Esas No: 2016/13714
Karar No: 2020/1988
Karar Tarihi: 01.06.2020
Yargıtay 1. Hukuk Dairesi 2016/13714 Esas 2020/1988 Karar Sayılı İlamı
"İçtihat Metni"
MAHKEMESİ:ASLİYE HUKUK MAHKEMESİ
DAVA TÜRÜ: TAPU İPTALİ VE TESCİL-BEDEL
Taraflar arasında görülen tapu iptali ve tescil, bedel davası davası sonunda yerel mahkemece davanın reddine ilişkin olarak verilen karar davacı vekili tarafından yasal süre içerisinde temyiz edilmiş olmakla dosya incelendi, Tetkik Hakimi ...’un raporu okundu, açıklamaları dinlendi, gereği görüşülüp düşünüldü.
KARAR-
Dava, inançlı işlem hukuksal nedenine dayalı tapu iptali ve tescil olmazsa bedel isteğine ilişkindir.
Davacı, çekişme konusu 5 parsel sayılı taşınmazdaki 23 numaralı bağımsız bölümünü kredi temini amacıyla 22.04.2008 tarihinde davalı ..."e devrettiğini, bankadan 75.000,00 TL tutarında kredi çekildiğini, kredi taksitlerinin ödenmesi ile borç bittiğinde taşınmazın tekrar kendisine devredileceği konusunda davalı ... ile anlaştıklarını, borcun büyük kısmının ödendiğini, içinde bulunduğu mali güçlük nedeniyle kalan taksit ödemelerini aksattığını, davalı ..."in kalan kredi borcunu kapattığını, ödediği bedelin karşılanacağı bildirilmesine rağmen davalının taşınmazı devretmek istemediğini, aralarındaki inanç sözleşmesine aykırı hareket ettiğini ileri sürerek, tapu kaydının iptali ile adına tesciline, olmazsa taşınmaz bedelinin davalıdan tahsiline karar verilmesini istemiştir.
Davalı, davacı ile aralarında inanç sözleşmesi yapıldığına dair yazılı bir delil bulunmadığını, taşınmazı bedeli karşılığında 185.000,00 TL"ye satın aldığını, satış bedelini elden ödediğini, davacı ve eşini zor durumdan kurtarmak için, iyiniyetli olarak 75.000,00 TL tutarında kredi çektiğini, kredi taksitlerinin bir kısmının davacı tarafından ödendiğini, kalan taksitlerin ödenmemesi üzerine hakkında icra takibi başlatıldığını ve dosya masrafları da dahil kalan borcu kendisinin kapattığını, zarara uğradığını belirterek davanın reddini savunmuştur.Mahkemece, davacının iddiasını yazılı delil veya delil başlangıcı ile ispatlayamadığı ve davalıdan bir alacağı bulunmadığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir. Dosya içeriği ve toplanan delillerden; davacının çekişme konusu 23 numaralı bağımsız bölümünü 22.04.2008 tarihinde 9399 yevmiye numaralı resmi akit ile davalı ..."e satış suretiyle temlik ettiği, davalının Halkbankası"ndan aynı tarih olan 22.04.2008"de 75.000,00 TL bedelli konut kredisi çektiği ve 9409 yevmiye numaralı resmi akit ile dava konusu taşınmazın ipotek edildiği, davacı tarafından kredi borcunun ödemelerini yaptığını iddia ettiği kısma ilişkin 26 adet ödeme dekontu sunulduğu, bu ödemelerin 23.05.2008 tarihinde başladığı ve 13.04.2011 tarihine kadar sürdüğü, tamamının davalı ... adına yapıldığı, toplam ödeme miktarının ise 43.261,36 TL olduğu, borcun kalanı içinse ... 