1. Hukuk Dairesi 2018/5598 E. , 2020/4557 K.
"İçtihat Metni"MAHKEMESİ :ASLİYE HUKUK MAHKEMESİ
DAVA TÜRÜ : TAPU İPTALİ VE TESCİL
Taraflar arasında görülen tapu iptali ve tescil davası sonunda, yerel mahkemece davanın reddine ilişkin olarak verilen karar davacı tarafından yasal süre içerisinde temyiz edilmiş olmakla dosya incelendi, Tetkik Hakimi ..."ın raporu okundu, açıklamaları dinlendi, gereği görüşülüp düşünüldü;
-KARAR-
Dava, inançlı işlem ve muvazaa hukuksal nedenlerine dayalı tapu iptali ve tescil isteğine ilişkindir.
Davacı, ... ili ...r ilçesi Anıtlı köyü 108 Ada 154 Parsel sayılı taşınmazının tamamını davalı ..."a tapuda devrettiğini, davalı ile yaptığı ‘’muvazaa anlaşması’’ başlıklı sözleşme gereğince dava konusu taşınmaza yapılacak seranın tamamlanmasından sonra davalı ...’in bu parselin 1/2 payını geri devredeceğinin kararlaştırıldığını ancak davalı ...’in dava konusu taşınmazın tamamını kardeşi ..."a devrettiğini ileri sürerek, dava konusu taşınmazın 1/2 payının iptali ile adına tesciline karar verilmesini istemiştir.
Davalı ..., taşınmazın 1/2 payını bedeli karşılığında, geri kalan 1/2 payını ise davacı ile aralarında yaptıkları anlaşma ile belirlenen koşullarda davacıdan satın aldığını, davacının anlaşma gereklerini yerine getirmediği gibi adi ortaklık tarafından yaptırılacak serayı da banka kredisi kullanmak suretiyle kendisinin yaptırdığını, anlaşma gereği kendisine ödenmesi gereken paranın ödenmediğini, kullandığı krediyi ödeyemez duruma geldiği için dava konusu taşınmazı diğer davalı kardeşine satmak zorunda kaldığını belirterek davanın reddini savunmuş; davalı ... ise dava konusu taşınmazı 2010 yılında 250.000,00 TL bedel karşılığında davalı ...’den satın aldığını belirterek davanın reddini savunmuştur.
Mahkemece; davacının kendi muvazaasının sonuçlarından yararlanmasının hakkın kötüye kullanılması niteliğinde bulunduğu gerekçesiyle davanın reddine ilişkin olarak verdiği karar, Dairece; “...çekişme konusu 108 Ada 154 Parsel sayılı taşınmazın tamamı davacı ... adına kayıtlı iken 01.03.2007 tarihinde davalı ...’a satış yoluyla temlik edildiği, davacının borç ilişkisinin kaynağını kendisinin ve davalının imzasını taşıyan "Muvazaa Anlaşması"" başlıklı belgeye dayandırdığı anlaşılmaktadır. Dosya kapsamına ve incelenen delillere göre, inançlı işlem olgusunun varlığı imzası inkar edilmeyen ve kabul edilen ‘’Muvazaa Anlaşması’’ başlıklı belge ile sabittir. Bir başka deyişle, borç ihtilafsızdır. Ancak, davacının karşılıklı edimler içeren inanç sözleşmesine dayanarak taşınmazın tapu kaydının iptali ile adına tescilini isteyebilmesi için 6098 sayılı TBK"nin 97 maddesi uyarınca öncelikle kendi edimlerini yerine getirmesi zorunludur. Ne var ki, davacının sözleşme kapsamına göre belirlenmiş edimlerini yerine getirip getirmediği noktasında hükme yeterli bir araştırma yapılmamıştır. Hâl böyle olunca; öncelikle ‘’muvazaa anlaşması’’ başlıklı sözleşmenin iddia ve deliller ile yukarıda açıklanan ilkeler doğrultusunda değerlendirilmesi, daha sonra iddiaların sabit görülmesi halinde son kayıt maliki davalı ...’ın iktisabının iyiniyetli olup olmadığı ve TMK"nin 1023. maddesinin koruyuculuğundan yararlanıp yararlanmayacağının araştırılması ve sonucuna göre karar verilmesi gerekirken anılan hususların gözardı edilmiş olması doğru değildir...” gerekçesiyle bozulmuş, mahkemece bozma ilamına uyularak yapılan yargılama sonucunda, kayıt maliki olmadığı gerekçesi ile ... yönünden husumet yokluğu nedeniyle, diğer davalı ... yönünden ise iddianın ispatlanamadığı gerekçesi ile davanın reddine karar verilmiştir.
