1. Hukuk Dairesi 2018/3485 E. , 2020/4122 K.
"İçtihat Metni"MAHKEMESİ :ASLİYE HUKUK MAHKEMESİ
DAVA TÜRÜ : TAPU İPTALİ VE TESCİL
Taraflar arasında görülen tapu iptali ve tescil davası sonunda, yerel mahkemece davanın reddine ilişkin olarak verilen karar davacılar vekili tarafından yasal süre içerisinde temyiz edilmiş olmakla dosya incelendi, Tetkik Hakimi ..."nin raporu okundu, açıklamaları dinlendi, gereği görüşülüp düşünüldü;
-KARAR-
Dava, inançlı işlem hukuksal nedenine dayalı tapu iptali ve tescil isteğine ilişkindir.
Davacılar, davalı ile aralarında yaptıkları 04.10.2006 tarihli sözleşme gereğince davalının kendilerine vereceği 217.000 Euro borca teminat olarak dava konusu 2410 ada 5 parsel sayılı taşınmazdaki paylarını davalıya satış suretiyle devrettiklerini, borcun ödenmesi halinde taşınmazın koşulsuz iade edileceğinin kararlaştırıldığını, davalının sözleşmenin aksine 139.000 Euro borç verdiğini, bu paranın 81.000 Eurosunu ödediklerini ancak davalının taşınmazı iade etmediği gibi ortaklığın giderilmesi yoluyla taşınmazın satışını istediğini ileri sürerek tapu iptali ve tescil istemişlerdir.
Davalı, davacıların dayandığı sözleşmeden haberdar olmayıp altındaki imzanın kendisine ait olmadığını, davacıların taşınmazdaki paylarını toplam 217.000,00 Euro ödeyerek satın aldığını belirtip davanın reddini savunmuştur.
Mahkemece, sözleşme koşullarına göre alınan borç paranın davalıya ödendiğinin ispat edilemediği gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir.
Dosya içeriği ve toplanan delillerden; davacıların, dava dışı ... ile paydaş oldukları 2410 ada 5 parsel sayılı taşınmazdaki paylarının tamamını 03.10.2006 tarihinde davalıya satış suretiyle temlik ettikleri, taşınmazda 06.09.2007 tarihinde kat mülkiyetine geçilmesi sonucu oluşan 7 parça bağımsız bölümde davalının paydaş olduğu anlaşılmaktadır.
Bilindiği üzere; inanç sözleşmesi, inananla inanılan arasında yapılan, onların hak ve borçlarını belirleyen, inançlı muamelenin sona erme sebeplerini ve devredilen hakkın, inanılan tarafından inanana geri verme (iade) şartlarını içeren borçlandırıcı bir muameledir.
Bu sözleşme, taraflarının hak ve borçlarını kapsayan bağımsız bir akit olup, alacak ve mülkiyetin naklinin hukuki sebebini teşkil eder.
Taraflar böyle bir sözleşme ve buna bağlı işlemle genellikle, teminat teşkil etmek ve iade edilmek üzere, mal varlığına dahil bir şey veya hakkı, aynı amacı güden olağan hukuki muamelelerden daha güçlü bir hukuki durum yaratarak, inanılana inançlı olarak kazandırmak için başvururlar. Diğer bir anlatımla, bu işlemle borçlu, alacaklısına malını rehin edecek, yani yalnızca sınırlı ayni bir hak tanıyacak yerde, malının mülkiyetini geçirerek rehin hakkından daha güçlü, daha ileri giden bir hak tanır.
Sözleşmenin ve buna bağlı temlikin, değinilen bu özellikleri nedeniyle, taşınmazı inanç sözleşmesi ile satan kimsenin artık sadece, ödünç almış olduğu parayı geri vererek taşınmazını kendisine temlik edilmesini istemek yolunda bir alacak hakkı; taşınmazı, inanç sözleşmesi ile alan kimsenin de borcun ödenmesi gününe kadar taşınmazı başkasına satmamak ve borç ödenince de geri vermek yolunda yalnızca bir borcu kalmıştır.