1. İcra Müdürlüğü"nün 2013/1416 Esas sayılı dosyası ile dava dışı Halkbankası tarafından ipoteğe dayanılarak takip yapıldığı, davalı ... tarafından borcun haricen ödendiği, borcun bir kısmının davacı tarafından ödendiğinin davalının da kabulünde olduğu anlaşılmaktadır.Bilindiği üzere; inanç sözleşmesi, inananla inanılan arasında yapılan, onların hak ve borçlarını belirleyen, inançlı muamelenin sona erme sebeplerini ve devredilen hakkın, inanılan tarafından inanana geri verme (iade) şartlarını içeren borçlandırıcı bir muameledir. Bu sözleşme, taraflarının hak ve borçlarını kapsayan bağımsız bir akit olup, alacak ve mülkiyetin naklinin hukuki sebebini teşkil eder. Taraflar böyle bir sözleşme ve buna bağlı işlemle genellikle, teminat teşkil etmek ve iade edilmek üzere, mal varlığına dahil bir şey veya hakkı, aynı amacı güden olağan hukuki muamelelerden daha güçlü bir hukuki durum yaratarak, inanılana inançlı olarak kazandırmak için başvururlar.Diğer bir anlatımla, bu işlemle borçlu, alacaklısına malını rehin edecek, yani yalnızca sınırlı ayni bir hak tanıyacak yerde, malının mülkiyetini geçirerek rehin hakkından daha güçlü, daha ileri giden bir hak tanır. Sözleşmenin ve buna bağlı temlikin, değinilen bu özellikleri nedeniyle, taşınmazı inanç sözleşmesi ile satan kimsenin artık sadece, ödünç almış olduğu parayı geri vererek taşınmazını kendisine temlik edilmesini istemek yolunda bir alacak hakkı; taşınmazı, inanç sözleşmesi ile alan kimsenin de borcun ödenmesi gününe kadar taşınmazı başkasına satmamak ve borç ödenince de geri vermek yolunda yalnızca bir borcu kalmıştır.Diğer bir bakış açısıyla taşınmazın mülkiyeti inanılana (alacaklıya) geçmiştir. Taşınmazda inanarak satanın (borçlu) mülkiyet hakkı kalmadığı gibi, alıcının bu mülkiyet hakkı üzerinde kurulmuş olan bir rehin hakkından da söz edilemez. Bu durumda; gayrimenkul rehni bakımından geçerliliği olan 4721 s. Türk Medeni Kanununun (TMK) 873. maddesinin inanç sözleşmelerine dayalı temlike konu taşınmazlar bakımından uygulama yeri olmadığı da kuşkusuzdur. Nitekim bu düşünce Hukuk Genel kurulunun 23.05.1990 gün ve l990/1-202-315 sayılı kararında da aynen benimsenmiştir.Bilindiği gibi, inanç sözleşmeleri, tarafların karşılıklı iradelerine uygun bulunduğu için, onlara karşılıklı borç yükleyen ve alacak hakkı veren geçerli sözleşmelerdir. (818 s. Borçlar Kanunu 818 s. Borçlar Kanununun (BK). m.; 6098 s. Türk Borçlar Kanununun (TBK) 97. m.) Anılan sözleşmelerde, taraflar, sözleşmenin kendilerine yüklediği hak ve borçları belirlerken, inançlı işlemin sona erme sebeplerini; devredilen hakkın inanılan tarafından inanana iade şartlarını, bu arada tabii ki süresini de belirleyebilirler. Bunun dışında, akde aykırı davranışın yaptırımına da sözleşmelerinde yer verebilirler. Buna dair akit hükümleri de TBK"nin 26 ve 27. maddelerine aykırılık teşkil etmediği sürece geçerli sayılır.
