belirlenmesi ve belirlenen değer üzerinden eksik harcın tamamlanması için davacıya süre verilmesi, davada ileri sürülen inançlı işlem iddiasının gerçekleşmiş olduğu kabul edilerek, 6098 sayılı TBK’nin 97. maddesi hükmü de gözetilip yanlar arasındaki alacak ve borç miktarının saptanması, aynı borçtan kaynaklanan icra takip dosyası gözetilmek suretiyle mükerrer ödemeye sebebiyet verilmeksizin belirlenerek borcun davacı tarafından davalıya ödenmek üzere depo edilmesi konusunda davacıya önel verilmesi, bu husus yerine getirildiğinde sonucuna göre bir karar verilmesi gerekirken, değinilen hususlar göz ardı edilerek yazılı şekilde karar verilmiş olması doğru değildir.
Davacının bu yöne değinen temyiz itirazlarının kabulü ile, hükmün (6100 sayılı Yasanın geçici 3.maddesi yollaması ile) 1086 sayılı HUMK"un 428. maddesi gereğince BOZULMASINA, 24.12.2009 tarihinde yürürlüğe giren Avukatlık Asgari Ücret Tarifesi gereğince gelen temyiz eden vekili için 750,00 TL duruşma vekâlet ücretinin temyiz edilenden alınmasına, alınan peşin harcın temyiz edene geri verilmesine, kararın tebliğinden itibaren 15 gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere,
21/10/2021 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.