Dosya içeriği ve toplanan delillerden; davacı ...’ın maliki olduğu 108 ada 154 parsel sayılı taşınmazını 01.03.2007 tarihinde davalı ...’a, ...’in de 19.02.2010 tarihinde diğer davalı kardeşi ...’a satış suretiyle devrettiği sabittir.
Bilindiği üzere; inanç sözleşmesi, inananla inanılan arasında yapılan, onların hak ve borçlarını belirleyen, inançlı muamelenin sona erme sebeplerini ve devredilen hakkın, inanılan tarafından inanana geri verme (iade) şartlarını içeren borçlandırıcı bir muameledir. Bu sözleşme, taraflarının hak ve borçlarını kapsayan bağımsız bir akit olup, alacak ve mülkiyetin naklinin hukuki sebebini teşkil eder.
Taraflar böyle bir sözleşme ve buna bağlı işlemle genellikle, teminat teşkil etmek ve iade edilmek üzere, mal varlığına dahil bir şey veya hakkı, aynı amacı güden olağan hukuki muamelelerden daha güçlü bir hukuki durum yaratarak, inanılana inançlı olarak kazandırmak için başvururlar.
Diğer bir anlatımla, bu işlemle borçlu, alacaklısına malını rehin edecek, yani yalnızca sınırlı ayni bir hak tanıyacak yerde, malının mülkiyetini geçirerek rehin hakkından daha güçlü, daha ileri giden bir hak tanır.
Sözleşmenin ve buna bağlı temlikin, değinilen bu özellikleri nedeniyle, taşınmazı inanç sözleşmesi ile satan kimsenin artık sadece, ödünç almış olduğu parayı geri vererek taşınmazını kendisine temlik edilmesini istemek yolunda bir alacak hakkı; taşınmazı, inanç sözleşmesi ile alan kimsenin de borcun ödenmesi gününe kadar taşınmazı başkasına satmamak ve borç ödenince de geri vermek yolunda yalnızca bir borcu kalmıştır.
Diğer bir bakış açısıyla taşınmazın mülkiyeti inanılana (alacaklıya) geçmiştir. Taşınmazda inanarak satanın (borçlu) mülkiyet hakkı kalmadığı gibi, alıcının bu mülkiyet hakkı üzerinde kurulmuş olan bir rehin hakkından da söz edilemez.
Bu durumda; gayrimenkul rehni bakımından geçerliliği olan 4721 s. Türk Medeni Kanununun (TMK) 873. maddesinin inanç sözleşmelerine dayalı temlike konu taşınmazlar bakımından uygulama yeri olmadığı da kuşkusuzdur. Nitekim bu düşünce Hukuk Genel kurulunun 23.05.1990 gün ve l990/1-202-315 sayılı kararında da aynen benimsenmiştir.
Bilindiği gibi, inanç sözleşmeleri, tarafların karşılıklı iradelerine uygun bulunduğu için, onlara karşılıklı borç yükleyen ve alacak hakkı veren geçerli sözleşmelerdir. (818 s. Borçlar Kanunu 818 s. Borçlar Kanununun (BK). m.; 6098 s. Türk Borçlar Kanununun (TBK) 97. m.) Anılan sözleşmelerde, taraflar, sözleşmenin kendilerine yüklediği hak ve borçları belirlerken, inançlı işlemin sona erme sebeplerini; devredilen hakkın inanılan tarafından inanana iade şartlarını, bu arada tabii ki süresini de belirleyebilirler. Bunun dışında, akde aykırı davranışın yaptırımına da sözleşmelerinde yer verebilirler. Buna dair akit hükümleri de TBK"nin 26 ve 27. maddelerine aykırılık teşkil etmediği sürece geçerli sayılır.