Uygulamada mesele, 05.02.1947 tarih 20/6 sayılı İçtihadı Birleştirme kararı ile ilişkilendirilip, bu karar dayanak yapılmak suretiyle çözüme gidilmektedir. Söz konusu kararda; eski hukuka göre mümkün ve geçerli olan muvazaa ve nam-ı müstear iddialarının, Medeni Kanunun yürürlüğünden sonra taşınmaz mallar hakkında dinlenip dinlenemeyeceği tartışılmıştır. Anılan kararda; çeşitli sebep ve amaçlarla bir taşınmaz kaydına gerçek malik yerine başka bir nam ve bir sözleşmede akitlerden biri yerine üçüncü bir şahsın gösterilmesinin mümkün olduğu, bu gibi hallerde vekilin kendi namına ve müvekkili hesabına yaptığı tasarruflarda olduğu gibi hukuki bir durum veya herhangi bir maksatla üçüncü şahıslardan gerçeği gizleme gayesi güdülebileceği, “kötüniyetli ve haksız gizlemeler” dışında,belirtilen olasılıklara göre açılacak bir davanın, gerçekten, ya mevcut bir hakka dayanarak bir el değiştirme veya bir hakkın korunması niteliğini taşıyacağı; bu durumun da, temsil ve vekalet ilişkisinde, mülkiyette halefiyet esası olarak kabul edilmiş bir husus olup, halefiyeti düzeltme amacıyla öncelikle mülkiyetin vekile aidiyeti düşünülse bile, temsil hükümlerine aykırı olduğundan bunun korunması ve devamına hükmolunamayacağı, zira TBK"nin 509. maddesindeki “Vekilin, kendi adına ve vekâlet veren hesabına gördüğü işlerden doğan üçüncü kişilerdeki alacağı, vekâlet verenin vekile karşı bütün borçlarını ifa ettiği anda, kendiliğinden vekâlet verene geçer.” hükmünün bu düşünceyi doğruladığı, öte yandan gerek taşınır, gerek taşınmaz mallara ilişkin olsun nam-ı müstear hadiselerinde, meselenin bir istihkak ve mülkiyet davası niteliğini geçemeyeceğinden, ne resmi senet, ne de şekil meselesinin bahse konu olamayacağı, meselenin akitte ve isimde muvazaayı kapsamına alan TBK"nin 19. maddesi kapsamında düşünülmesinin kanunun amacına uygun düşeceğine, değinildikten sonra sonuçta, nam-ı müstear davalarının dinlenebilir ve yazılı delil ile ispatının mümkün olduğuna, hükmolunmuştur.
İçtihadı Bileştirme kararlarının konularıyla sınırlı, sonuçlarıyla bağlayıcı bulunduğu tartışmasızdır. Nam-ı müstear için düzenleme getiren 1947 tarihli kararın, teminat amacıyla temlike dair inanç sözleşmelerini kapsadığı da kuşkusuzdur. Uygulamada anılan sözleşmeler gerek özü,gerek işleyişi açısından,genelde muvazaa, özelde ise nam-ı müstear başlıkları altında nitelendirilegelmektedir. Belirtilen İçtihadı Birleştirme Kararında da değinildiği üzere; inanç sözleşmeleri bir yandan mülkiyeti nakil borcu doğurması bakımından tarafları bağlayıcı, diğer yandan, mülkiyetin naklinin sebebini teşkil etmesi açısından tasarruf işlemlerini bünyesinde barındıran sözleşmelerdir. Bu durumda koşulların oluşması halinde taşınmaz mülkiyetini nakil özelliğini taşıdığı kabul edilmelidir. İçtihadı Birleştirme kararının sonuç bölümünde ifade olunduğu üzere, inançlı işleme dayalı olup dinlenilirliği kabul edilen iddiaların ispatı, şekle bağlı olmayan yazılı delildir. İnanç sözleşmesi olarak adlandırılan bu belgenin sözleşmeye taraf olanların imzasını içermesi gereklidir. Bunun dışındaki bir kabul, hem İçtihadı Birleştirme kararının kapsamının genişletilmesi, hemde taşınmazların tapu dışı satışlarına olanak sağlamak anlamını taşıyacağından kendine özgü bu sözleşmelerle bağdaştırılamaz.