İnanç sözleşmesine ve buna bağlı işlemle alacaklı olan taraf, ödeme günü gelince alacağını elde etmek için dilerse; teminat için temlik edilen şeyi “ ifa uğruna edim “ olarak kendisinde alıkoyabileceği gibi; o şeyi, açık artırma yoluyla veya serbestçe satıp satış bedelinden alma yoluna da başvurabilir. Bu sonuçlar kendine özgü bu akdin tabiatında mevcuttur. Sözleşme ile öngörülen ifa süresi içerisinde, sırf sözleşmeyi imkansız kılmak amacıyla muvazaalı olarak yapılan temliklerin yasal koruma altında tutulamayacağı izahtan varestedir. Meri hukuk sistemimizde her hangi bir düzenleme olmamasına karşın, inanç sözleşmelerinin yukarıda değinilen ilkeler çerçevesinde uygulama yeri bulan kendine özgü bir müessese olduğu, öğreti ve uygulamada kabul edilegelen bir olgudur.
İnanç sözleşmelerinin tarafları arasında, onların gerçek iradelerini ve akitten amaçladıklarını yansıtması bakımından geçerli olduğu; taraflarına Borçlar Kanunu çerçevesinde nispi haklarını talep etme olanağını verdiği tartışmasızdır.Burada üzerinde durulması gereken husus, taşınmaz mallar yada şekle bağlı akitlerde inanç sözleşmelerinin ne gibi hukuki sonuç doğuracağıdır. Diğer bir anlatımla,sözleşmede öngörülen koşulların gerçekleşmesi halinde, taşınmaz mülkiyetinin naklinin sebebini oluşturup oluşturmayacağıdır.Bilindiği üzere; uygulamada mesele, 05.02.1947 tarih 20/6 sayılı İçtihadı Birleştirme kararı ile ilişkilendirilip, bu karar dayanak yapılmak suretiyle çözüme gidilmektedir.Söz konusu kararda; eski hukuka göre mümkün ve geçerli olan muvazaa ve nam-ı müstear iddialarının, Medeni Kanunun yürürlüğünden sonra taşınmaz mallar hakkında dinlenip dinlenemeyeceği tartışılmıştır.Anılan kararda; çeşitli sebep ve amaçlarla bir taşınmaz kaydına gerçek malik yerine başka bir nam ve bir sözleşmede akitlerden biri yerine üçüncü bir şahsın gösterilmesinin mümkün olduğu, bu gibi hallerde vekilin kendi namına ve müvekkili hesabına yaptığı tasarruflarda olduğu gibi hukuki bir durum veya herhangi bir maksatla üçüncü şahıslardan gerçeği gizleme gayesi güdülebileceği, “kötüniyetli ve haksız gizlemeler” dışında,belirtilen olasılıklara göre açılacak bir davanın, gerçekten, ya mevcut bir hakka dayanarak bir el değiştirme veya bir hakkın korunması niteliğini taşıyacağı; bu durumun da, temsil ve vekalet ilişkisinde, mülkiyette halefiyet esası olarak kabul edilmiş bir husus olup, halefiyeti düzeltme amacıyla öncelikle mülkiyetin vekile aidiyeti düşünülse bile, temsil hükümlerine aykırı olduğundan bunun korunması ve devamına hükmolunamayacağı, zira TBK"nin 509. maddesindeki “Vekilin, kendi adına ve vekâlet veren hesabına gördüğü işlerden doğan üçüncü kişilerdeki alacağı, vekâlet verenin vekile karşı bütün borçlarını ifa ettiği anda, kendiliğinden vekâlet verene geçer.” hükmünün bu düşünceyi doğruladığı, öte yandan gerek taşınır, gerek taşınmaz mallara ilişkin olsun nam-ı müstear hadiselerinde, meselenin bir istihkak ve mülkiyet davası niteliğini geçemeyeceğinden, ne resmi senet, ne de şekil meselesinin bahse konu olamayacağı, meselenin akitte ve isimde muvazaayı kapsamına alan TBK"nin 19.maddesi kapsamında düşünülmesinin kanunun amacına uygun düşeceğine, değinildikten sonra sonuçta, nam-ı müstear davalarının dinlenebilir ve yazılı delil ile ispatının mümkün olduğuna, hükmolunmuştur.İçtihadı Bileştirme kararlarının konularıyla sınırlı, sonuçlarıyla bağlayıcı bulunduğu tartışmasızdır. Nam-ı müstear için düzenleme getiren 1947 tarihli kararın, teminat amacıyla temlike dair inanç sözleşmelerini kapsadığı da kuşkusuzdur. Uygulamada anılan sözleşmeler gerek özü, gerek işleyişi açısından, genelde muvazaa, özelde ise nam-ı müstear başlıkları altında nitelendirilegelmektedir.Belirtilen İçtihadı Birleştirme Kararında da değinildiği üzere;inanç sözleşmeleri bir yandan mülkiyeti nakil borcu doğurması bakımından tarafları bağlayıcı, diğer yandan, mülkiyetin naklinin sebebini teşkil etmesi açısından tasarruf işlemlerini bünyesinde barındıran sözleşmelerdir. Bu durumda koşulların oluşması halinde taşınmaz mülkiyetini nakil özelliğini taşıdığı kabul edilmelidir.