İnanç sözleşmesine ve buna bağlı işlemle alacaklı olan taraf, ödeme günü gelince alacağını elde etmek için dilerse; teminat için temlik edilen şeyi “ ifa uğruna edim “ olarak kendisinde alıkoyabileceği gibi; o şeyi, açık artırma yoluyla veya serbestçe satıp satış bedelinden alma yoluna da başvurabilir. Bu sonuçlar kendine özgü bu akdin tabiatında mevcuttur. Sözleşme ile öngörülen ifa süresi içerisinde, sırf sözleşmeyi imkansız kılmak amacıyla muvazaalı olarak yapılan temliklerin yasal koruma altında tutulamayacağı izahtan varestedir. Meri hukuk sistemimizde her hangi bir düzenleme olmamasına karşın, inanç sözleşmelerinin yukarıda değinilen ilkeler çerçevesinde uygulama yeri bulan kendine özgü bir müessese olduğu, öğreti ve uygulamada kabul edilegelen bir olgudur.
İnanç sözleşmelerinin tarafları arasında, onların gerçek iradelerini ve akitten amaçladıklarını yansıtması bakımından geçerli olduğu; taraflarına Borçlar Kanunu çerçevesinde nispi haklarını talep etme olanağını verdiği tartışmasızdır.
Burada üzerinde durulması gereken husus,taşınmaz mallar yada şekle bağlı akitlerde inanç sözleşmelerinin ne gibi hukuki sonuç doğuracağıdır. Diğer bir anlatımla,sözleşmede öngörülen koşulların gerçekleşmesi halinde, taşınmaz mülkiyetinin naklinin sebebini oluşturup oluşturmayacağıdır.
Bilindiği üzere; uygulamada mesele, 05.02.1947 tarih 20/6 sayılı İçtihadı Birleştirme kararı ile ilişkilendirilip, bu karar dayanak yapılmak suretiyle çözüme gidilmektedir.
Söz konusu kararda; eski hukuka göre mümkün ve geçerli olan muvazaa ve nam-ı müstear iddialarının, Medeni Kanunun yürürlüğünden sonra taşınmaz mallar hakkında dinlenip dinlenemeyeceği tartışılmıştır.
Anılan kararda; çeşitli sebep ve amaçlarla bir taşınmaz kaydına gerçek malik yerine başka bir nam ve bir sözleşmede akitlerden biri yerine üçüncü bir şahsın gösterilmesinin mümkün olduğu, bu gibi hallerde vekilin kendi namına ve müvekkili hesabına yaptığı tasarruflarda olduğu gibi hukuki bir durum veya herhangi bir maksatla üçüncü şahıslardan gerçeği gizleme gayesi güdülebileceği, “kötüniyetli ve haksız gizlemeler” dışında,belirtilen olasılıklara göre açılacak bir davanın, gerçekten, ya mevcut bir hakka dayanarak bir el değiştirme veya bir hakkın korunması niteliğini taşıyacağı; bu durumun da, temsil ve vekalet ilişkisinde, mülkiyette halefiyet esası olarak kabul edilmiş bir husus olup, halefiyeti düzeltme amacıyla öncelikle mülkiyetin vekile aidiyeti düşünülse bile, temsil hükümlerine aykırı olduğundan bunun korunması ve devamına hükmolunamayacağı, zira TBK"nin 509. maddesindeki “Vekilin, kendi adına ve vekâlet veren hesabına gördüğü işlerden doğan üçüncü kişilerdeki alacağı, vekâlet verenin vekile karşı bütün borçlarını ifa ettiği anda, kendiliğinden vekâlet verene geçer.” hükmünün bu düşünceyi doğruladığı, öte yandan gerek taşınır, gerek taşınmaz mallara ilişkin olsun nam-ı müstear hadiselerinde, meselenin bir istihkak ve mülkiyet davası niteliğini geçemeyeceğinden, ne resmi senet, ne de şekil meselesinin bahse konu olamayacağı, meselenin akitte ve isimde muvazaayı kapsamına alan TBK"nin 19.maddesi kapsamında düşünülmesinin kanunun amacına uygun düşeceğine, değinildikten sonra sonuçta, nam-ı müstear davalarının dinlenebilir ve yazılı delil ile ispatının mümkün olduğuna, hükmolunmuştur.
