Hukuk Genel Kurulu 2017/863 E. , 2018/197 K.
"İçtihat Metni"MAHKEMESİ :Ticaret Mahkemesi
Taraflar arasında görülen “kooperatif tasfiye memurlarının sorumluluğundan kaynaklanan tazminat” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda Ankara 2. Asliye Ticaret Mahkemesince davanın reddine dair verilen 28.06.2012 gün ve 2010/103 E. ve 2012/335 K. sayılı karar davacı vekili tarafından temyiz edilmekle Yargıtay 23. Hukuk Dairesinin 13.03.2013 gün ve 2012/5179 E. Ve 2013/1508 K. sayılı kararı ile:
“…Davacı vekili, müvekkilinin S.S.Yüce Atay Konut Yapı Kooperatifinin arsa karşılığı inşaat sözleşmesi ile yapımını yürüttüğü inşaatta çalışırken 08.08.2000 tarihinde iş kazası geçirerek vücut bütünlüğünü yitirdiğini, bu nedenle doğan zararın giderimi için 07.02.2005 tarihinde Ankara 13. İş Mahkemesi"nin 2005/95 esas sayılı dava dosyasıyla açılan davanın kooperatif ve davalılarca bilinmesine rağmen müvekkilinin alacağının tahsilinin önlenmesi amacıyla kooperatifin 16.05.2005 tarihinde tasfiye kapanışı yapılarak Ticaret Sicilindeki kaydının silindiğini, Kooperatifler Kanunu"nun 98.maddesi yollamasıyla TTK"nın 445 ve 224.maddeleri uyarınca tasfiye memurlarının açılan alacak davası devam ederken tasfiye işlemlerini sonuçlandırıp kooperatifi ticaret sicilinden terkin ettirmelerinin yasaya aykırı ve haksız bir işlem olması nedeniyle doğan zarardan sorumlu olduklarını ileri sürerek müvekkilin oluşan zararından sorumlu olduğunu ileri sürerek, icra takibine konu edilen ve takip tarihi itibariyle 101.202,90 TL olan zararın davalı kooperatif tasfiye memurlarından müştereken ve müteselsilen tahsiline karar verilmesini talep ve dava etmiştir.
Davalılar, Yüce Atay Konut Yapı Kooperatifinin davanın açıldığı tarihte tasfiye halinde olduğunu, inşaatın bitmiş ve ortaklarına teslim edilmiş olup, ferdi mülkiyete geçilmiş olduğunu, halen kooperatifin hükmü şahsiyetinin mevcut olduğunu, alacağın semeresiz kaldığını öne sürmenin mümkün olmadığını, taraflarının tazminatla sorumluluğunu gerektirecek her hangi bir fiillerinin bulunmadığını savunarak, davanın reddini istemişlerdir.
Mahkemece, iddia, savunma ve dosya kapsamına göre, kooperatif ihya kararının 25.02.2008 tarihinde kesinleşmiş olduğu, manevi tazminat istemi ile ilgili birleşen ve iş mahkemesince kısmen kabul edilen davanın ihya tarihinden sonra 03.07.2008 tarihinde açıldığı, her davanın açıldığı tarihteki şartlara göre değerlendirilmesi gerektiği, icra takibine konu manevi tazminat davası açıldığında kooperatif tüzel kişiliği mevcut olup halen mevcudiyetini koruduğundan manevi tazminat davası yönünden kooperatif tasfiye memurlarının davacıyı zarara uğratıcı fiilleri bulunduğundan bahis olunamayacağı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir.
Kararı, davacı vekili temyiz etmiştir.
Dava, dava dışı kooperatifin alacaklısı tarafından kooperatifin tasfiyesi sırasında alacağının güvence altına alınmaması nedeniyle sorumlu olduğu iddiasıyla davalı tasfiye memurları aleyhine açılmış alacak istemine ilişkindir.
Kooperatifler Kanunu’nun 98.maddesi yollamasıyla olaya uygulanması gereken TTK’nun 224. ve 245/3. maddesi uyarınca üçüncü şahısları veya ortakları zararlandıran tasfiye memurları kusursuz olduklarını ispat etmedikçe zarardan müteselsilen sorumludurlar. Yani tasfiye memurlarının sorumluluğu ispat külfeti ters çevrilmiş bir sorumluluk şeklidir. Dava konusu olayda, davacının, kooperatifin inşaatında çalışırken 08.08.2000 tarihinde iş kazası geçirdiği, bu nedenle kooperatif aleyhine iş mahkemesinde önce maddi sonra manevi tazminat davası açıldığı kooperatif tasfiye memurları davalıların davadan haberleri olduğu anlaşılmaktadır. Davacı yanın geçirdiği iş kazasından ve kaza nedeniyle açtığı davadan haberdar olan davalıların, davacıya ait alacak hakkında TTK’nın 445/2.maddesi uyarınca da bir işlem yapmadığı anlaşılmaktadır. Bu durumda, mahkemece ispat yükünün davalılarda olduğu kabul edilerek, davalıların, davacının zararından sorumlu olup olmadığının anılan ilkeler çerçevesinde değerlendirilerek oluşacak sonuca göre bir karar verilmesi gerekirken, hatalı ilke ve yanılgılı değerlendirmeyle davanın reddine karar verilmesi doğru görülmemiş, kararın davacı yararına bozulmasına karar vermek gerekmiştir...”
gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
HUKUK GENEL KURULU KARARI
Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki belgeler okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Dava kooperatif tasfiye memurlarının sorumluluğundan kaynaklanan tazminat istemine ilişkindir.