Somut olayda; davacı tarafından ibraz edilen ve davacı ..., davalı ... ile dava dışı ...nin imzasını taşıyan 04.10.2006 tarihli "Sözleşme ve Protokol" başlıklı belgede, davalı ... tarafından davacılardan ..."e sözleşme tarihinde nakit olarak 217.000,00 Euro verildiği, bu paranın...tarafından ..."a 04.10.2007 tarihinde ödeneceği, bir yıllık süre sonunda ödeme tarihinin uzatılabileceği, ödemeler Hakan"a tam ve eksiksiz yapıldığında çekişme konusu 2410 ada 5 parsel sayılı taşınmazın tapusunun Hakan tarafından hiç bir koşul öne sürülmeksizin devredileceği, taşınmazdaki pay sahiplerinin davacılar ...,..,..,..,...,ve Ziyafet olduğu, beyan edilmiştir. Davalı, belirtilen sözleşmedeki imzanın kendisine ait olmadığını ileri sürmüşse de, Kadıköy 6. Sulh Hukuk Mahkemesinin 2008/846 Esas sayılı dosyasında çekişme konusu taşınmazın paydaşları olan eldeki davalı ile dava dışı Asiye arasında görülen ortaklığın giderilmesi davasının 09.10.2008 tarihli duruşmasında, sözleşmedeki imzanın kendisine ait olduğunu kabul etmiştir.
Her ne kadar 04.10.2006 tarihli belge, satış tarihinden bir gün sonra düzenlenmiş olsa da, 05.02.1947 tarih 20/6 sayılı İnançları Birleştirme Kararında belgenin yazılı olmasından başkaca bir şart aranmadığından, inanç sözleşmesinin düzenleme tarihinin işlem tarihinden önce veya sonra olması sonuca etkili değildir ve hakkın elde edilmesini kısıtlamaz. İnançları Birleştirme Kararının başkaca kısıtlamalar veya şekil şartları öngördüğü sonucuna yorum yolu ile de ulaşılamayacağından söz konusu belgenin sözü edilen İnançları Birleştirme Kararına uygun bir ispat vasıtası olduğunun kabulü gerekmekle, taraflar arasındaki 04.10.2006 tarihli sözleşmenin inançlı işlemin belgesi olduğu sabittir. Uyuşmazlık davacıların sözleşme gereğince üzerlerine düşen borçları yerine getirip getirmediği konusunda çıkmaktadır.
Davacının karşılıklı edimler içeren inanç sözleşmesine dayanarak taşınmazın tapu kaydının iptali ile adına tescilini isteyebilmesi için 6098 sayılı Türk Borçlar Yasasının 97. maddesi (818 sayılı Borçlar Yasası"nın 81. maddesi) uyarınca öncelikle kendi edimini yerine getirmesi zorunludur.
Hâl böyle olunca; davada ileri sürülen inançlı işlem iddiasının gerçekleşmiş olduğu kabul edilerek, 6098 sayılı TBK. nun 97. (818 sayılı BK. nun 81.) maddesi hükmü de gözetilip yanlar arasındaki alacak ve borç miktarının açıklıkla saptanması, ödenip ödenmediğinin araştırılması, ödenmemiş ise saptanacak miktarın mahkeme veznesine depo ettirilmesi için önel verilmesi ve bu husus yerine getirildiğinde sonucuna göre bir karar verilmesi gerekirken, değinilen hususlar göz ardı edilerek yazılı şekilde karar verilmiş olması doğru değildir.
Davacılar vekilinin yerinde bulunan temyiz itirazının kabulü ile, hükmün (6100 sayılı Yasanın geçici 3.maddesi yollaması ile) 1086 sayılı HUMK"un 428.maddesi gereğince BOZULMASINA, alınan peşin harcın temyiz edene geri verilmesine, 16/09/2020 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.