İçtihadı Bileştirme kararlarının konularıyla sınırlı, sonuçlarıyla bağlayıcı bulunduğu tartışmasızdır. Nam-ı müstear için düzenleme getiren 1947 tarihli kararın, teminat amacıyla temlike dair inanç sözleşmelerini kapsadığı da kuşkusuzdur. Uygulamada anılan sözleşmeler gerek özü, gerek işleyişi açısından ,genelde muvazaa, özelde ise nam-ı müstear başlıkları altında nitelendirilegelmektedir.
Belirtilen İçtihadı Birleştirme Kararında da değinildiği üzere;inanç sözleşmeleri bir yandan mülkiyeti nakil borcu doğurması bakımından tarafları bağlayıcı, diğer yandan, mülkiyetin naklinin sebebini teşkil etmesi açısından tasarruf işlemlerini bünyesinde barındıran sözleşmelerdir. Bu durumda koşulların oluşması halinde taşınmaz mülkiyetini nakil özelliğini taşıdığı kabul edilmelidir.
İçtihadı Birleştirme kararının sonuç bölümünde ifade olunduğu üzere, inançlı işleme dayalı olup dinlenilirliği kabul edilen iddiaların ispatı, şekle bağlı olmayan yazılı delildir. İnanç sözleşmesi olarak adlandırılan bu belgenin sözleşmeye taraf olanların imzasını içermesi gereklidir. Bunun dışındaki bir kabul, hem İçtihadı Birleştirme kararının kapsamının genişletilmesi, hemde taşınmazların tapu dışı satışlarına olanak sağlamak anlamını taşıyacağından kendine özgü bu sözleşmelerle bağdaştırılamaz.
Somut olaya gelince; davacı ...’ın maliki olduğu 108 ada 154 parsel sayılı taşınmazın tamamını 01.03.2007 tarihinde davalı ...’a, ...’in de 19.02.2010 tarihinde davalı kardeşi ...’a satış suretiyle devrettiği; davacının borç ilişkisinin kaynağını kendisinin ve davalı ...’in imzasını taşıyan "Muvazaa Anlaşması"" başlıklı belgeye dayandırdığı anlaşılmaktadır. Davacının dayanmış olduğu ve davalı tarafça inkar edilmeyen “Muvazaa Anlaşması”ndan davaya konu taşınmazın ifrazı mümkün olmadığından tamamının davalı ...’e devredildiği, sonradan ifrazı mümkün hale geldiğinde ve talep edildiğinde dava konusu taşınmazın 1/2 payının davacıya devredileceği hususlarında tarafların anlaştıkları sabittir. Diğer yandan, sözleşmenin karşılıklı edimler içermesi nedeniyle davacının edimleri arasında 5 yıl süre ile davalı ...’e her yıl 10.000 TL ödeme yapma yükümlülüğü getirilmiştir.
Ne var ki mahkemece, uyulmasına karar verilen bozma ilamında 6098 sayılı TBK"nin 97. maddesi gereğince işlem yapılmasının gereğine işaret edildiği halde bu hususun göz ardı edilerek davanın reddine karar verilmesi doğru görülmemiştir.
Hal böyle olunca, mahkemece davacının ödemesi gereken miktar tespit edilerek davacıya ödeme yönünde süre verilerek sonucuna göre bir karar verilmesi gerekirken, anılan husus gözardı edilerek hatalı değerlendirme ve gerekçe ile yazılı olduğu üzere hüküm kurulması doğru değildir.
Davacı vekilinin yerinde bulunan temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün (6100 sayılı Yasanın geçici 3.maddesi yollaması ile) 1086 sayılı HUMK"un 428.maddesi gereğince BOZULMASINA, alınan peşin harcın temyiz edene geri verilmesine, 28/09/2020 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.