İçtihadı Birleştirme kararının sonuç bölümünde ifade olunduğu üzere, inançlı işleme dayalı olup dinlenilirliği kabul edilen iddiaların ispatı, şekle bağlı olmayan yazılı delildir. İnanç sözleşmesi olarak adlandırılan bu belgenin sözleşmeye taraf olanların imzasını içermesi gereklidir. Bunun dışındaki bir kabul, hem İçtihadı Birleştirme kararının kapsamının genişletilmesi, hemde taşınmazların tapu dışı satışlarına olanak sağlamak anlamını taşıyacağından kendine özgü bu sözleşmelerle bağdaştırılamaz.Bilindiği üzere, 05.02.1947 tarih ve 20/6 sayılı İBK uyarınca inançlı işlem iddiasının yazılı delille kanıtlanması gerekmektedir.Öte yandan HMK’nın 199. maddesinde; "Uyuşmazlık konusu vakıaları ispata elverişli yazılı veya basılı metin, senet, çizim, plan, kroki, fotoğraf, film, görüntü veya ses kaydı gibi veriler ile elektronik ortamdaki veriler ve bunlara benzer bilgi taşıyıcıları bu Kanuna göre belgedir." hükmü, aynı kanunun 202. maddesinde de; "(1) Senetle ispat zorunluluğu bulunan hâllerde delil başlangıcı bulunursa tanık dinlenebilir. (2) Delil başlangıcı, iddia konusu hukuki işlemin tamamen ispatına yeterli olmamakla birlikte, söz konusu hukuki işlemi muhtemel gösteren ve kendisine karşı ileri sürülen kimse veya temsilcisi tarafından verilmiş veya gönderilmiş belgedir." hükmü düzenlenmiştir.Anılan düzenlemelere göre, taraflar arasında inanç sözleşmesinin varlığına ilişkin yazılı bir delil bulunmadığı anlaşılmaktadır.Esasen bu husus mahkemenin de kabulündedir.