Mahkemece her davanın açıldığı tarihteki şartlara göre değerlendirilmesi gerektiği, bu bağlamda manevi tazminat istemi ile ilgili birleşen ve iş mahkemesince kısmen kabul edilen davanın, ihya tarihinin kesinleşme tarihi olan 25.02.2008’den sonra 03.07.2008 tarihinde açıldığı ve manevi tazminat davası yönünden kooperatif tasfiye memurlarının davacıyı zarara uğratıcı fiilleri bulunmadığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir.
Hükmü davacı vekilinin temyiz etmesi üzerine karar Özel Dairece yukarıda gösterilen gerekçe ile bozulmuş, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Direnme kararını davacı vekili temyiz etmiştir.
Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; davacı yanın geçirdiği iş kazasından ve kaza nedeniyle kooperatif aleyhine açtığı davadan haberdar olan tasfiye memuru davalıların, davacıya ait alacak hakkında Türk Ticaret Kanunu’nun 445’inci maddesinin ikinci fıkrası uyarınca da bir işlem yapmamaları nedeniyle zarardan sorumlu olup olmadıklarının değerlendirilmesinin gerekip gerekmediği noktasında toplanmaktadır.
Hukuk Genel Kurulunda yapılan görüşmeler sırasında ilk olarak direnme kararının temyizinden sonra dosya Hukuk Genel Kurulunda iken davalı vekili tarafından sunulan "sulh sözleşmesi ve haricen ödeme nedeni ile ibranamedir” başlıklı davacı vekili ve davalı vekilinin imzasını taşıyan belge ile davacı vekilinin imzasını taşıyan ve icra dosyasındaki alacağın tahsil edildiğine ilişkin “14. İcra Müdürlüğü’ne” hitaben yazılmış olan belgenin uyuşmazlığa ve yargılama sürecine etkisinin ne olacağı hususu öncelikle tartışılmıştır.
Davaya son veren taraf işlemleri olan feragat, kabul ve sulh, 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanununun (HMK) 307 ilâ 315’inci maddeleri arasında düzenlenmiştir. Tasarruf ilkesinin bir sonucu olarak taraflar, davaya son veren taraf işlemleri hüküm kesinleşinceye yapılabilir. Bir başka ifade ile taraflar davayı kabul ederek ya da davadan feragat ederek veya sulh olarak yargılamanın her aşamasında ve hatta kanun yollarında herhangi bir hükme gerek kalmaksızın davayı sona erdirebilirler.
Uyuşmazlığın çözümü için sulh sözleşmesinin, usul hukuk bakımından sonuçları hakkında kısa bir açıklama yapılamasında yarar vardır.
Sulh sözleşmesi ile taraflar birbirinden karşılıklı olarak ödünlerde (tavizlerde, fedakârlıklarda) bulunarak aralarında mevcut bir hukuki ilişki üzerindeki anlaşmazlığa veya tereddüt (kararsızlık) hâline son veren ve tam iki taraf borç yükleyen bir sözleşmedir (Tandoğan, H.: Borçlar Hukuku, Özel Borç İlişkileri, C 1, İstanbul 1988, s. 14).
Uygulamada ve teoride kabul edilmekle birlikte 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nda yer almayan sulh ilk defa HMK ile düzenlenmiş ve Kanunun 313. maddesinde bir kurum olarak yer almıştır. Anılan maddede sulh “görülmekte olan bir davada, tarafların aralarındaki uyuşmazlığı kısmen veya tamamen sona erdirmek amacıyla, mahkeme huzurunda yapmış oldukları bir sözleşme” olarak tanımlanmıştır (HMK m. 313/1).
Hemen belirtilmelidir ki tarafların aralarındaki uyuşmazlığı anlaşarak gidermesi anlamına gelen sulh sözleşmesinin kurulması için tıpkı diğer sözleşmelerde olduğu gibi karşılıklı ve birbirine uygun irade beyanları, yani icap (öneri) ve kabul bulunmalıdır. Bu icap ve kabul açık olabileceği gibi zımni (örtülü) de olabilir (Karauz, A. K.: “Sulh Sözleşmesi”, Ankara 2014, s.67-68.). Bu sözleşme ile taraflar dava konusu uyuşmazlığa bir fedakârlık ve özveri göstererek son verirler. Genellikle, davacı talep sonucunun bir bölümünden feragat ederek ve davalı da davacının talep sonucunun kalan bölümünü kabul etmek suretiyle sulh sözleşmesi hukuken vücut bulur. En önemlisi bunun sonucunda uyuşmazlık ortadan kaldırılmış sayılır. Bu nedenle sadece tarafların üzerinde tasarruf yetkisine sahip oldukları davalar bakımından söz konusu olur.