Somut olayda, dava konusu 23 numaralı bağımsız bölümün davalıya devrinden sonra, davalı tarafından dava konusu taşınmaz üzerine ipotek koyulmak suretiyle çekilen kredi borçlarının bir kısmının ödemelerini davacı taraf bankaya yatırmış olup, buna ilişkin kayıtlarda dosyaya dahil edilmiştir. Davacı tarafından yapılan bu bir kısım ödemeler davalının da kabulündedir. Buna göre taraflar arasında inanç sözleşmesini yazılı delili olmasa da HMK"nın 202. maddesi kapsamında delil başlangıcı bulunduğu kuşkusuzdur. Böyle bir durumda HMK"nın 203. maddesi uyarınca tanıkla hukuki ilişkinin ispatı mümkündür.Ne var ki, mahkemece bu yön üzerinde durulmadan yazılı delili bulunmadığı gerekçesiyle davanın reddedilmesi hatalı olmuştur. Hemen belirtmek gerekir ki, 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu"nun 97. maddesinde; “karşılıklı borç yükleyen bir sözleşmenin ifası isteminde bulunan tarafın, sözleşmenin koşullarına ve özelliklerine göre daha sonra ifa etme hakkı olmadıkça, kendi borcunu ifa etmiş ya da ifasını önermiş olması gerekir” hükmü öngörülmüştür. Buna göre davacının karşılıklı edimleri içeren inanç sözleşmesine dayanarak taşınmazın tapu kaydının iptalini ve adına tescilini isteyebilmesi için TBK."nin 97. maddesi hükmü gereğince öncelikle kendi edimini yerine getirmesi zorunludur.Hal böyle olunca; taraf tanıklarının dinlenmesi, inanç sözleşmesinin varlığı tespit edildiği takdirde davacı tarafın yaptığı bütün ödemelerin gerektiğinde bilirkişi incelemesi yapılarak belirlenmesi, bundan sonra TBK."nın 97. maddesi gereği davacıya borcun ödemediği miktarını mahkeme veznesine depo etmesi için süre verilmesi, depo edildiği taktirde bu paranın davalıya ödenmesi koşulu ile tapu kaydının iptali ile davacı adına tesciline karar verilmesi, inanç sözleşmesinin varlığı bu deliller ile ispat edilemediği takdirde tarafların yemin deliline de dayandığı gözetilerek sonucuna göre bir karar verilmesi gerekirken yazılı şekilde karar verilmesi doğru değildir.Kabule göre de; HMK."nun 266. maddesi uyarınca ""Mahkeme, çözümü hukuk dışında, özel veya teknik bilgiyi gerektiren hâllerde, taraflardan birinin talebi üzerine yahut kendiliğinden, bilirkişinin oy ve görüşünün alınmasına karar verir. Ancak genel bilgi veya tecrübeyle ya da hâkimlik mesleğinin gerektirdiği hukukî bilgiyle çözümlenmesi mümkün olan konularda bilirkişiye başvurulamaz. ""
6754 sayılı Bilirkişilik Kanunu"nun 3. maddesinin 2. fıkrasında ise; ""Bilirkişi, raporunda çözümü uzmanlığı, özel veya teknik bilgiyi gerektiren hususlar dışında açıklama yapamaz; hukuki nitelendirme ve değerlendirmelerde bulunamaz."" hükmü yer almakta olup;anılan maddenin 3. fıkrasında da; ""Genel bilgi veya tecrübeyle ya da hâkimlik mesleğinin gerektirdiği hukuki bilgiyle çözümlenmesi mümkün olan konularda bilirkişiye başvurulamaz."" hükmüne yer verilmiştir.Ne varki, eldeki davada, bilirkişi heyeti yetkilerini aşarak raporlarında hakimin kararını etkileyecek biçimde hukuki nitelendirme yapmışlardır. Mahkemece bu yönün gözetilmemesi de hatalıdır.Davacının yerinde bulunan temyiz itirazlarının kabulü ile, hükmün açıklanan nedenlerden ötürü (6100 sayılı Yasanın geçici 3.maddesi yollaması ile) 1086 sayılı HUMK"un 428.maddesi gereğince BOZULMASINA, alınan peşin harcın temyiz edene geri verilmesine, 01.06.2020 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
Bu alandan sadece bu kararla ilintili POST üretebilirsiniz. Bu karardan bağımsız tamamen kendinize özel POST üretmek için TIKLAYINIZ
Sayın kullanıcılarımız, siteden kaldırılmasını istediğiniz karar için veya isim düzeltmeleri için bilgi@abakusyazilim.com.tr adresine mail göndererek bildirimde bulunabilirsiniz.