Sulh yapılması kural olarak şekle tabi değildir. Ancak HMK’nın 154’üncü maddesinin üçüncü fıkrasının (ç) bendinde mahkeme huzurunda yapılan sulhlar için bir geçerlilik şartı öngörülmüştür. Buna göre taraflar mahkeme huzurunda sulh olmak istediklerini bildirdikleri takdirde, bu sözlü beyanlarının tutanağa geçirilerek sulh olan taraflara okunması ve imzalattırılması gerekmektedir. Sulhun yazılı olarak yapılması hâlinde ise tarafların bu konudaki beyanlarını içeren dilekçelerinin tutanağa yazılarak eklenmesi gerekir (HMK m. 154/ 4). Bu hükümden hareketle sulhun tutanağa geçirilmesinin, taraflara okunmasının, onların onayının alınmasının ve (varsa) itirazlarının da tutanağa geçirilmesinin sulhun sonuç doğurabilmesi için zorunlu şartlar olduğu söylenebilir (Kuru, B.: Hukuk Muhakemeleri Usulü, C. IV, 6. B., İstanbul 2001, s.3753).
Sulhun şekli konusunda üzerinde durulması gereken bir başka husus da mahkeme dışında yapılmış olan sulh sözleşmesinin mahkeme içi sulhe dönüşebilmesi için mahkemeye verilmesi ve mahkeme tarafından tutanağa geçirilmesi, duruşmada taraflara okunması, okunduğunun da duruşma tutanağına yazılması ve ondan sonra tutanağın taraflarca imzalanması gerekmektedir. Burada sulh sözleşmesinin içeriğinin ayrıca duruşma tutanağına geçirilmesine de gerek yoktur. Çünkü duruşma tutanağına eklenen belgeler de tutanak hükmündedir (Tanrıver, S.: İlâmlı İcra Takibinin Dayanakları ve İcranın İadesi, Ankara 1996, s.90).
Sulhun etkisi HMK’nın 315’inci maddesinin birinci fıkrasının birinci cümlesinde düzenlenmiştir. Buna göre sulh, ilgili bulunduğu davayı sona erdirir ve kesin hüküm gibi hukuki sonuç doğurur. Şu hâlde mahkeme içi sulh, mahkeme tarafından bir hüküm verilmesine gerek olmaksızın davayı sona erdirir. Tarafların sulh yapmaları durumunda mahkeme “esas hakkında bir karar verilmesine yer olmadığına” ya da “sulh sebebiyle, hüküm verilmesine yer olmadığına” karar vermek suretiyle yargılamaya son verecektir. Diğer bir deyişle, mahkeme içi sulh davayı kendiliğinden sona erdirdiğinden mahkemenin bu sonucun ortaya çıkmasını sağlamak için ayrıca bir hüküm vermesine de gerek yoktur (ARIK, K. F.: Mahkeme Önünde Sulh, AÜSBFD, 1954/1, s. 151) Zira sulhun temel işlevi hükmün tamamlayıcısı olmak değil; hüküm yerine geçmektir. Dolayısıyla sulhun bizzat kendisinin ayrıca bir mahkeme hükmü verilmesine gerek olmaksızın doğrudan doğruya davayı sona erdirmesi doğaldır. Bu bakımdan mahkemenin vereceği “esas hakkında karar verilmesine yer olmadığı kararı” davanın sulh nedeniyle konusuz kaldığını tespit ve tevsikten öte bir anlam taşımayacaktır (Tanrıver, s. 97 vd.). HMK’nın 315’inci maddesinin birinci fıkrasının ikinci cümlesinde de sulh sözleşmesi yapılması üzerine mahkemenin vereceği kararı seçme hakkı taraflara bırakılmıştır.
Şu hâle göre somut olayda; davalı tarafından yargılamanın henüz tamamlanmadığı temyiz aşamasında 08.08.2016 günlü dilekçeye eklenen “ Sulh Sözleşmesi ve Haricen ödeme nedeniyle ibranamedir” başlıklı belge ile dava dışı kooperatiften olan bir kısım alacaklarının ödendiğinin ve bunlar açısından borcun sona erdiğinin belirtilmiş olmasına göre davacı ile kooperatif arasında imzalanan bu belgenin bir sulh sözleşmesi niteliğini taşıyıp taşımadığı değerlendirildikten sonra sonucuna göre karar verilmesi için direnme kararının bozulması gerekmiştir.
Hâl böyle olunca direnme kararı yukarıda açıklanan bu değişik gerekçe ile bozulmalıdır.
S O N U Ç : Davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile direnme kararının yukarıda açıklanan değişik gerekçe ile BOZULMASINA, istek hâlinde temyiz peşin harcının yatıran geri verilmesine, kararın tebliğinden itibaren 15 gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere 14.02.2018 gününde oy birliği ile karar verildi.